|
Demokrasi sadece seçim sandığı mıdır?..
|
2013-07-11 19:05
|
Kemal Burkay
|
|
Şu günlerde yoğun tartışma konularından biri de darbe, demokrasi ve sandık meselesi. Bu tartışma daha Mısır’daki darbeden önce başlamıştı. Aslında darbelerin ve darbe girişimlerinin birbirini izlediği bu ülkede bu konu her zaman şu veya bu ölçüde gündemde olmuştur.
Şimdi de konu bazı kesimlerde bir sağırlar diyalogunu andırır biçimde tartışılıyor. Bu “bazı kesimler” öyle az buz da değil, toplumsal kamplaşmanın iki tarafı.
Bu ülkede bir kesimin yıldızı demokrasiyle hiç barışmadı zaten. Bu kesimin içinde tek parti döneminde iktidarı tekelinde tutmuş olan Kemalist elit, asker-sivil bürokrasi var. Söz konusu bürokrasi daha sonra da, CHP iktidarı alamadığı zaman darbe yapmayı kendine hep hak gördü. 27 Mayıs’ta buna devrim dedi. 12 Mart ve 12 Eylül’de “vatan ve milletin birliğini” koruma gerekçesini kullandı. Hatta demokrasiyi “korumak üzere” askıya aldı, faşizan rejimler kurdu. 28 Şubat’ta “vatanı ve milleti” bu kez şeriattan kurtarma gerekçesini kullandı.
Darbe girişimlerinin bazısı başarısız oldu, darbeciler cumhurbaşkanı veya başbakan olacaklarına hapishaneyi boyladılar; hatta bazıları (22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimlerinin mimarı Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan) idam edildiler. 2002’yi, yani AK Parti iktidarını izleyen darbe girişimleri de başarısız oldu ve onların da birçoğu Silivri’yi şereflendirdiler.
Çok partili hayata geçildikten sonra seçimlerde halktan gereken desteği alamamış olan bir bölüm sol da aynı kampta. Bu kesim ya legal partiler kurup halk içinde çalışma gibi meşakkatli bir işi göze alamadı, ya da legal parti kursa bile o sabrı gösteremedi, kestirme yollar, “kolay” yöntemler denedi. “Ordu-gençlik el ele milli cephede!” sloganı bu kesimin. Bu kesim darbecilik oynadı ve darbelerden bir şeyler bekledi hep. Ama sürekli de düş kırıklığına uğradı. “Kendi darbesini” başaramadı bir türlü ve darbelerden kendisi de büyük zarar gördü.
Bu kesimler şu dönemde de darbecilikten umudu kesmiş değiller. Seçimden, demokrasiden söz edildiği zaman dudak büküyorlar. Onlara göre halkın çoğunluğu cahil ve aptal. “Bu halk adam olmaz, oyunu hep sağcı, muhafazakâr partilere verir!”
Şu günlerde, “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” lafı işlerine geliyor, hoşlarına gidiyor. Demokrasiye önem verdikleri için değil, sandığa kızdıkları için…
Diğer tarafa gelince, ki şu dönemde esas olarak hükümet tarafı, AK Parti çevresi, onlar da “demokrasi sandıktan ibaret değildir,” lafına öfkeleniyorlar. “Ne demek” diyorlar, “tabii ki demokrasi sandık demektir, iktidarlar sandıkta değişir, darbelerle değil.”
Bu ifadede hem doğrular, hem yanlışlar var.
Doğrusu şu: Bir ülkede eğer serbest seçim mekanizması işliyorsa doğaldır ki iktidar sokakta veya darbelerle değil, sandıkta değişir, öyle olmalı. Yine de demokratik sistem dört veya beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret değildir.
Örneğin gerçek anlamda çoğulcu bir sistem yoksa, her toplum kesimi görüş ve taleplerine uygun biçimde örgütlenemiyorsa; dernekler, siyasi partiler kuramıyorsa; kurmak yetmez, seçimlere de giremiyorsa orada demokrasi var denebilir mi? Saddam Irakı’nda, Esad Suriyesi’nde seçimler yapılıyordu ve çoğu zaman Komünist partisi dahil, siyasi partiler de vardı. Ama seçimler göstermelikti, parlamento Baas Partisi ve lideri tarafından belirleniyordu.
Bir dönemin Türkiye’sinde ise, 1946’dan itibaren çoğulcu sistem sözde vardı, ama sol hareket yasaktı. Komünist ya da sosyalist bir parti kurmak şurda kalsın, sosyalizmin lafı bile edilemiyordu ve komünist avı bu dönemde de devam etti.
Aynı dönemde Kürtlere gelince, onlar parti kurmak, seçimlere katılmak şurda kalsın, bir dernek bile kuramıyor, Kürt olduklarını bile söyleyemiyorlardı. Kürt aydınlarına yönelik sürek avı da şu son yıllara kadar sürüp geldi. Bugün elbet durum birhayli değişmiştir. Kürtlerin varlığı artık kabul ediliyor ve Kürt sorunu rahatça tartışılıyor. Kürtçe yayın yapan bir devlet kanalı var. Yine Kürt sorununu politikasına eksen yapmış, özerklik ya da federasyon talep edebilen BDP, HAK-PAR gibi partiler var. Ama unutmayalım ki hâlâ Kürt ve Kürdistan adıyla parti kurmak ve her görüşe uygun programlarla ortaya çıkmak mümkün değil. Yani Kürtler bakımından siyasetin yolu tamamen açılmış değil.
Öyle olunca, 1950’ler ve 1960’lardaki sözde çok partili dönemde bile Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda varlığından söz edemeyiz. 2000’li yıllara gelinceye kadar nice parti kapandı. Şu 2000’li yıllarda AK Parti bile kapanmaktan kıl payı kurtuldu, üzerinde son iki-üç yıla kadar Demokles’in kılıcı (askeri vesayet) sallandı durdu.
Çağdaş demokrasi elbet sadece bundan, yani her toplumsal kesimin serbestçe örgütlenip seçimlere katılabilmesinden ibaret de değildir. Mücadelenin eşit koşullarda yürümesi de önemlidir. Örneğin yüksek bir baraj bile belli toplumsal kesimlerin sesinin parlamentoya yansımasını önler. 1960’lı yıllarda milli bakiye sistemi vardı, hem de şu 27 Mayıs Darbesi’nden sonra konmuştu. Ülkenin seçimlere katılabilen ilk sol partisi olan Türkiye İşçi Partisi bundan yararlanarak parlamentoya 15 milletvekili soktu ve bu, politika sahnesine emekçilerin, ezilenlerin haklarını savunan yeni bir ses getirdi. Ama sivil politikacılar, Demirel gibileri buna tahammül edemediler ve seçim sistemini değiştirip bir sonraki seçimde TİP’i parlamento dışında bıraktılar.
Demek ki seçimle gelen Demirel ve benzerleri de demokrat değillerdi.
Ayrıca o dönemde TİP vardı, ama ne sosyalizm sorunlarını ne de Kürt sorununu tartışmak hiç de kolay değildi. Yapılan konuşmalardan, yazılan yazılardan, basılan kitaplardan dolayı, aydınlar, siyaset adamları, yazarlar, yayıncılar cezaevini boylayıp duruyorlardı. Sonunda da 12 Mart darbesiyle TİP toptan kapatıldı ve söz konusu yayınlar susturuldu.
12 Eylül rejimi ise, oluşturduğu tüm faşizan kurumların yanı sıra, yüzde 10’luk baraj sistemini getirerek serbest seçimlerin önüne Çin Seddi’ni koydu. Daha sonra gelen hükümetler, parlamentolar buna dokunmadılar. Bu baraj işlerine geldi. 12 Eylül’ün anayasasına, bu deli gömleğine hâlâ dokunmadıkları gibi. Bazen işlerine geldiğinde onu yamalasalar bile, esas olarak bugüne kadar korudular. Ve şu anda da iktidarı ve muhalefetiyle parlamentodaki partiler yeni, çağdaş bir anayasa yapmaya niyetli değiller, bu işi süründürüp duruyorlar.
Öte yandan, diyelim ki siyasi partiler serbest, yüksek bir seçim barajı yok ve yurttaşlar dört-beş yılda bir sandık başına gidip destekledikleri siyasi partiye oy vererek temsilcilerini parlamentoya sokabiliyorlar. Bununla iş biter mi? Ondan sonra dört-beş yıl boyunca siyaseti parlamentodakilere bırakıp kulakları üstüne yatsınlar mı? Besbelli demokrasi bundan ibaret değildir. Bu dört veya beş yıl boyunca görüşlerinizi özgürce söyleyemiyorsanız, hükümetin veya parlamentonun uygulamalarını eleştiremiyorsanız, bunun için serbestçe toplantılar, gösteriler yapamıyorsanız orada demokrasinin varlığından söz edilemez. Bu olmadan kitleler doğruyu yanlışı nasıl fark edecek, kamuoyu nasıl değişecek?..
Bir başka deyişle, demokrasi düşünce, basın, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini ve tüm bu hakları güvenceye alan çağdaş, demokratik bir anayasanın varlığını içerir.
Sandıktan iktidar olarak çıkan, parlamento çoğunluğuna sahip olan, hükümeti kurabilen, cumhurbaşkanını seçebilen bir parti de söz konusu demokratik kurallara uygun davranmalıdır. O, ben halkın çoğunluğunu temsil ediyorum, o halde dilediğimi yaparım, diyemez. Çoğunluğu temsil etme adına azınlığın haklarını yok edemez.
Örnek olarak, ne “çağdaşlık ve devrim” adına başörtülü kadınları kamu alanına katılmaktan, eğitim hayatından yoksun bırakabilir, ne de din ve ahlak adına tüm kadınları başlarını örtmeye zorlayabilir.
Çağdaş ve ileri demokrasiler, azınlığın haklarına da saygı gösteren, din, dil, yaşam tarzı dahil, toplumsal farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasına olanak veren sistemlerdir. Yurttaşlar siyasi partilerin yanı sıra çok çeşitli biçimlerde örgütlenerek, meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları oluşturarak görüş ve isteklerini dile getirir, siyasi hayatı, ülke yönetimini etkiler, karar alma mekanizmalarına katılırlar.
Gelişkin demokrasilerde bunun çeşitli örnekleri var. Barışçı direniş biçimleri, referandumlar… İktidarlar, “bana oy verdiniz o halde ben sizin adınıza yönetirim, işime karışmayın, gelecek seçime kadar gidin evinizde oturun” demiyorlar; kitlelerin sesine kulak verme, bunu önemseme çağdaş demokrasinin bir gereğidir. Bu olmadığı zaman kriz doğar.
İsviçre bu alanda en iyi örneklerden biri. Toplum hayatını ilgilendiren kimi önemli kararlar halk oyuna, referanduma sunuluyor.
Kanada’da, Fransızca konuşan ve resmi dili Fransızca olan otonom Kebek (Quebec) halkına kendi kaderini tayin hakkı tanındı ve iki kez yapılan referandumda Kebekliler, Kanada sınırları içinde kalmayı seçtiler. Bunu eğer hâlâ anadilde eğitim hakları ve Kürt kimlikleri bile anayasaca tanınmayan Kürt halkının durumu ile kıyaslarsak demokrasinin ne olup olmadığı pekâlâ anlaşılır.
Anayasasında sözde inanç özgürlüğü yazılı olan bir ülkede eğer bir inanca ve bir mezhebe özgü zorunlu din dersleri herkese zorunlu olarak okutuluyorsa, orada da demokrasinin olduğundan söz etmek zordur.
Demek ki demokrasi sandıktan ibaret değil. Demek ki bunu söylemek darbeci olmak anlamına gelmiyor. Önemli olan kimin ne istediğidir. Sandıkta seçimleri kazanamayınca askeri darbe çağrısı yapmak ne denli yanlışsa, demokrasiyi dört veya beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret görmek ve sandıkla gelen istediğini yapar sanmak da o denli yanlıştır.
Yapılan şey demokrasiye uygun olmalı ve azınlığın hakları gözetilmeli. İktidarın uygulamalarını beğenmeyenler de, eğer değişimin yolu tümden kapalı değilse, eğer ülkede faşist veya benzeri bir diktatörlük yoksa, yanlış uygulamalar karşısında hemen darbeciliğe sığınmayıp, şiddete sarılmayıp, barışçı ve demokratik yöntemlerle mücadele ederek kamuoyunu kazanmalı ve iktidar değişikliğini bu yöntemlerle sağlamalılar.
|
|
|
|