|
Türkiye bunları neden yaşıyor?
|
2013-12-24 14:32
|
Kemal Burkay
|
|
Son günlerde Hükümet ile Fethullah Gülen Hoca’nın önderlik ettiği “Cemaat” arasında ortaya çıkan gerginlik ülke gündeminin başlıca konusu haline geldi.
Sürtüşmenin bazı bakımlardan daha önceki olaylara uzandığı anlaşılıyor. Bir süre önce Hükümet’in dershaneleri kapama ya da “dönüştürme” girişimi Cemaat’ın tepkilerine yol açtı. Kimi bakanlara ve onların çocuklarına, Halk Bankası’na ve bazı işadamlarına uzanan son yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının arkasında Gülen Hareketi’nin olduğu ileri sürüldü. Buna karşılık Hükümet bürokrasiye sızmış bir “çete”den, paralel devletten söz ediyor. Yolsuzluk operasyonunu hükümete karşı bir darbe olarak niteliyor. Bu gerekçe ile emniyette kümelenmiş olduğu ileri sürülen kadrolara yönelik geniş bir operasyon başlatıldı, İstanbul Emniyet Müdürü ile birlikte 50’ye yakın kişi görevden alındı. Adli kolluğun yetkilerini sınırlayan ve bu tür operasyonlar öncesinde mülki amirlere bilgi vermeyi şart koşan bir yönetmelik çıkarıldı.
Bu gelişmeler nedeniyle, muhalefetin ve AK Parti karşıtı diğer çevrelerin de devreye girmesiyle siyasal arenada ve medyada kıyasıya bir tartışma, bundan da öte hesaplaşma yaşanıyor. Karşılıklı hamleler birbirini izliyor.
Gülen cemaatinin medyada, özel eğitim kurumlarında ve iş çevrelerindeki etkisi öteden beri bilinen, hatta politik çevrelerde olağan karşılanan bir şeydi. Cemaatin bürokrasiye, bu arada yargı ve emniyete sızdığı, kovuşturma ve yargı sürecini etkilediği iddiası da yeni değil. Özellikle Ergenekon ve öteki darbe davalarının kovuşturmaları sırasında bu iddia sanık kesimi tarafından yoğun biçimde dile getirildi. Bu ne ölçüde doğruydu veya değildi ayrı bir konu. Ama o dönemde AK Parti hükümeti ile Cemaat arasında herhangi bir sorun yoktu; tam tersine, askeri vesayetin geriletilmesi ve darbeci eğilimlerin tasfiyesi bakımından bir dayanışmadan söz edilebilirdi. Ama sonradan şu veya bu nedenle belli ki yollar ayrıştı ve dayanışmanın yerini çatışma aldı.
Bu çatışmanın her iki tarafı da daha şimdiden yıprattığı açık. Elbet bu gelişmeler salt Hükümet’i ve Cemaati değil, tüm toplumu ilgilendiriyor.
İşin bir yanı başlatılmış olan yolsuzluk operasyonudur ve kim hangi nedenle başlatmış olursa olsun önemlidir. Ülke bu itham ve iddialarla çalkalanıyor. İthamlar ve iddialar ne ölçüde doğru veya değil, bunu ancak ciddi bir soruşturma ve yargılama süreci ortaya çıkarır. Daha işin başındayız. İthamlar asılsızsa, buna ilişkin ciddi deliller yoksa, zaten bu yargı süreci içinde ortaya çıkacak ve itham edilenler aklanacaktır. Değilse, söz konusu iddialarla ilgili yeterince belge ve kanıt varsa, o zaman da suçlananlar kim olursa olsunlar cezalarını çekmeliler. Eğer suça bulaşmış olanlar bakanlar ve oğulları ise o zaman durum daha da ciddidir. Bu bakımdan, itham ve iddiaların doğru olmadığını, “devlet içinde örgütlenmiş bir çete” tarafından kendisine karşı darbe yapılmak istendiğini ileri süren hükümet, fevri davranışlardan, soruşturmayı engellemeye yönelik tutumlardan kaçınmalıdır. Böylesine öfkeli ve engelleyici bir tutum onu bir bütün olarak zan altında bırakır. Başbakan’ın ve bir bütün olarak hükümetin bu konuda şimdiye kadar iyi imtihan verdiği söylenemez. Suçlanan bakanlar pekâlâ istifa edebilirlerdi; bu hem kendileri, hem de hükümet bakımından iyi olurdu, güven verirdi. Ama bunun yerine, operasyonu yürüten polis müdürlerinin, hem de oğlu zanlılar arasında olan İçişleri Bakanı tarafından görevden alınması ve adli kolluğa ilişkin alınan son karar, hükümete karşı önyargılı olmayan insanları da rahatsız etti.
Öte yandan, “devlet içinde paralel devlet” veya hükümete tuzak kurabilecek, darbe girişiminde bulunabilecek düzeyde çeteler oluştuğu iddiası bizzat hükümetten geliyorsa bu da elbet araştırılmalı, ortaya konmalı. Bu kapsamda bir suç varsa o da yargının konusudur.
Gerçi Türkiye’de devlet içinde bu tür oluşumların ortaya çıkması yeni bir olay değil. Kontrgerilla denen CIA güdümlü suç ve provokasyon örgütü, 1950’li yıllardan başlayarak, tüm NATO ülkeleri gibi Türkiye’de de yaygın biçimde örgütlenmiş, polise ve orduya, medyaya, üniversitelere, siyasi partilere sızmıştı. Ergenekon Örgütü onun 1990’lı yıllardaki devamıdır. Bu örgüt soğuk savaş sonrası dönemde diğer NATO ülkelerinde tasfiye edilirken, Türkiye’de ad değiştirerek, hedeflerini revize ederek varlığını sürdürdü. Örgüt son dönemde önemli darbeler alıp etkisizleşse de henüz tümden devlet ve toplum hayatından temizlenmiş değil.
Bunun yanı sıra, devletlerin hemen tümünün kamuoyundan gizli işleri ve buna uygun örgütlenmeleri vardır. Buna “derin devlet” diyoruz. Bazan bu yapılar çok kirli, karanlık operasyonlar gerçekleştirirler. Devlet ve toplum demokratikleştiği, şeffaflaştığı oranda, özellikle de iç ve dış barışını sağlamış ülkelerde, bu tür derin yapıların rolü, işlevi azalır.
Yine devlet yeterince demokratik değilse, hele hele, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere, temel hak ve özgürlükler yok ya da yetersizse orada illegal örgütlenmeler, devlete sızmalar da kendini gösterir. Rüşvet, yolsuzluk gibi toplumu çürüten, kokuşturan durumlar da kapalı toplumlarda daha yaygındır. Ülke demokratikleştiği, devlet işleri şeffaflaştığı ölçüde ise hem bu türden illegal yapılanmalara gerek kalmaz, hem de rüşvet ve yolsuzluk zorlaşır, yapandan hesap sorulur.
Ne yazık ki Türkiye henüz bundan uzak. Yeterince demokratikleşmiş, iç ve dış barışını sağlamış bir ülke değil. Öyle olunca yeterince şeffaf da değil.
Bu nedenle, Türkiye, Kürt sorunu başta olmak üzere sorunlarını adalet temelinde çözerek, demokratikleşmelidir. Bu, ülkeyi iç ve dış barışa ulaştıracak, şeffaflaşmasını ve uygar ülkelere yakışmayan bu tür hastalıklardan kurtulmasını sağlayacaktır.
24 Aralık 2013
|
|
|
|