|
Soma’daki katliam ve işçi hakları üzerine
|
2014-05-19 19:07
|
Kemal Burkay
|
|
Somadaki işçi katliamının yankıları devam ediyor ve bu kez kolay unutulacağa benzemiyor. Elbet unutulmamalı. Soma’daki yangın, hiç değilse emekten, işçi haklarından yana bir değişimin çırası olsun.
301 işçinin öldüğü bu olayın kaza olmadığı, felaketin göz göre göre geldiği, uyarılara kulak asılmadığı, tedbir alınmadığı ortada.
En başta, içten içe yanan ve bu nedenle daha önce kapanan bir kömür ocağı, yanan bölüm bir duvarla kapatılarak, yani böylesine göstermelik bir tedbirle yeniden işletilmiş.
Kömürü ucuza mal etmek için işçiler karın tokluğuna çalıştırılırken zorunlu güvenlik tedbirleri alınmamış. Ne bir kaza durumunda işçilerin sığınıp kurtarılmaya yeter süre barınmasına elveren “korunma odaları” ne sağlam gaz maskeleri var. İşçilere gerekli eğitim verilmemiş.
Gerekli denetim yapılmamış, diğer bir deyişle denetimle görevli kurumlar görevlerini yapmamış ve uyarılar kulak ardı edilmiş.
12 yıldır ülkeyi yöneten bugünkü Hükümetin, onun yanı sıra geçmişten bu yana ülkeyi yöneten hükümetlerin bu işteki sorumluluğu da açık. Bu hükümetler işçi haklarına ilişkin İLO sözleşmesini yıllar boyu imzalamadılar, imzaladıkları zaman da bazı hükümleri, örneğin iş güvenliğine ilişkin olanları dışında tuttular.
Bunun yanı sıra, Soma ve diğer maden ocaklarındaki kötü çalışma koşullarından ve yukardan beri sözünü ettiğimiz ihmallerden hükümetin habersiz olması düşünülemez. Son olarak CHP’nin Soma’ya yönelik araştırma önergesinin Parlamento’da AK Partililerin oylarıyla reddedilmesi bir skandaldır.
Bu işte, başlıca görevleri işçi haklarını korumak olan, ama bu konuda üstlerine düşeni gereği gibi yapmayan sendikaların, onların en azından bir bölümünün sorumluluğunu da hesaba katmak gerekir.
Soma işte tüm bu ihmaller zincirinin ürünüdür. Soma’da yaşanan manzara, vahşi kapitalizmin 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde yol açtığı manzaraların bir benzeridir.
Öte yandan, bu ülkede her zaman Soma olayı gibi yüzleri bulan toplu kıyım biçiminde, yani toplumu şoke edici olmasa da iş kazaları furyası öteden beri süregelmekte ve önlem alınmamakta. Sorumlular bu konudaki yakınmalara kulaklarını tıkıyorlar. Acı olaylar kısa zamanda unutuluyor ve işler eski minval üzere devam ediyor. Toplum ise, kadın cinayetleri gibi iş kazalarını da nerdeyse kanıksamış.
Çünkü bu ülkede yoksul, emekçi, sıradan halkın değeri yok. “İnsanın değeri yok” demiyorum. Hayır, kendilerini çok değerli bilen ve toplumun çoğunluğunca da öyle sanılan, yeri geldiğinde “ben kimim biliyor musun?” ya da “sen kimsin yaa!” diye efelenen insanlar var tabi. Bu, yöneticisiyle, asker-sivil bürokratıyla, zenginiyle seçkin üst tabakadır. Geriye kalan ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan halktan insanların ise karınca kadar değeri yok. O geriye kalanlar askerlik yapmak, çalışıp ötekileri zengin etmek, ötekilere hizmet etmek için varlar.
Demokratik, çağdaş, uygar bir toplumla ötekileri ayıran da işte budur. Çağdaş, demokrat bir topumda yurttaşlar, zenginlikte olmasa bile saygınlıkta eşittir. Devlet veya hükümet başkanıyla dağdaki çoban ya da kömür madeninin sahibi ile madendeki işçi aynı derecede saygındır. Çağdaş bir toplumda kul-efendi ilişkisi yoktur. Herkes iyi bildiği işi yapar; bakan, general ya da sokaktaki çöpçü… Her meslek için beceri ve eğitim gerekir.
Belli ki toplum olarak bu noktadan hâlâ çok uzaktayız. Belli ki maden ocaklarında, inşaatlarda ya da tersanelerde çalışan emekçilerin hayatları üzerine titrememize, onlara adam gibi bir ücret ödememize, onları yüksek postlarda ve köşklerde oturanlarla eşit yurttaşlar saymamıza daha çok var.
Bu değişim hem demokrasi ve insan hakları alanında, hem de ekonomide AB standartlarını yakalamaya ve elbet zamana bağlı.
Yazıma son verirken, iki yıl kadar önce, 1 Mayıs 2012’de yazdığım, “1 Mayıs, iş kazaları, işçi hakları” başlıklı yazımı da aşağıda bir kez daha okurlara sunmak istiyorum; zamanı olanlar ona -daha önce okumuş olsalar bile- bir daha göz gezdirsinler diye. 1 Mayıs geçti; ama Evren’le Şahinkaya’nın duruşması yaklaşıyor (28 Mayıs’ta); iş kazaları ve işçi hakları ise bugün tam da gündemimizin merkezinde…
19 Mayıs 2014
1 Mayıs, iş kazaları, işçi hakları
Kemal Burkay
Bu yıl ülkemizin dört bir yanında 1 Mayıs kitlesel biçimde, serbestçe ve coşkuyla kutlandı. Olumsuz anlamda ciddi bir olay yaşanmadı. Bu sevindirici bir şey. 2009 yılında 1 Mayıs’ın tatil günü ilan edilmiş olmasının da bunda payı var.
Demek ki hak ve özgürlükler gereksiz yere engellenmez ve provoke edilmezse bu ülkede de 1 Mayıs türünden günler, büyük gerginlikler yaşanmadan, kan dökülmeden pekâlâ yaşanabiliyor. Aynı şey Nevroz için de geçerli. Dileriz ki gelecek yıl artık Nevroz da tatil günü olsun ve böylesine serbestçe kutlansın.
Öte yandan bu yılki kutlamalar 1977 1 Mayısı’nda yaşanan katliamın acılarını da bir daha tazeledi. Bu katliam 12 Eylül darbesi öncesi sahnelenen büyük bir provokasyondu. Hem hızla yükselen işçi hareketini, hem de bir bütün olarak sosyal uyanışı, değişim yönündeki dalgayı bastırmak, kitleleri sindirmek için tezgahlandı. O gün Taksim (1 Mayıs) alanını dolduran, büyük bir coşkuyla, marşlarla türkülerle emek bayramını kutlayan yarım milyon insanımıza çevre binalardan ve beyaz röno arabalardan göz göre ateş açıldı. Üstlerine panzerler sürüldü ve bir bölümü kurşunlardan, bir bölümü doğan panik sırasında ezilerek 34 can yaşamını yitirdi, yüzlercesi ise yaralandı.
Bu bir özel harp, diğer adıyla kontrgerilla eylemiydi. 1 Mayıs’ı Maraş ve Çorum olayları ve öteki provokasyonlar izledi ve tüm bunlar 12 Eylül darbesine gerekçe yapıldı.
Ne yazık ki bu olayın tetikçileri ve onlara bu görevi verenler bugüne kadar açığa çıkarılmadı ve kendilerinden hesap sorulmadı. Açılan ve zaman aşımı ile düşen davada ise, katiller, provokatörler ve onlara görev verenler değil, mağdurlar yargılandı.
Şu anda 12 Eylül’ün iki baş sorumlusu, Evren ve Şahinkaya yargılanırken, bu olay da yeniden ele alınmalı. 1 Mayıs katliamı darbecilerin amaç ve planlarını en iyi ortaya serecek olaylardan biridir.
12 Eylül darbecileri ve yandaşları, hem 1 Mayıs olaylarını ve benzeri katliamları kendileri tezgahladılar, hem de bunları darbelerine gerekçe yaptılar. Darbe sonuçta hem işçi hareketini, hem de bir bütün olarak toplumun ilerici, demokratik, değişimci güçlerini vurdu. Emekçilerin ve Kürt halkının örgütleri, siyasi partiler, sendikalar, dernekler ezildi, yayınlar susturuldu. Siyasi ve sendikal haklar, bir polis tüzüğü olan 1982 Anayasası ile budandı.
Örneğin daha 1970’li yıllarda, Türkiye 40 milyonken 2,5 milyon olan sendikalı işçi sayısı 2/3 oranında düşerek şu anda 880.000’e indi. (Nüfus şimdi 80 milyona yaklaştığı, yani iki katına çıktığı halde).
Bu yılın 1 Mayısında yaşanan coşku, hem işçilerin, emekçilerin budanan haklarını yeniden kazanmak için el ele vermenin, hem de son 50-60 yılda yaşanan karanlık dönemin, başta 12 Eylül olmak üzere yaşanan darbelerin üzerindeki perdeyi çekip kaldırmak, ülkeyi kirden pastan arındırmak için bir vesile olmalı.
Ülkemizde barışa, demokrasiye ulaşacaksak bu, söz konusu karanlık dönemi aydınlatmadan olmaz.
Bu vesileyle son dönemde daha da sıklaşan, ülkenin dörtbir yanında mantar gibi yüze vuran iş kazalarından da söz etmeden olmaz.
Son bir yıl içinde Türkiye’de iş kazalarında 1500’den fazla işçinin öldüğü açıklandı. Yaralanıp sakatlananlar ise cabası. Herhangi bir iç savaşta, örneğin Afganistan’da bile bir yıl içinde ölenler bu sınırı herhalde geçmiyordur…
Geçmişten beri maden, özellikle de kömür ocaklarında göçük sonucu ölümler sık sık yaşanıyordu. Bu tür ölümler şimdi de var. Son olarak iki gün önce yine bir kömür ocağında çökme sonucu iki işçi göçük altında kalıp öldü.
Bir ara Tuzla Tersanesi’nde ölümler çok yoğundu, ya kaynak yaparken, ya düşerek… Şimdi de Tuzla Tersanesi’nden, eskisi kadar yoğun olmasa da ölüm haberleri zaman zaman geliyor.
Geçtiğimiz şubat ayında Adana yöresinde Gökdere Barajı inşaatında kapak patlaması sonucu 10 işçi sulara kapılarak yaşamını kaybetti.
12 Martta İstanbul Esenyurt’ta bir inşaat yerinde işçilerin kaldığı çadırların yanması sonucu 11 işçi yaşamını kaybetti.
6 Nisan’da Erzurum Aşkale’de, elektrik arızasını gidermek için gölete giren 5 işçi, deniz bisikletinin devrilmesi sonucu donarak öldü.
İki gün önce (29 Nisan) yeni bir iç burkucu haber vardı: trafo boyayan iki işçi elektrik akımına kapılıp öldü. İşçilerden birinin fırçasının sapı çıplak elektrik kablosuna değmiş…
Birkaç gün önce de bir gökdelenin çatısında kaynak yapılırken yangın çıktı, neyse ki işçilerin de gökdelen halkının da şansı varmış, yangın çabuk söndürüldü ve kimse ölmedi.
Bunlar ilk anda aklımıza gelenler, ya da aklımızda kalanlar…
Bir yıl içinde bu kadar işçinin ölmesi doğal mı? Bu kader midir? Bu ölümler kaçınılmaz mı idi? Örneğin, tekniğin bu denli geliştiği bir çağda, kömür ocaklarında çöküntüyü ve metan gazı patlamalarını önleyecek teknik bilgi ve donanım yok mudur?
Ya Tuzla tersanesinde kaynak yapılırken meydana gelen patlamaları ve yukardan düşüp ölmeleri…
Adana’daki baraj kapağı sağlam yapılamaz mıydı?..
Aşkale’de, gölette devrilen elektrik direğini tamir etmeye, yüzme bilmeyen işçiler o dondurucu kış soğuğunda deniz bisikleti ile mi gönderilirdi, bunun başka yolu yok muydu?
İstanbul’da, bir elektrik kontağıyla bir anda dev bir meşaleye dönen çadırda ölen işçiler, bu naylon çadırda değil de doğru dürüst barakalarda olsalardı bu katliam olur muydu? İnşaat sektöründen astronomik rakamlar kazananlar için işçi hayatının önemi bu kadar mı?
Ya boya fırçasının sapıyla havadaki çıplak elektrik kablosuna dokunacak kadar elektrik işinden habersiz, eğitimsiz işçi ve ona bu görevi verenler, gerekli tedbiri almayanlar?..
Verdiğimiz bu örnekler şunu gösteriyor: Birincisi, bu ülkede işyeri güvenliği çoğu zaman yok. İkincisi, işçiler yaptıkları işe uygun bir eğitimden yoksun. Sonuç olarak işverenler ve onları denetlemesi gereken devlet kurumları için işçilerin hayatı önemsiz.
Bu nedenle işçi hareketinin baş hedeflerinden biri çağdaş standartlarda sendikal haklara kavuşmaktır. Bu haklar yine çağdaş standartlarda iş güvenliğini ve yeterli meslek eğitimini de güvenceye almalıdır.
Öte yandan, birçok durumda yasaların bu hakları tanıması yetmiyor, onları kağıt üzerinden hayata geçirmek için kararlı bir mücadele gerekiyor.
1 Mayıs 2012
|
|
|
|