|
Ortadoğu’da değişim süreci, 1.Bölüm; Herkesin IŞİD’i başka…
|
2014-07-16 21:18
|
Kemal Burkay
|
|
Ortadoğu’da değişim süreci, 1.Bölüm; Herkesin IŞİD’i başka… Şu günlerde dillerde olan IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) adlı örgütle ilgili değerlendirmeler oldukça ilginç. Örgüt Irak ve Suriye’deki Sünni bölgelerinin önemli bir bölümünde oldukça aktif; son olarak da Musul’u ele geçirip başkanını halife ilan etti.
Ondan memnun olan var, olmayan var. Memnun olanlar Irak’ta Şii egemenliğine, Suriye’de ise Nusayri yönetimine karşı olan Sünni kesiminin bir bölümü. Sünnilerin bile tamamı diyemeyiz; çünkü İslam adına egemen kılmak istediği düşünce ve yaşam tarzı –ki kendi anlayışının dışında her şeyi düşman olarak görüyor ve akıl almaz terör yöntemlerine başvuruyor- Sünni kesimi bile ürkütüyor. Bu nedenle kucağında doğduğu El Kaide ile dahi yolları ayrıldı. Yarın, şu anda koalisyon halinde olduklarıyla da ayrılabilir.
Kimi yorumculara göre arkasında, onu para ve silah yönünden destekleyen Suudi Arabistan, Birleşik Arap emirlikleri ve benzeri rejimler var. Bazıları IŞİD’e destek verenler arasında Türkiye’yi de sayıyorlar. Beşar Esad yönetimi de aynı iddiada.
Suudi Arabistan Ortadoğu’da şeriatla yönetilen katı Sünni rejimlerden biri. Onun Irak ve Suriye’deki Şii-Nusayri egemenliğinden rahatsız olması veya Sünni Arapların konumunu güçlendirme çabası anlaşılır bir şey. O, bu hesapla IŞİD’e de destek vermekteyse bunda şaşacak bir şey yok.
Türkiye’ye gelince, Erdoğan hükümetinin, Esad rejiminin bir an önce devrilmesi için Suriye muhalefetine verdiği destek bir sır değil. Bizzat hükümet sözcüleri tarafından, gönderilen bin tır dolusu yardımdan söz edildi. Söz konusu tırlar içinde zaman zaman roketler ve başka türden mühimmat da yakalandı ve üstü kapatıldı. Suriye muhalefetinin saflarında ise, El Nusra ve -sonradan bu muhalefete ters düşse de- IŞİD gibi çeşitli radikal İslamcı örgütlerin olduğu malum. Bu nedenle gönderilen yardım malzemesi ve silahların aynı zamanda bu radikal örgütlerin eline geçmiş olması şaşırtıcı olmaz. IŞİD ve benzerlerinin militan ve yönetici kadrolarının zaman zaman Türkiye’de barındıkları, tedavi gördükleri, kendilerine giriş çıkış kolaylığı sağlandığı da yaygın iddialar arasında. Türkiye son aylarda IŞİD’i terörist örgütler listesine aldıysa da bu hem geç oldu, hem de pratikte ne gibi sonuçlar verdiği pek malum değil.
IŞİD’i arasından kovan Suriye muhalefeti ise, onu Suriye yönetiminin, hatta Irak ve İran rejimlerinin bir ürünü sayıyor, Suriye’nin IŞİD üslerini bombalaması mümkünken bunu yapmamasını da iddiasına kanıt olarak gösteriyor.
Suriye Kürtleri arasında örgütlenen ve hegemonya kurmaya çalışan PYD, Suriye muhalefetinin bir parçası değil. Tersine Esad rejimiyle işbirliği içinde. Rejim Kürt bölgesinde ona bazı roller vererek oradaki kendi varlığını güvenceye almış durumda. PYD bu işbirliğinden yararlanıp Kürt toplumu arasında gücünü yayarken aynı zamanda Kürtlerin rejime yönelik muhalefetini ve diğer Kürt partilerinin çalışmalarını da engelliyor. Zaman zaman da bölgede yayılmaya çalışan IŞİD’le karşı karşıya geliyor.
PYD-PKK kesimi son dönemde, zaman zaman Güney Kürdistan yönetimiyle de ters düştü, ona suçlamalar yöneltti ve KDP liderliğinin IŞİD’le işbirliği içinde olduğunu ileri sürdü. PYD-PKK kesimi bu iddialarıyla, Suriye, Irak ve İran rejimleriyle aynı dili kullanmakta. PYD-PKK yine, Irak, İran ve Suriye rejimleri gibi, Güney’deki muhtemel Kürt bağımsızlığına da karşı çıkıyor, “Kürtlere bağımsız devlet lazım değil, ulus devletin artık modası geçti” diyor. Bu da bizce hiç şaşırtıcı değil.
Türkiye sol örgütleri ise IŞİD’i ABD emperyalizminin bir ürünü sayıyor, bunun yanı sıra, IŞİD’in bu derece güçlenmesinden AK Parti hükümetini sorumlu tutuyorlar. Dış politikayı anti Amerikan, iç politikayı ise anti AKP otomatiğine bağlamış olan bu sol için böylesi bir tutumda şaşacak bir şey yok. Ama bu sol, son zamanlarda kaderini PKK ile birleştirdiği için, onun Güney Kürdistan liderliğine, Barzani yönetimine karşı açtığı kampanyaya da destek veriyor.
Hatta bir kesim de IŞİD’in arkasında ABD ile birlikte İsrail’i gösteriyor.
Özet olarak, herkesin IŞİD’i başka. Kimine göre o ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin ürünü, kimine göre ardında Suriye, Maliki rejimi ve İran var. Kimine göre IŞİD’in son Musul operasyonunda Suudi Arabistan ve Ürdün’ün yanı sıra Barzani’nin de rolü var…
Kimine bakılırsa arkasında Avrupa desteği var; onlar IŞİD’çi militanların ellerini kollarını sallayarak bu ülkelerin bilgisi ve onayı ile sınırlardan geçip Ortadoğu’daki eylem alanlarına geldiğini söylüyorlar…
Bu iddialara bakılırsa IŞİD’e destek vermeyen devlet ve güç yok!
Herkes, İslam adına dehşet saçan, kafa koparan, toplu kıyımlar yapan bu vahşi, çağdışı örgütü, yakar top misali düşmanının, ya da düşman bellediğinin üzerine atıyor… Yani onun ipi mutlaka birilerinin elinde… O birileri ise pek çok ve üstelik birbirine karşı devletlerle, güçler… Sanki IŞİD’in hiç iradesi, kendine özgü bir siyaseti yok…
Gerçi biz Ortadoğu’da iradesi olmayan, başkalarınca kurulup yönlendirilen paravan örgütleri pek yakından görüp tanıdık da, herkesi bu kefeye koymak acaba gerçekçi midir?
IŞİD’i doğru yorumlamak, onun ortaya çıkış koşullarını anlamak için Ortadoğu’nun son 40-50 yılda geçirdiği önemli değişikliklere, bu değişikliklerde dış güçlerin rolüne bakmak lazım.
Bunu da yazımın bundan sonraki iki bölümünde yapmaya çalışacağım.
16 Temmuz, 2014 Ortadoğu’da değişim süreci 2. Bölüm
Radikal İslam’ın ortaya çıkış süreci
Soğuk Savaş Dönemi ve Yeşil Kuşak Politikası
IŞİD El Kaidenin bir ürünü ya da parçası olarak Irak’taki terör ortamında sahneye çıktı, sonra, Suriye’deki iç savaş kızışınca oradaki Sünni bölgelerine yayıldı. Ardından Irak’ta Musul’u ele geçirdi ve Sünni nüfusun yoğun olduğu diğer bazı kent ve kasabalara ilerledi ve buralardan Bağdat merkezi hükümetinin güçlerini kovdu.
Siyah giysiler örtünen ve ABD’nin Ku Kluks Klan tarikatı gibi yüzlerini siyah maskeyle gizleyen; kafa kesme, toplu infaz ve benzeri şiddet eylemleriyle korku ve dehşet salan bu örgüt, tüm bunları İslam adına yaptığını ileri sürmektedir. Bu haliyle, Taliban ve El Kaide de dahil, mevcut İslamcı örgütler arasında en radikali görünümündedir.
IŞİD’in ne olup olmadığına değinmeden önce onu ortaya çıkaran koşullara ve sürece değinmekte yarar var. Kanımca bu süreç, geçen yüzyılın ortalarından, özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından, ABD ve yandaşlarının Sovyetler Birliği’ni ve bir bütün olarak Doğu Avrupa’daki sosyalist sistemi, İslam ülkelerinden oluşan bir yeşil kuşakla çevirme, kuşatma politikasıyla başlıyor.
ABD ve öteki emperyalist, kapitalist güçler dini, özellikle de İslam’ı, komünizme ve demokratik hareketlere, hatta ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir panzehir olarak gördüler. Bu anlayışla Cezayir’den Pakistan’a kadar olan Arap ve İslam coğrafyasında –Türkiye dahil- İslami hareketi sola ve ilerici demokratik hareketlere karşı örgütleyip eğitme çabasına giriştiler. Türkiye’de bu dönemde Ülkü Ocakları’nın yanı sıra Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri kuruldu. İnsanlar ırkçı-şoven ve bağnaz dinsel söylemlerle kışkırtıldı. 1960’lı yıllar Türkiye’de ve Kürdistan’da sol hareketin, işçi hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin barışçı biçimlerde gelişmeye başladığı yıllardı. Ama çok geçmeden, sola ve Kürt hareketine karşı devletin baskı mekanizmasının yanı sıra, yine devlet tarafından yönlendirilen sivil görünümlü ırkçı-dinci güçler devreye girdi. Bir sağ-sol kavgasının yanı sıra, şurda burda Alevi-Sünni kavgası biçiminde bir mezhep kavgası boy verdi ve çeşitli provokasyonlarla kışkırtılan bağnaz kesimler Alevilere, solculara, Kürt yurtseverlerine saldırtıldı. Maraş, Malatya, Çorum ve Sivas olayları bunun tipik örnekleri idi. Bu eylemlerin arkasında 1950’li yıllarda, bütün NATO ülkelerinde oluşturulan Kontrgerilla’nın eli vardı.
Bu dönemde iki sistemin (kapitalizmin ve sosyalizmin) önemli kapışma noktalarından biri Afganistan oldu. Yıllarca krallık rejimi altında nispeten istikrarlı, ama feodal-gelenekçi bir sistemle yönetilmiş olan Afganistan da, 2. Dünya Savaşı’nın ardından Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı saran devrim dalgasından etkilendi. 1973’te krallık askerler tarafından devrildi ve cumhuriyet kuruldu. Kurucular Sovyetlere yakın bir politika izlediler. Ancak 1979’da Hafızullah Amin adında sol sekter biri darbe yaptı ve işçi sınıfının henüz dişe dokunur bir varlığından söz edilemeyecek bu köylü ülkesinde, feodal toplumu sosyalizme dönüştürme iddiasıyla, koşullara denk düşmeyen bir maceraya girişti. Bu zamansız ve maceracı girişim kırsal kesimde yönetim karşıtı yoğun tepkilere yol açtı. ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve İran’ın büyük parasal ve askeri desteğiyle örgütlenen ve “mücahit” diye adlandırılan savaşçı grupların direnişi önce Hafızullah Amin’i, ardından yerine gelen ve Sovyetlerce desteklenen Babrak Karmal yönetimini götürdü. Tam da bu yıllarda bir çöküntünün eşiğine gelmiş olan Sovyetler, 1989’da askerlerini Afganistan’dan çekti. Sovyet yanlısı Afganistan yönetimi 1992’de çöktü ve ardından radikal İslamcı Taliban, yönetimi tümden ele geçirdi.
Taliban örgütü, söz konusu direniş yıllarında doğdu ve güçlendi, en büyük müttefiki ise El Kaide idi. Bu ikisi de ABD tarafından örgütlenip eğitilmiş, Suudi Arabistan ve diğer anti komünist güçler tarafından desteklenmiş, zaman içinde güçlenmişlerdi.
Ne var ki soğuk savaş döneminin ürünü olan, özellikle de sosyalist ve ilerici değerlere karşı bilenmiş bu örgütler, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistem bir bütün olarak çöküp dağılınca işsiz kaldılar. İslam adına sözde “dinsizler ve kâfirlerle” savaşa koşullanmış oldukları için yeni düşmanlar aradılar; buna en uygun düşen ise İslam’a yabancı yaşam tarzları ve İslam ülkelerini acımasızca sömüren sistemleriyle kapitalist-emperyalist ülkeler oldu ve terör işinde uzmanlaşmış, bu arada çeşitli ülkelere dal-budak salmış olan El Kaide, kendisini yaratana, efendisine döndü. Suudi Arabistan’da, Beyrut’ta, bazı Afrika ülkelerinde ABD siyasi misyonlarını ve kurumlarını vurdu. 2002’de bizzat ABD’nin kalbinde Pentagon’a ve İkiz Kuleler’e saldırdı. Daha sonra İstanbul da bu tür eylemlere sahne oldu.
ABD ve yandaşlarında şafak attı, ama artık iş işten geçmişti. Akrep besleyip başkalarının evine salanlar bu akreplerin bir gün çoğalıp yayılıp kendilerini de sokabileceğini hesap etmemişlerdi…
Güçlüler ve kurnazlar böyledir, onlar her şeyi gönüllerince dizayn edebileceklerini sanır, başkalarına tuzak kurar, sonra da bizzat kendileri bu tuzaklara takılır, kendi kazdıkları kuyulara düşerler. Dünyada ve tarihte bunun örnekleri çoktur.
ABD kendi eliyle yarattığı El Kaide’nin belasına böyle uğradı. Yine aynı ABD ve yandaşları, kendi elleriyle yaratıp iktidara getirdikleri Taliban’ın, Afgan toplumuna ve bizzat kendilerine yarattığı belalardan kurtulmak için, günü geldi Afganistan’ı işgal edip Taliban ve El Kaide ile sonu gelmez savaşlara giriştiler. Hâlâ da beladan kurtulmuş değiller.
Terör örgütlerinin arkasında çoğu zaman, onların eylemlerinden yarar bekleyen, bu nedenle onları besleyip yönlendiren devletler vardır. Ama terör iki yanı keskin kılıç gibidir ve günü gelir sahibini vurur. Bazen de işleri bittiğinde efendileri onları yalnız bırakır.
Özetlersek, El kaide adlı terör örgütü Bizzat ABD ve yandaşlarının 20. Yüzyılın ortalarından itibaren sosyalizme karşı izledikleri “Yeşil Kuşak Politikası”nın ürünüdür. Ayrıca El Kaide bu işte yalnız da değil; onun yanı sıra, bu dönemde beslenip büyütülen bir dizi terör örgütü yıllardır Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde eylem halindeler.
Onlar bunu sosyalist sistemi yıkma, solu dizginleme ve ilerici hareketleri engelleme adına yaptılar. Böylece bu ülkelerde yıllar içinde küllenmiş din ve mezhep savaşlarını da yeniden ateşlediler, bu ülkelerin dengelerini bozdular. Bizzat kendi ülkemizden de biliyoruz ki, 1960’lı yıllara gelinceye kadar bir Alevi-Sünni çatışması yoktu. Kent ve kasabalarda her iki inançtan insanlarımız evlerinde, iş yerlerinde komşu idiler ve belli bir hoşgörü oluşmuştu. Ama CIA’nın MİT’le paralel biçimde ve Kontrgerilla örgütü eliyle tezgahladığı provokasyonlar sonucu kısa sürede iki kesim arasında gergin bir ortam oluştu ve kanlı çatışmalar yaşandı.
Oysa ne sosyalist sistemin, ne kendi ülkelerindeki solun, ne de diğer ilerici demokrat güçlerin -insanlığı bir yana bırakın, ona zaten zararları olmazdı- kendilerine, yani kapitalist baylara bile bu kadar zararı olmazdı. Dünya sosyalist olsa onların bireysel kasaları elbet bu kadar dolmaz, ama canları da tehlikede olmazdı. Dünyamızda barışın huzurunu yaşar, başka insanlarla eşit olmanın bir felaket değil, tersine mutluluk olduğunu belki zamanla anlarlardı.
Ne yazık ki sosyalizm de sistemi sağlam temeller üzerine kuracak ve karşıdevrimi engelleyecek güce ulaşmamıştı; yenilgide karşı tarafın açtığı acımasız savaşın yanı sıra, kendi iç zaaflarının, kusurlarının da payı az değildi.
Evet, radikal İslam’ın son 50 yılda bu denli güçlenmesinin bir nedeni, soğuk savaş döneminde iki sistem arasında yaşanan bu amansız çekişmedir. Hem bu çekişme sırasında emperyalist güçler ve yandaşları dini radikal akımları bir panzehir gibi görüp alabildiğine kışkırttılar, hem de bu amansız mücadelenin sonunda sosyalist sistemin yenik düşmesi, eski sosyalist ülkeler dahil, dünyanın pek çok yerinde dini değerlerin yükselişine, din ve mezhep kavgalarına, ulusal çekişmelere yol açtı veya bu tür eğilimleri güçlendirdi. Diğer bir deyişle, ileriye yönelik değişim dalgası durunca, artık aşılmış sanılan, ama pusuda bekleyen eskiye ait değerler, geçmişin kiri-pası ve bunun yol açtığı çekişmeler öne çıktı. Bunların Yugoslavya’da, Kafkasya’da ve dünyanın başka yerlerinde nasıl kanlı kavgalara yol açtığını gördük. Şu anda Ukrayna’da bile yaşanan budur.
Öte yandan bugün Ortadoğu’da ve genel olarak Arap-İslam dünyasında yaşananları salt bununla açıklayamayız. Söz konusu çalkantılar, aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nın ardından bölgede kurulan sistemin çökmesi, statükonun yıkılmasıdır.
Buna da yazımın 3. Bölümünde değineceğim.
Ortadoğu’da Değişim, 3.Bölüm; 1. Dünya Savaşı’nın ardından bölgede kurulan sistemin çöküşü
Doğu Avrupa’da sistemin çöküşünün, dünyanın diğer bazı yerlerinde, bu arada Ortadoğu ve İslam dünyasında domino etkisi yapması kaçınılmazdı.
İran’da değişim daha Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki değişimden önce gerçekleşti. Kitlelerin direnişi sonucu 1979 yılında Şahlık diktatörlüğü yıkıldı, ama yerine bağnaz Mollalar yönetimi oluştu ve İran halkları umdukları özgürlük ve demokrasiye ulaşamadılar.
Arap İslam dünyasında ilk önemli değişim Irak’ta Baas rejiminin, diğer adıyla Saddam diktatörlüğünün yıkılışıyla başladı. Saddam, İran’la yıllar süren ve her iki taraf için de büyük insan kaybına ve maddi yıkıma yol açan savaşın ardından, 1990 yılında Kuveyt’e saldırdı. Bu ise onun en büyük hatası oldu. Saddam’ın daha önceki tüm yaptıklarına, özellikle de Kürt halkına karşı işlediği insanlık dışı suçlara, örneğin yaklaşık 190 bin kişinin yok edildiği “Enfal”e, Halepçe’de kimyasal silah kullanımı sonucu yapılan kitlesel kırıma (5000 kişinin ölümüne yol açmıştı) sessiz kalan ABD, İngiltere ve bölgedeki Arap rejimleri, petrolü ve kendilerini güvenceye almak ve Saddam’ı cezalandırmak için ortaklaşa harekete geçtiler. Saddam yenilip Kuveyt’ten çekildi, 36. Paralel’in kuzeyinde BM’nin oluşturduğu uçuşa yasak, yani nispeten güvenli bölgede Kürtler yerel yönetimlerini oluşturdular ve tek yanlı federasyon ilan ettiler. Saddam büyük yara aldı.
2002’de New York ve Washington’da yaşanan El Kaide saldırısının ardından ABD, yaşadığı şok ve öfkeyle Ortadoğu bölgesinde yeniden harekete geçti. Önce Afganistan, ardından Irak işgali edildi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ortaya kondu. Bununla sözde Ortadoğu ve Kuzey Afrika demokratikleşecekti. Oysa ABD’nin asıl amacı, bir dönem kendi eliyle yaratmış olduğu El Kaide, Taliban ve benzeri radikal İslamcı örgüt ve yönetimleri cezalandırmak, yerlerine daha ılımlı ve Batı yanlısı rejimler geçirmek, bunun yanı sıra bölgede kendisi için pürüz olarak gördüğü Irak, Suriye, İran, Libya ve benzeri rejimleri değiştirmekti. (1)
Bu amaçla başlatılan Afgan savaşı uzun sürdü, tam bir bataklığa dönüştü. 2003’te Irak’a yönelik başlatılan 2. Körfez Savaşı ile Irak ordusunun kısa sürede çökertilmesi ve Bağdat’ın düşmesi oldukça hızlı ve kolay gerçekleşti. Ama ülkenin kontrolü bu kadar kolay olmadı. Halk oyuyla benimsenen yeni Irak anayasasına ve serbest seçimler sonucu oluşan parlamento ve hükümete rağmen Saddam yanlıları direnişlerini değişik biçimlerde sürdürdüler. Buna, ülkeye sızan El Kaide terörü eklendi. Böylece Amerikan işgaline karşı başlayan ve daha çok Baasçılara ve Sünni kesime dayanan direniş, aynı zamanda yeni Şii yönetimini hedef aldı ve yoğun terör eylemleriyle sürüp geldi. Sonunda Irak da Afganistan benzeri bir batağa döndü ve ABD çareyi askerlerini çekmekte buldu. Irak’ın en sakin bölgesi, federal bir yönetim oluşturan ve ekonomik, sosyal, kültürel önemli bir gelişme gösteren kuzeydeki Kürdistan Bölgesi oldu.
Sıranın Suriye ve İran’a gelmesi beklenirken, Afganistan ve Irak’ta karşılaştıkları zorluklar nedeniyle ABD ve İngiltere’nin hızı kesildi; Arap İslam dünyasındaki değişim dalgası başka türlü, Tunus’ta başlayan, sonra Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’ye geçen halk ayaklanması ile yol alır oldu. Buna “Arap Baharı” dendi.
Bu değişimi, özellikle de “Arap Baharı” denen bu sonuncu dalgayı salt ABD ve yandaşlarının oyun ve planlarının ürünü saymak, dünyada değişen durumun ve bu toplumların kendi iç dinamiklerinin etkisini hiçe saymak olur. İç ve dış koşullardaki değişimin İslam ve Arap dünyasını da etkilemesi kaçınılmazdı ve son on yılda yaşanan budur. Kuşkusuz, bu halk hareketleriyle bu ülkelerin bir bölümünde onlarca yıldır hüküm süren diktatörlükler yıkılıp gitse de yerlerine demokratik rejimlerin geçmesi o kadar kolay değil. Taşlar yerine oturuncaya kadar sürecin bu toplumlar bakımından inişli çıkışlı ve acılı olacağını tahmin etmek zor değil.
Bu kapsamda süreç devam ediyor. 1. Dünya savaşının ardından bölgede oluşan Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi birçok krallık ve emirlik hâlâ son değişim dalgasından etkilenmedi. Ama sıranın onlara geleceğine de kuşku yok.
Libya ve Mısır’daki değişim oldukça kanlı oldu ve bu durum hâlâ sürüyor. Suriye’deki iç çatışma daha da kanlı olmakta. Suriye’de Esad rejiminin kısa sürede çökmesi beklenirken oldukça dirençli çıktı. Bazı dış ve iç etkenler bir bakıma onun ömrünü uzatmakta. Bunlardan biri Rusya’nın verdiği destektir. Rusya Doğu Akdeniz’deki donanması için başlıca güvenilir liman olan bu ülkeyi de ABD’ye kaptırmak istemiyor. Suriye rejiminin diğer önemli dostu ise İran’dır. Yıllardır Suriye yönetimi, Irak’taki Maliki rejimi ve Lübnan Hizbullahı ile birlikte bölgede bir Şii aksı oluşturan İran, Suriye rejimi çökünce bu aksın dağılacağını ve sıranın kendisine geleceğini biliyor; bu nedenle Maliki rejimi ve Hizbullah’la birlikte Şam’daki merkezi yönetimi muhaliflere karşı can havliyle savunuyor.
Esad yönetiminin ömrünün uzamasının diğer bir nedeni ise muhalefet safları içinde radikal İslamcı unsurların, özellikle de El Nusra ve IŞİD gibilerin etkisinin artması nedeniyle hem ABD ve Batı Avrupalı ortaklarının, hem de İsrail’in tutumunun değişmesidir. Onlar, Esad rejimine karşı olsalar bile, yerine daha kötüsünün gelmesini elbet istemezler. Bu nedenle başlangıçta Türkiye ile birlikte, bu rejimi devirmekte pek arzulu olan söz konusu güçler, daha sonra desteklerini azalttı, ya da kestiler. Esad rejiminin devrilmesini her şeyin önüne koyan Türkiye ise bu işte bir başına kaldı.
Öyle olunca Suriye’de güçler arasında bir bakıma pata durumu oluştu ve bu nedenle her türlü ölçüden, kuraldan uzak bu acımasız savaş uzamakta, bu ülkeye, Suriye halkına çok büyük bedellere mal olmakta. 160 bin dolayında insan daha şimdiden hayatını kaybetti. Milyonlarca insan ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalırken milyonlarcası komşu ülkelere sığındı. Şam, Halep dahil, kentler, kasaba ve köyler yerle bir olmakta. Büyük devletler ve BM dahil, uluslar arası kuruluşlar Suriye halkının yaşadığı bu trajediyi adeta seyretmekle yetinmekte.
Oysa Suriye sorununun çözümü BM’nin müdahalesini gerektiriyor ve bu işte ABD ve Rusya kilit bir rol oynayabilirler. Yapılması gereken Esad’ın iktidardan feragatı ve tarafların uzlaşması ile demokratik federal bir Suriye’nin oluşmasıdır. Bu saatten sonra artık Esad’ın ve onun Baas Partisi’nin duruma hakim olması, yönetimini sürdürmesi mümkün değil. Yeni ve demokratik bir anayasa yapılmalı, temel insan hakları gibi, Sünni ve Nusayri Araplar, Kürtler, Dürziler, Hıristiyan gruplar dahil, ülkedeki tüm etnik grupların haklarını tanıyacak federe bir Suriye oluşmalı; serbest seçimlerle yeni merkezi ve yerel bölge yönetimleri oluşmalıdır. Biz başından beri buna işaret ediyoruz. Ne yazık ki söz konusu iki devlet (ABD ve Rusya) bugüne kadar bu sorumluluğu göstermediler, bu nedenle Cenevre görüşmeleri başarısız oldu.
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) denen örgütün adı bu koşullarda öne çıktı. Önce Irak’taki terör ortamında adından söz edilen örgüt, Suriye iç savaşının başlamasının ardından bu ülkede kendisine uygun zemin buldu ve Irak’ta olduğu gibi burada da özellikle Sünni Arap kesimi arasında taban edindi; Irak sınırındaki Dêra Zor’dan Rakka’ya, Türkiye sınırına kadar olan alanda etkili oldu. Kendisi de El Kaide’nin bir bileşeni olmasına rağmen, bölgede egemenlik sağlama yarışı nedeniyle yolları önce El Kaideci El Nusra ile ayrıldı ve El Kaide’den koptu. Suudi Arabistan’dan, Katar ve öteki Körfez emirliklerinden destek aldığı söylenen örgüt militanlarını, Çeçenler dahil, dünyanın dört bir yanındaki radikal İslamcı unsurlardan devşirmekte.
Suriye iç savaşında güçlenen ve küçümsenmeyecek bir alanda denetim sağlayan, militan sayısı 15-20 bin dolaylarına ulaşan örgüt, ardından Irak’ın Sünni bölgesinde harekete geçti. Önce, beklenmedik bir atakla Musul’u ele geçirdi. Maliki rejiminin bu bölgede olan ve sayısı 60 bin dolayında olduğu belirtilen ordusu, hiçbir direniş göstermeyerek ve ağır silahlarını da bırakarak Musul’dan kaçtı. Bunu izleyen gelişmeler tazedir. IŞİD Musul’un ardından Irak’ın Sünni Arap olan diğer bölgelerine de ilerledi ve ciddi bir direnişle karşılaşmadı. Aslında IŞİD bu işte tek başına değil. Baas Partisi’nin kalıntılarının, özellikle Sünni Arap aşiretlerinin desteğine sahip. Diğer bir deyişle, bu bir koalisyon. Böylece Irak’ın orta bölgelerinde nüfusun ağırlığını oluşturan Sünni kesimi bu bölgede kendi egemenliğini kuruyor.
Bu durumda Irak’ın üçe bölünme süreci yaşanıyor: Ya Şii, Sünni Arap bölgeleri ve Kürdistan’dan oluşan üç devletli bir konfederasyon oluşacak, ya da tümüyle üç ayrı devlet. Bütün bu yaşananlardan sonra Irak’ın birliğini sağlamak, geçmişe dönmek mümkün değil.
Suriye’de de benzer bir durum yaşandığını, bu saatten sonra bu ülkede ya federal ve demokratik bir birliğin, ya da ayrı birkaç devletin oluşmasının ötesinde bir çözümün mümkün olmadığı düşünülürse ortaya çıkan manzara şudur: Ortadoğu’da 1. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan sistem çökmekte. Savaş içinde ve sonunda, emperyalist güçlerin çıkarlarına uygun olarak cetvel ve pergelle masa başında çizilen sınırlar artık hükmünü kaybediyor. Bölge, mevcut etnik renklere, halkların taleplerine uygun olarak yeni bir biçim kazanacak ve Kürt halkı da özgürleşecek, kendi kendisini yönetecek.
Böylesi bir gelişmeyi, çok geçerli bir ezber ve alışkanlıkla emperyalist güçlerin, ya da ABD’nin oyunu saymak da yanlış olur. Bu gelişme asıl olarak bölge halklarının özgürlük, demokrasi ve eşitlik taleplerinin ve bu yöndeki mücadelelerinin ürünüdür ve tarihin akışına uygundur. Bu akışa 90-100 yıl kadar önce çekilen duvarın, oluşturulan engelin ömrü buraya kadardı. Duvar artık yıkılıyor ve su yolunu buluyor. Elbet bu aşamada da ABD ve öteki büyük devletler, bölgedeki güçler dahil herkes kendi çıkarları yönünde çaba gösterecek ve bölge sonuçta tüm bu güçlerin çekişmesine, ulusal ve uluslararası güç dengelerine bağlı olarak biçimlenecektir.
----------------------------------------------
(1) ABD’nin ve Batı Avrupalıların aynı dönemde Türkiye’de güçlenip seçimleri kazanan AK Parti’yi desteklemelerinin nedeni de budur. ABD ve AB, İslamcı gelenekten gelen AK Parti konusunda belli kaygılar taşısalar da onu, çok partili demokratik hayatla bağdaşan ılımlı İslam olarak gördüler, hatta diğer İslam ülkelerine uygun bir örnek olarak sunmaya çalıştılar. Bu nedenle Kemalist kesimin laiklik adına kopardığı gürültüye aldırmadılar. Sosyalist sistemin çökmesiyle artık cuntalara ve 1950’li yılların ürünü Kontrgerilla örgütüne de ihtiyaçları kalmamıştı. NATO ülkelerindeki Kontrgerilla’nın kolları bir bir tasfiye edildi. Türkiye’deki kol ise Ergenekon’a dönüşüp yoluna devam etti; Türk devleti özellikle Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaş nedeniyle ona gerek duydu. Darbeciler ve Ergenekoncular ABD’den ve bir bütün olarak NATO’dan destek alamayınca ona karşı soğudular. Pek “laik” geçinmelerine ve sözde bu kaygı ve endişe ile, dinci-gerici saydıkları AK Parti’nin seçim başarısını engelleme çabalarına, bunu başaramayınca da AK Parti hükümetini bir an önce devirmek için yanıp tutuşmalarına rağmen, yüzlerini Rusya, Çin hatta Mollalar İranı’na dönmelerinin nedeni buydu.
Ancak AK Parti’nin daha sonra Filistin’in hamisi kesilip İsrail’e karşı oldukça sert davranması, böylece taraf haline gelmesi; AB’ye ilişkin yapması gerekenleri aksatırken ona zaman zaman posta koyması; hatta Erdoğan’ın Şanghay Beşlisi’ne ilişkin “bizi aranıza alın” tarzındaki açıklamaları, ABD ve AB’nin Ak Parti’ye olan sempatisini azalttı ve onun öyle sanıldığı kadar da ılımlı olmadığı biçiminde bir izlenim yarattı.
|
|
|
|