|
Linç güruhuna cevap-2 AK Parti’ye ne ölçüde ve niçin destek verdim?
|
2012-02-05 22:55
|
Kemal Burkay
|
|
Linç güruhuna cevap
2.
AK Parti’ye ne ölçüde ve niçin destek verdim?
Geldiğimden beri bana karşı bir kampanya başlatan ve giderek iftira ve tehditlerle bunu tam bir linçe dönüştüren söz konusu güruhun iddialarından biri de benim AK Parti politikalarına destek verdiğimdir. Bir de buna bakalım: Bu ne biçim bir destek, ne ölçüde ve niçin?
AK Parti 2002 yılında, yani 10 yıl önce genel seçimleri kazandı ve hükümet oldu. O günden beri AK Parti hükümetinin izlediği politikalara konuşma ve yazılarımda zaman zaman değinirim. Beni izleyenler bilirler. Ecevit’i, Çiller’i, MHP’yi, ANAP’ı barajın altına süpürüp AKP’yi yüzde 35 oyla ve büyük bir çoğunlukla tek başına iktidar yapan 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından yazdığım “ AKP için hem ağır yük, hem şans… ” başlıklı yazıda şöyle demiştim:
“Seçim bu haliyle son derece olumludur. Kitleler için bir başarıdır, bundan öte zaferdir. Gidenler gitmeyi çoktan hak etmişlerdi. Silinip süpürülmeleri ne kadar hoş! (…)
“Ya 363 gibi ezici bir sayıyla iktidar olan AKP? O bu zaferi ne kadar hak etmişti veya, ülkenin sorunları konusunda ne kadar umut veriyor? Bu konuda da iyimser olmak için ne yazık ki henüz görünürde bir şey yok.”
Söz konusu yazıda AK Parti’nin bir tahlilini yapmış ve Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin çözüm bekleyen sorunlarından söz ederek şöyle demiştim:
“AKP seçimleri bu kadar büyük farkla kazanmakla hem büyük bir yükün altına girdi, hem de bu onun için, kendisinin ve ülkenin yolunu açmak için önemli bir şans..
Bakalım bu şansı kullanabilecek mi, bu ileri görüşlülüğü ve cesareti gösterebilecek mi; yoksa tutuculukla değişim arasında, iki arada bir derede mi kalacak?.
Toplumsal değişim belli koşullarda kendini dayatır. Böyle durumlarda değişimin sözcüsü veya manivelası olmak için ille de köklü devrimci bir geçmişe sahip olmak ya da reformcu iddialarla yola çıkmak gerekmez. Tarih bazan böyle fırsatları liderlerin ve partilerin ayağına getirir; ama o niteliklere sahip değillerse fırsatlar geçip gider ve yazık olur!.”
Görüldüğü üzere, AK Parti konusunda ne iyimser, ne de kötümserdim; önyargılı değildim. Değişimin Türkiye’nin kapısını çaldığını, seçimlerde sahneden silinenlerin bu değişim ihtiyacına cevap veremedikleri için bu duruma düştüklerini, AK Parti içinse bir fırsat söz konusu olduğunu söyledim.
Geçen 10 yıl içinde AK Parti bu fırsatı ne ölçüde kullandı? Değişime ne ölçüde cevap Verdi? Kanımca AK Parti, birçoklarınca beklenmeyen olumlu, ileri adımlar attı, bunun yanı sıra zaman zaman durdu, geriledi, yanlışlar da yaptı.
Kimileri AK Parti’nin olumlu adımlarına bakarak bunu bir devrim saydılar. Kimileri ise politikalarını AK Parti karşıtlığı üzerine inşa etmişlerdi, örnyargılı idiler; bu nedenle hiçbir olumlu adıma destek vermediler, yapılan her şeye bir kulp taktılar, kötülemekle yetindiler.
Bana gelince, bu on yıllık süreç boyunca AK Parti’ye yönelik önyargısız tavrımı sürdürdüm. AK Parti’nin olumlu adımlarını destekledim, yanlışlarını ve geri adımlarını eleştirdim.
Örneğin AK Parti, 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’i açtığı zaman bunu olumlu, önemli bir adım saydım. Bu bizim de taleplerimizden biriydi.
AK Parti açılım sürecini başlattığı zaman bunu Türk devlet siyasetinde bir kırılma noktası saydım; çünkü hem Cumhurbaşkanı Gül, hem Başbakan Erdoğan, “ülkemizin en büyük sorunu Kürt sorunudur, o çözülmeden ülke düze çıkamaz; bu sorun bugüne kadar izlenen şiddet yöntemleriyle çözülmez,” dediler ve çatışmaya son vermeye yönelik bir süreç başlattılar. Bunu destekledim.
AK Parti 2004’ten itibaren yoğunlaşan cunta girişimlerine karşı dik durduğu, darbecilerin üzerine gittiği zaman da destekledim. Ergenekon davası bu kapsamda, darbecilerden hesap sorulması ve ülkenin, devlet içinde yuvalanmış çetelerden arındırılması bakımından son derece önemliydi. Askeri vesayeti geriletici adımlara, 2010 yılındaki Anayasa değişikliği referandumuna destek verdim. Bence her demokrat insanın bunu yapması gerekirdi. Yanlış olan bu tutum değil, darbecilere açık veya gizli destek vermekti, askeri vesayeti korumak için çırpınan statükocu güçlerin yanında yer almaktı, 12 Eylül Anayasasına sahip çıkmaktı, Ergenekonculara kol kanat germekti.
Çetelerin pıtrak gibi ortaya serildiği 2006 yılında yazdığım, “Çetelerle Mücadelede Hükümete Destek Vermeli” başlıklı yazıda şöyle diyordum:
“Önceki yazımda, hükümetin, belki de artık kaçacak yeri kalmadığı için, kendisini savunmak için, çetelerin üstüne gittiğini yazmıştım. Öyle de olsa bu olumlu bir şey, iyi bir fırsat. Başka konularda görüş ayrılıklarımız ne olursa olsun bu konuda hükümete destek vermek gerek. Polis belki de yıllardır ilk kez olumlu bir iş yapıyor. Ne hükümetin bazı dinci takıntıları, tutarsızlıkları, ne polisin geçmişteki kötü sicili, bugün çeteler konusundaki olumlu çabalara destek vermeye engel olmamalı.
Hükümet bu alanda ne kadar kararlı olur, bu çabalar ne sonuç verir, ayrı bir mesele; ama şu anda yapılması gereken, çetelerin ortaya serilmesine ve hesap sorulmasına yönelik her olumlu adıma destek vermektir. Tereddüt edecek zaman değil.”
2007’de Abdullah Gül’ün seçimini engellemek için, 367 oy engeli dahil, olmadık oyun ve dalaverelere başvuran, Gül’ün eşinin türbanlı oluşunu sömürüp bunu irticanın alameti gibi sunanlara karşı tavır aldım, hatta, “Neden başı türbanlı bir kadın cumhurbaşkanı olmasın?” başlıklı bir yazı yazdım. Başı türbanlı bir kadın pekâlâ değişimci, başı açık bir kadın da faşist olabilir, keramet saçta veya başörtüsünde değil, dedim.
Erdoğan Dersim olayıyla ilgili olarak “Bu bir katliamdır” deyip devlet adına özür dilediği zaman, bunu onurlu, yürekli, tarihi bir adım saydım.
Evet, tüm bu konularda statükocu güçlerle ters düştük. Onlar Kürt açılımına, TRT-Şeş’e, askeri vesayetin geriletilmesine karşı çıktılar, Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme yönündeki çabaların önünde duvar örmeye çalıştılar, Ergenekonculara, darbecilere kol kanat gerdiler. Laiklik adına başı örtülü kadınları kamusal hayatın dışına itmeye çalıştılar.
Öte yandan, AK Parti’nin başlattığı açılım sürecine ilişkin olarak hiç de aşırı iyimser ve hayalci olmadım. Açılım sürecinin daha başında kaleme aldığım “Koşullar çözüm için elverişli mi?” ve “Kelepir fiyatına çözüm” başlıklı iki yazıda bu görüşlerimi dile getirdim; hem statükocu güçlerin çözüme kolay kolay fırsat tanımayacaklarını, hem de AK Parti’nin, sorunun gerçek boyutlarına uygun köklü bir çözümü düşünmediğini belirttim. Ne yazık ki bunda yanılmadım, statükocu güçler açılım sürecine karşı sert bir direniş gösterdiler ve AK Parti durakladı, süreç tıkandı. Bu aşamada, yeterince kararlı davranmayan AK Parti’yi eleştirdim.
Erdoğan “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır,” biçiminde,bir önceki söylediklerine aykırı biçimde geri adım attığı zaman eleştirdim ve “Kürt sorunu yoktur diyenler bu sorunu nasıl çözecek?” başlıklı bir yazı yazdım.
AK Parti hükümeti’nin, 2003’te Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a asker göndermesi için meclise tezkere sunmasına şiddetle karşı çıktım, Partim bu yönde kampanya yürüttü; böylece kamuoyunun aydınlanmasına ve sınır ötesi harekâta karşı çıkmasına katkıda bulunduk. Bizzat AK Parti içinden kaşı çıkanlarla bu tezkere Meclis’te reddedildi.
Hükümeti, 2003’te Kıbrıs konusunda çözümsüzlük yanlısı Denktaş ve yandaşlarına hayır diyemediği için eleştirdim.
“Topluma Kazandırma” veya “Eve dönüş Yasası” adı altında yeni bir teslimiyet ve itirafçılık yasası çıkarıldığı zaman, bunu “Toplumu Kandırma Yasası” diye niteledim, şiddetle eleştirdim ve aynı başlık altında yazdığım yazıda şunları önerdim:
İşe 12 Eylül Cunta Anayasası´nı değiştirmekle başlamak gerekir. Bu deli gömleği bir yana atılıp yeni ve demokratik bir anayasa yapılmalı. Kürt kimliği anayasada kabul edilmeli. Bu ülke, 1920‘lerin başında Mustafa Kemal´in de dile getirdiği gibi başlıca iki halktan Türklerden ve Kürtlerden oluşuyor. Anayasa da, ülkenin tüm siyasal ve kültürel yapılanması da buna uygun düşmeli.
Kürtlerin varlığı ve hakları anayasal güvenceye alınmalı.
Eşitlik temelinde bir çözüm gerekir, bu da federasyondur.
Kürtçe Türkçe´nin yanı sıra resmi dil olmalı.
İlkokuldan üniversiteye kadar Kürt okulları açılmalı.
Basın-yayın, resmi ve özel televizyonlar zaman kısıtlaması olmadan Kürtçe yayın da yapabilmeli.
Okullardan zorunlu din dersini kaldırmadığı, cemevlerinin statüsünü tanımadığı; seçim barajını düşürmediği, Ceza Kanunu’ndaki basın ve düşünce özgürlüğünü sınırlmayan 301 ve benzeri maddelere dokunmadığı için hükümeti sık sık eleştirdim.
Önyargılı olmadım
Önyargılarının tutsağı olanlar beni anlayamazlar
Özetle, yalnızca ülkeye geldiğim son 6 aylık dönemde değil, AK Parti’nin hükümet olduğu şu son 10 yıllık dönemde benim tutumum budur. Önyargılı olmadım; hükümetin olumlu adımlarını destekledim, yanlışlarını, geri adımlarını ise zaman zaman sert biçimde eleştirdim. Son on yılda haftalık Dema Nu gazetesinde ve Dengê Kurdistan sitesi başta olmak üzere, çeşitli sitelerde ve gazetelerde yayımlanan yazılarım, onlarca TV konuşmam bunun kanıtlarıdır.
Ama diyelim ki bu adamlar son on yılda ne söyleyip ne yazdığımı bilmiyorlar, beni izlemediler, buna rağmen, araştırıp soruşturma gereğini de duymadan sorumsuzca ahkam kesiyorlar. Ya da balık hafızalılar, unuttular… Ama dönüşümden sonra son altı ayda söylediklerimden de mi haberleri yok? Örneğin KCK davasındaki tutuklamalar nedeniyle, hemen her konuşmamda ve yazımda hükümeti eleştirdim, “madem PKK’ya silah bıraktırmak, dağdakileri indirmek indiriyorsun, neden ovadakileri tutukluyorsun? Bu yanlıştır,” dedim. Buna rağmen muarızlarım, kör kör parmağım gözüne, “Neden KCK operasyonlarını eleştirmiyorsun?” diyebiliyorlar! Bu bir yana, Uludere Robozki köyü katliamı ile ilgili yazım, orada, Dengê Kurdistan sitesindeki köşemde asılıyken, “Neden Uludere’den söz etmiyorsun?” diyebiliyorlar?
Tüm bunlar iyi niyetle veya balık hafıza ile izah edilebilir mi? Besbelli bu adamlar hinoğluhinler ve ar damarları çatlamış. Siyasetlerini AK Parti düşmanlığı üzerine kurmuş oldukları için, benim bu objektif tutumum onları tatmin etmiyor. Bunlar iflah olmaz statükocu, militarist ve şoven çevrelerdir, onların yanı sıra PKK’lı linç güruhudur. Bunları anlıyorum,, başka türlü davranmaları şaşırtıcı olurdu.
Bir bölüm eski solcu arkadaş…
Ama ilginçtir, bu koroya katılanlar arasında bir dönem aynı saflarda, baskıya zulme karşı mücadele ettiğimiz, en azından benim öyle sandığım eski solcuların bir bölümü de var. Bu eski solcu arkadaşlar, CHP ile, Kemalist ve “ulusalcı” denen kesimle pek güzel anlaşıyorlar da ülkenin dindar yurttaşlarına yönelik takıntılarından bir türlü kurtulamıyorlar. Onlar bu ülkenin dindar insanlarını bir kez, 30-40 yıl öncesinden, ya da kal u beladan beri, gerici diye etiketlemişler ve bu ezberden bir türlü vazgeçemiyorlar. Onlara göre dindarlar (elbet Sunni Müslüman olanlar) Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta; hatta Kerbela’da ve Yavuz zamanından beri, ülkücülerle birlikte solculara ve Alevilere saldıranlardır…
Bu solcu arkadaşlar aradan geçen 30 yılda köprülerin altından akan nice suların ve dindar kesimde meydana gelen değişimin adeta farkında değiller.
Bunlar şu son on yılda Kürt sorunu başta olmak üzere tartışma ortamının nasıl geliştiğinin, bu sorunun cümle TV kanallarında ve günlük gazetelerde tartışıldığının sanki farkında değiller…
Bu arkadaşlar, daha 2-3 yıl öncesi Beytüşşebap’ta kitapevine bomba atarken suçüstü yakalanan onbaşılardan bile hesap sorulamadığını unutuyor ve şimdi nice generalin, orgeneralin sivil yargıya hesap verdiklerini, darbe ve Ergenekon davalarında yargılandıklarını görmezden geliyor ve ya bunun önemini (örneğin beyaz renoların artık keyiflerince dolaşıp yargısız infaz yapamadığını) anlamıyorlar.
Bu arkadaşlar, son dönemde bizzat TRT ekranlarında 1977 1 Mayısı’nın, Maraş, Çorum, Sivas olaylarının ve benzeri nice provokasyonun üstündeki perdenin aralanmasına ve bu olayların içyüzünün sorgulanmasına yönelik programların, bu olaylarda derin devletin ve onun nice cinayetler işlemiş olan parçası Kontrgerilla’nın rolünün ortaya dökülmesi anlamına geldiğini ya görmezden geliyor, ya da önemini kavramıyorlar. Bu arkadaşlar geçmişte de tüm bu provokasyonlar olurken Kontrgerilla’nın işin içinde olduğunu ya görmediler ya da tez unuttular…
Bu arkadaşlar 12 Eylül’ün baş sorumlularının, ancak son Anayasa değişikliği ve referandum sayesinde bugün yargılanmakta olduğunu sanki görmüyorlar.
Bütün bu olumlu adımlarda AK Parti’nin önemli payı ve rolü olduğu yadsınabilir mi?
Ama ne gariptir ki bu arkadaşlar bütün bunları görmezden bilmezden geliyorlar. Önyargılarına tutsak olmuşlar. Eski solcu bildiğimiz bazılarının, Perinçek ve Yalçın Küçük gibilerinin Ergenekon davasında yargılanmaları banim açımdan hiç sürpriz olmadı. Bazı provokatör ve düşük kişilerin bana yönelik her karalamasını, her iftirayı -nerden bulup buluşturuyorlarsa- sayfalarında veren ODA TV mensuplarının bu davadan sorgulanması da beni şaşırtmadı… Ama, bu tür bağlantıları olmayan bir bölüm eski solcu arkadaş da önyargıları nedeniyle statüko cephesinin yanına, Ergenekoncular için dertlenip tasalanacak konumlara düştüler…
Böyleleri sol adına acınacak durumdalar.
Bu kesimin bana karşı kuşkulu yaklaşımının, bir bölümünün ise açıkça cephe açmasının bir nedeni işte budur. Onlar gibi düşünmüyorsam demek ki AK Parti’nin adamıyım…
Bir nedeni budur, ama tek nedeni değildir. Bunlar arasında güçlünün yanında olmayı marifet sayanlar, PKK’ye yaslanarak idame-i hayat edenler, odun kırıcının hınk deyicileri de var. Kürt halkına destek olayım derken, böylesine bir iyi niyetle PKK’ye, vakti zamanında Kürt hareketine devlet tarafından sokulmuş ve hâlâ da aynı devletin derin kanadı tarafından yönlendirilmekte olan bu hastalığa destek verenler de var. Bu konuya gelecek yazılarımda yeri geldiğinde değineceğim.
(Devam edecek)
|
|
|
|