|
Kürt sorununda strateji değişikliği mi?
|
2012-04-04 12:21
|
Kemal Burkay
|
|
Son günlerde hükümetin Kürt sorununda bir strateji değişikliğine gittiğine ilişkin haberler var ve bu konuda yoğun bir tartışma yaşanmakta. Haberler, hükümetin artık Öcalan ve PKK ile görüşme yöntemine son verdiği ve bundan böyle BDP’yi muhatap alacağı biçiminde.
İçinde Başbakan yardımcıları Arınç, Atalay ve hükümet sözcüsü Çelik’in de olduğu önde gelen hükümet mensupları bu haberi onaylamadılar, bir strateji değişikliğinin söz konusu olmadığını, hükümetin zaten öteden beri izlediği tutumu sürdürdüğünü söylediler. Ancak Başbakan Erdoğan uçakta basın mensuplarına,“Terörle mücadeleye devam, parlamentodaki uzantıları ile ise görüşme” yöntemini izleyeceklerini açıklayınca, çoğu kişi bunu bir strateji değişikliğinin kanıtı olarak yorumladı.
Peki gerçek durum ne, buna bakıp bir strateji değişikliğinden söz edilebilir mi? Ve eğer bir değişiklik varsa bu nasıl bir şey?
Bilindiği gibi, hem Öcalan daha Suriye’de iken, hem de oradan çıkarıldıktan sonra devlet onunla ve diğer PKK yetkilileri ile, bazen subaylar ve MİT elemanları vasıtasıyla, bazen bazı “güvenilir” gazeteciler yoluyla görüşmekte idi. O zaman bu görüşmelerden amaç PKK’ ye silah bıraktırmak, en azından tek yanlı ateşkese ve Öcalan’ı Türkiye’ye dönmeye ikna etmekti.
Öcalan yakalanıp İmralı’ya konduktan sonra ise zaten bu görüşmeler rutin hale geldi. Öcalan İmralı’da asker kontrolünde idi. Bu ilişki Genelkurmay’ın planlarına uygun olarak JİTEM ve Ergenekon gibi derin askeri yapılar üzerinden yürütülmekte ve bu kesimin tercihine uygun olarak PKK yeniden dizayn edilip politika ve eylemlerine yön verilmekte idi. MİT güdümündeki KCK örgütlenmesi de bu aşamanın ürünüdür.
Bu ilişki, 4-5 yıl süreyle pürüzsüz işledi. Ama 2002 yılında AK Parti’nin seçimleri kazanıp hükümetin değişmesi ile işin rengi değişti. Bunu içlerine sindiremeyen askerler cunta hazırlıklarına başladılar. Bu kapsamda, daha önceki darbeler öncesinde de yaptıkları gibi, ortalığı karıştırıp kamuoyunu hazırlamak için psikolojik bir savaş başlattılar, provokatif eylemlere giriştiler ve bu kapsamda “PKK terörü”ne de gerek duydular. Bu nedenle, silahları susturmuş, tam bir barış güvercinine dönüşmüş olan PKK birden şahinleşti ve orda burda, çoğu güdümlü, şike çatışmalar başladı.
Bu aşamadan itibaren AK Parti hükümeti, bir yandan darbe girişimlerini boşa çıkartmak için darbecilerin üzerine gider, JİTEM’e ve Ergenekon’a yönelik operasyonlar başlatırken, öte yandan İmralı’daki Öcalan’ın ve PKK’nin denetimini ele geçirmek için de harekete geçti ve bu konuda hükümetle asker arasında amansız bir bilek güreşi başladı.
Bu çekişmede süreç hükümetten yana işledi. Zamanla İmralı’daki askeri kuşatma bir dereceye kadar kırıldı, Öcalan ve PKK ile ilişkiler hükümete yakın sivil MİT elemanlarınca sağlanır oldu. Oslo süreci başladı. Öyle olunca, yıllar yılı askerin gücü konusunda bir kuşkusu olmayan ve askerden yana oynayıp hükümeti suçlayan Öcalan, güç dengesinin değiştiğini fark edip tavır değiştirdi. Kendi durumunun iyileştirilmesi, ev hapsine alınması karşılığında, çatışmanın sona erdirilmesi konusunda hükümetle anlaştı. Devletle anlaştığını, “tarihin en büyük Kürt antlaşmasını yaptığını” ileri sürdü ve “artık halk savaşına gerek kalmadığını” söyledi.
Ne var ki bu kez “Yüce Başkan”ın direktifi uygulanmadı. O güne kadar Serok’u yere göğe sığdırmayan, “güneş”leştiren, onun saç ve burun sorunları yüzünden kitleleri seferber eden Kandil’deki paşalar, bu kez Öcalan’ı pay pas ettiler, sözünü yere çaldılar. Seçim sonrası, yeni bir anayasa çalışmasının gündeme girdiği, herkesin diyalog ve barışçı çözüm yönünde yeni adımlar beklediği bir ortamda zincirleme silahlı eylemler başlatıp ortamı sabote ettiler. Bir başka deyişle, PKK şefleri yumuşamayı, diyalogu ve barışçı çözümü değil, kaosu tercih ettiler. Bunun, Kürt halkının değil, çatışmaya oynayan Ergenekoncu güçlerin bir tercihi olduğuna ve onların, PKK içindeki güçlü elleriyle bunu sağladıklarına kuşkum yoktu. O dönemde yazdığım, “Kaosu kim ister” başlıklı yazımda bunu dile getirmiştim.
Söz konusu dönemde, yani MİT eliyle görüşmelerin sürdüğü bir aşamada, bir yandan ordu tarafından zaman zaman hayata geçirilen nokta operasyonları, diğer yandan süregelen KCK tutuklamaları ve bunların oynadığı kışkırtıcı rol, haklı olarak akla gelebilir. Elbet, bütün bunlar da Kürt tarafı bakımından güven sarsıcı gelişmelerdi ve hükümetin, tüm bu gelişmeler bakımından sorumluluk taşıdığı yadsınamaz.
Bu sürecin sabote edilmesine, bölgedeki yeni gelişmeler nedeniyle Türkiye ile yolları ayrılan Suriye ve İran gibilerin de katkısı elbet olmuştur. (Öcalan Suriye’den çıkarıldıktan sonra da Suriye’nin bir eli PKK içinde olmaya devam etti, İran ise tam bu aşamada PKK ile uzlaşıp, PJAK sorununu çözerek devreye girdi).
Tüm bunların yanı sıra, Oslo görüşmeleri kamuoyuna yansıyınca Hükümet görüşme sürecini sonlandırdı, dili sertleşti ve askeri operasyonlara hız verdi. Böylece güvenlik politikaları yeniden ön plana geçti.
Buna bakınca, değişimin son günlerde ansızın olmadığı, en azından geçen yılın Ağustos ayından beri işleyen bir süreç olduğu ortada. Hükümetin Öcalan ve PKK ile görüşmelerden bir sonuç alamadığı ve bunda ısrar etmekte bir yarar görmediği anlaşılıyor. Altı aydan beri Öcalan’la avukat görüşmelerine engel konması da bunun bir göstergesi.
Bu durumda, Başbakan Erdoğan’ın, PKK ve Öcalan’la görüşülmeyeceğine ve “parlamentodaki uzantının” yani BDP’nin muhatap alınacağına dair sözleri elbet bir değişimi ifade ediyor.
Şimdi işte medyada ve siyasi çevrelerde bu durum tartışılıyor. Bazıları, hükümetin PKK ve Öcalan’la görüşmeye son vermesini tümüyle güvenlik politikalarına, 1990’lara dönme olarak niteliyorlar. Bu elbette son derece abartılı bir yorum. Kaldı ki hükümet, şimdiye kadar önemsemediği BDP’yi, Öcalan ve Kandil’den bağımsız hareket etme koşuluyla önemsemiş oluyor.
Öte yandan bu tutum ne kadar gerçekçi ve hangi sorunu ne derece çözebilir?
Kanımca hükümetin Kürt sorunu konusundaki tutumu dün net değildi, bugün de değil. Onu çözmek için daha baştan kapsamlı projelere sahip değildi, bugün de değil.
AK parti geçmiş hükümetlerden elbette farklı. İlk kez sorunun adını koydu, bu sorun ülkenin en büyük sorunu ve şiddet yöntemleriyle çözülemez, dedi. Bir açılım süreci başlattı ve bazı olumlu adımlar da attı. Ama hep el yordamıyla yürüdü, kararlı davranmadı ve güçlükler, engeller karşısında duraklayıp geri çekildi. Elbet bu kararsızlıkta, destek görmesi gereken toplumsal kesimlerin bir bölümünden gereken desteği görmeyişinin, önyargılarla karşılanmasının da payı var. Yine de bu, durmak ve geri adım atmak için haklı bir gerekçe değil. AK Parti hükümeti, eğer sorun çözmek için yeterince hazırlıklı olsa ve kararlı davransaydı bu engellerin üstünden aşardı.
Ama ne AK Parti bu konuda yeterince hazırlıklı ve kararlı idi, ne de PKK buna uygun bir partnerdi.
Aslında İmralı sürecinde takındığı tutumla, tam da Türk devletinin isteyebileceği bir çizgiye çekilmekle, Kürt taleplerini sıradan bazı kültürel haklara indirgemekle, PKK’nın pekâlâ çok uygun bir partner olduğu söylenebilir. Öcalan bu aşamada ne bağımsızlığa, ne federasyona, hatta ne de otonomiye gerek var dedi, üniter devleti ve Kemalizmi savunur oldu. Partisi de onu izledi. Öyle olunca kendileriyle anlaşmak çok kolay olmalı değil mi?
Ama olmadı. Çünkü Öcalan’ı İmralı’ya koyan ve onun eliyle örgütünü de teslim alan devlet, herhangi bir çözüme gerek görmedi, Öcalan ve partisi ile anlaşmayı değil, onu kullanmayı yeterli buldu. Çünkü Türk devletini yönetenlere göre çözüm Kürtlere hak tanımak değil, Kürtleri asimile edip Kürt kimliğini yok etmekti.
AK Parti ise çözüm konusunda, Kürtlerin tüm temel, meşru haklarını tanımaya hazır olmasa bile, önceki hükümetlerden bir derece farklı oldu. Açılım sürecini başlattığı zaman Kürtleri razı edip silahlı çatışmayı durdurmayı amaçlamıştı. Bu konuda, istemlerini çok aşağıya çekmiş, çıtayı nerdeyse yere düşürmüş Öcalan ve partisiyle pekâlâ anlaşabilirdi. Ben buna, açılım sürecinin başlarında “kelepir fiyatına çözüm” demiştim. Ama hükümet bunu yapamadı; çünkü silahların susmasına karşı olan derin devlet bunu da engelledi. Erdoğan hükümetinin Öcalan ve PKK ile görüşmelere son vermesinin nedeni budur.
Eğer derin devlet engellemese, Öcalan ve PKK’nin bilinen talepleri doğrultusunda uzlaşılsa Kürt sorunu çözülmüş, Kürtler meşru olan temel haklarına kavuşmuş olurlar mıydı? Hayır. Ama Öcalan gözaltında bir eve taşınmış, dağdakilere bir üçüncü ülkede iltica koşulları sağlanmış olabilir ve silahlar pekâlâ susabilirdi.
Şimdiyse hükümet, Öcalan ve PKK ile görüşmelerden umudu kesmiş olup, “terörle mücadeleye devam ve uzantılarıyla görüşme” stratejisini –taktiği desek daha doğru olur- seçmiş görünüyor.
Bu demektir ki eğer BDP hükümetle bir uzlaşma sağlayıp PKK’ye de kabul ettiremezse, PKK tümüyle pes etmediği sürece çatışma sürecek demektir.
BDP bunu sağlayabilir mi? Eğer tümüyle imkansız değilse bile çok zor… BDP gibi her önemli durumda İmralı ve Kandil’i muhatap gösteren bir partinin özgürce muhataplığa soyunması, kendi başına karar vermesi olacak gibi görünmüyor.
Öyle olunca bu düğümün çözümü kolay olmayacak. Çözüm PKK ve uzantılarında arandıkça, onlar muhatap sayıldıkça da çözümün belirsiz bir geleceğe ertelenmesi şaşırtıcı değil.
Peki çözüm ne?
Bu konudaki görüşlerimi daha önce de birçok kez dile getirdim. Muhatap her şeyden önce Kürt halkıdır. Onun temel haklarını tanımak için birileriyle pazarlığa gerek yok. Bu temel haklar, kültürel, yönetsel ve siyasidir. Bunlar, suyu yokuşa sürmeden, ipe un sermeden, yani Kürt halkını ve Türkiye kamuoyunu oyalamadan tanınmalıdır. Çözüm eşitlik temelindedir. Dünyanın başka yerlerinde benzer sorunlar nasıl çözülmüşse Kürt sorunu da öyle çözülmelidir. Bu federatif biçimdir. Kürt halkı nüfus bakımından çoğunlukta olduğu coğrafyada, yani Kürdistan’da bölgesel yönetim haklarına kavuşmalı, yerel hükümeti ve parlamentosu olmalı, Kürtçe, Türkçenin yanı sıra ikinci resmi dil olmalıdır.
Uzağa gitmeye gerek yok, Irak ve Güney Kürdistan örneği yanıbaşımızda.
Bu elbet kolay değil ve bir anda olmayabilir, çözüm Türk halkını da ikna etmeyi gerektiren bir süreç işidir. Hükümet eğer böylesi adil ve eşitlikçi bir çözüm için yolu açmak istiyorsa, yeni anayasanın tüm kimliklere eşit mesafede bir vatandaşlık tanımını, anadilde eğitimi ve ademi merkeziyetçi bir yönetim sistemini içermesini sağlamalıdır.
Bu meselenin bir yanıdır. Elbet PKK’nin kendisi de bir sorundur ve mevcut çatışma ortamı sona ermeden Kürt sorununun çözümünde mesafe almak kolay olmayacaktır. Çatışma ortamının sona erdirilmesi için ise PKK ile, onun lideri Öcalan’la görüşülebilir. Biz geçmişten beri buna karşı değiliz.
Ayrıca BDP’nin de yüz dolayında belediyeye ve kitle desteğine sahip, 30 küsur milletvekili ile parlamentoda temsil edilen bir parti olarak kendine güven duymasını ve Kürt sorununun adil ve eşitlikçi çözümünde rol oynamasını isteriz. Bunun için hem bu role talip olmalı, topu İmralı ve Kandil’e atmamalı, hem de PKK’nin silah bırakması için çaba göstermeli. Çünkü silahların bu güne kadar yararı-zararı ne idi bir yana, bu saatten sonra hiçbir yararı yok. Onlar sadece çözümün önünde engel.
PKK silah bırakmadan hem Kürt siyaseti normalleşemez, bizzat BDP’nin kendisi özgürce siyaset yapamaz, hem de çözüme ve barışa elverir bir diyalog ortamı oluşamaz.
3 Nisan 2012
|
|
|
|