|
Yıldıray Oğur |
|
|
|
|
|
|
|
Anıtkabir defterini imzalayan gerillalar
|
2012-05-28 00:51
|
Yıldıray Oğur
|
|
Yıldıray Oğur
Eğer son anda vazgeçmedilerse dünyanın Pinochet diktatörlüğüne karşı verdikleri mücadeleyle, Venceremos’la tanıdığı, ünlü muhalif grup Inti-Illimani dün İşçi Partisi’nin gençlik kolu Türkiye Gençlik Birliği’nin 19 Mayıs kutlamasında (Viva 19 Mayıs) sahneye çıktı. Eğer bu sabah kalktıklarında “biz dün gece ne yaptık ya” demezlerse bu akşam da Anıtkabir’in önünde konserleri var.
Şaşılacak bir şey yok. Bu Türkiye’de devrimcilerin yolunun ilk kez Anıtkabir’e düşmesi değil. 1960’ların yükselen sol dalgası Santiago Teknik Üniversitesi’nde okuyan Şilili öğrencilere Inti-Illimani’yi kurdururken, Türkiye’de Samsun’dan Anıtkabir’e Mustafa Kemal Yürüyüşü yaptırıyordu.
Deniz Gezmiş’in önderlik ettiği grup 1 Kasım 1968 günü Samsun’dan yürümeye şu sözler başlatmıştı:
“1919’da başlayan Mustafa Kemal Devrimi kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırılmış, Cumhuriyet’in bütün kurumları yozlaştırılmıştır. Bugün Türkiye’miz dünyada ilk antiemperyalist ve antikapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşı devrimcilerin etkisi altına girmiştir. Biz Mustafa Kemal Gençliği olarak, saptırılan devrimi rayına oturtmaya azimliyiz, kararlıyız. Bugün başlayan yürüyüşün amacı budur.”
10 Kasım günü Anıtkabir’de biten yürüyüş sonunda grup adına Anıtkabir defterine de şunlar yazılmıştı:
“Milli kurtuluş yolunda Amerikan emperyalizmine karşı gerçekten İZİNDEYİZ. Milli Kurtuluş mücadelesi yok edilemez onu yok etmek için BÜTÜN TÜRK MİLLETİ’Nİ yok etmek gerekir.”
Peki, bu kadar sistemin içinden bir restorasyon talebi ve anti-Amerikancılık olarak ortaya çıkan bir hareket nasıl eline silah aldı?
Bunun en ilginç cevaplarından biri daha 1971’de yazılmış bir yazı. Yazıyı yazan kişi Türk solunu fikirleri, Türkiye ve dünya okumasıyla Marx’tan ve Lenin’den bile daha çok etkilemiş ve bugün hâlâ solun kullandığı pek çok şablonun sahibi Doğan Avcıoğlu.
Çok erken bir tarihte 23 Şubat 1971’de Devrim gazetesinde çıkan yazısının başlığı: Gerilla. Uzunca bir alıntı ama meseleyi çok iyi anlatıyor:
“NATO’nun kuzeyden gelecek her saldırıya karşı Türkiye’yi korumayacağı ünlü Johson mektubuyla anlaşılınca, Genelkurmay’da bir ulusal savunma stratejisi çizme ihtiyacı doğdu: Türk vatanı, üstün hasım karşısında kendi olanaklarıyla nasıl korunacaktı? Bu sorunun cevabı gerilla idi. Bütün mazlum milletlerin, süperdevlet saldırıları karşısında tek savunma yolu gerilla idi. Çok başka koşullarda yürütülen Kurtuluş Savaşımız dahi, bir gerilla hareketi olarak başlamış değil miydi? Gerilla savaşı için hazırlanma zorunluluğu Genelkurmay’da herkesçe teslim edildi. Fakat bu yolda ciddi bir adım atılmadı. Gerilla savaşı, Johnson mektubuyla unutuldu gitti. Şimdi Türkiye’de başka tip bir gerilla savaşının belirtileri görülüyor. Bu, ülke içinde, siyasi iktidarlara egemen sınıflara ve emperyalistlere karşı bir savaş... Adına ‘Şehir Gerillası’ deniyor ve devrimci gençliğin bu savaşı başlattığı öne sürülüyor. ...Ülkede devrimci bir iktidar işbaşına gelene kadar bu koşullar değişmeyeceğine ve hatta ağırlaşacağına göre, gerilla eylemlerinin büyümesi ve genişlemesi beklenmelidir. Ancak devrimci bir iktidar, devrimcilerin bugün şiddete yönelen enerjisini, ülkenin inşasına çevirebilir. Faşizmin artan vahşetine de son vermek üzere, var gücümüzle devrimci bir iktidar için mücadele edelim.”
Silaha neredeyse milli bir görev olarak, Kuva-i Milliye kılığında bulunan bu kılıfın özellikle “Genelkurmay’ın yapmayı düşünüp yapamadığı” kısımlarının altı çizilmeli. Avcıoğlu’nun o Genelkurmaylarda epey çevresi olan biri olduğu düşünülünce özellikle.
Neredeyse gerillacılığa resmî ideolojiden bulunan kılıftan sonra geriye bu işin nasıl yapılacağı kalıyor. En kolayı o olmuş herhalde. Filistin Kamplarına gidemeyenler için gerillacılığın tüm püf noktaları size bir kitapçı kadar yakın. İlk baskısını 1973’te yapmış Che Guevara’nın Gerillaya Pratik Öneriler kitabının ciltlerini bugün hâlâ sahaflarda bulmak mümkün. Altı baskı yapmış ciltlerden birini açıp okumaya başlıyoruz: “Mitralyözün üçüncü özelliliği gücü ve mermisinin delme etkisidir. Eğer maddi engeller hesaba katılmazsa, mitralyöz mermileri, 300 metreye varan uzaklıktan herhangi bir savaşçıyı vurabilir ve savaş dışı edebilir.”
O Bir Militandı adlı elden ele dolaşmış daha popüler kitaplardan birine şöyle bir bakınca bunun bir kitap olarak basılmış ve okunmuş olması bile insanı ürkütüyor. Ömer Seyfettin’in Primo Türk Çocuğu’nun Vietnam’da geçeni neredeyse.
Yani Türk solu bir ideolojik tercih olarak, kitabına uydurarak, devrimci yöntem olarak bunu seçerek silahlandı. (Türkiye İşçi Partisi gibi birkaç yapı hariç) PKK da dâhil olmak üzere sol örgütlerin silahlanmasının sebebi esas olarak meşru müdafaa değil, devrimci şiddetin tarihi değiştirmek için meşru ve zorunlu olduğuna duyulan inançtı. Ama nedense bu devrimci şiddetin hedefi de ne asker oldu ne de polis. Mesela PKK 1978–1984 arasında devleti değil diğer devrimci örgütleri, ağaları kendisine hedef olarak seçti.
Bugün devrimci şiddet romantize edilirken, “ başka çareleri mi vardı” denirken, devrimci şiddet oluruyla öldürülmüş insanlara, aptalca bir antiemperyalist okuma yüzünden öldürülen İsrail Başkonsolosu’na, bir hiç uğruna öldürülmüş o Batılı teknisyenlere ve bu uğurda eline silah alıp genç yaşında, daha başka bir yol üzerinde yeterince düşünme şansı olmadan devletin vahşi şiddet makinesinin karşısında kendini bulup hayatını kaybeden insanlara saygısızlık ediliyor.
Daha da kötü bir şey yapılıyor. Bugün yine devrimci şiddet uğruna hâlâ dağlarda olan, silahın hâlâ çözüm olduğunu zanneden ve bu yüzden hayatlarını kaybeden gencecik insanları da silahsız bir mücadeleye ikna edecek, evlerine götürecek yollara kayalar atılıyor.
Bugün yapılması gereken bu devrimci şiddet tarihiyle amasız hesaplaşmak ve bu geçmişle ideolojik, romantik bütün ilişkiyi koparmaktır. O mücadelenin hiçbir tarafı kutsal ve değerli değildi, hayatını kaybedenler saygıyla hatırlanabilir ama silahlı mücadelelerini unutmak için geç bile kalındı.
Yine de umarım şiddetli bir yağmur yağar ve Inti-Illlimani bu akşam Anıtkabir’in önünde konser veremez. Bu kadarını Türkiye solu bile hak etmiyor...
------------------------------------------------
Taraf-20 Mayıs
Yıldıray Oğur
Mahmud ile Yezida, bir de kalaşnikof
Tam bu yazıya oturduğum dakikalarda televizyonlar bir son dakika haberini veriyor: Yemen’de intihar saldırısı: 100 asker öldü.
Saldırının arkasında El Kaide var. Yemen’de iktidarın kapıları açtığı ABD, Predatorlarıyla gelip ülkeyi mesken tutan El Kaide liderlerine havadan suikastlar yapmıştı geçen aylarda. Muhtemelen bunun intikamını alıyorlar.
33 yıl darbeci bir astsubay tarafından yönetilmiş bir ülke Yemen. Bırakın muhalefeti, siyaseten yanlış nefes almak bile sorgusuz ölüm nedeni olmuş. Dünyanın hemen hemen bütün gelişmişlik istatistiklerinde en diplerde çıkan, Arap dünyasının en fakir halkı yaşıyor bu ülkede.
Yani tam da dün Radikal’de Murathan Mungan’ın tarif ettiği türden “Şiddete başvurmaktan başka hiçbir çaresi kalmamış insanların” yaşadığı bir ülke Yemen.
Ama erkeklerin hepsinin erkekliklerinin nişanesi olarak belinde cambiya ile gezdiği bu ülkenin halkı şiddetten başka bir yol buldu geçen yıl.
33 yıllık diktatör, her cuma sokaklara çıkıp üzerlerine ateş yağdıran askerlerin karşısına geçen bir halkın sivil direnişi sayesinde yıkıldı. Tam da yıkıldı sayılmaz. Hâlâ ülkeyi diktatörün adamları yönetiyor. Ama laftan anlamaz, kafasız, gaddar bir diktatör hastalık numarasıyla ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Dün saldırıdan sonra Yemenli aktivistlerin Twitter’a yazdıklarına baktım. O barışçıl gösterilerde yüzlerce arkadaşlarını kaybetmiş muhalifler bu katliamdan duydukları üzüntüyü anlatıyor, bu saldırıların esas olarak ülkedeki muhalefete karşı olduğunu anlatan mesajlar atıyorlardı üst üste.
Ülkenin önde gelen kadın muhaliflerinden biriyken son devrimden sonra jest olarak İnsan Hakları Bakanlığı’na getirilen Huriye Maşhur, katliamla ilgili şeffaf bir soruşturma yapılması gerektiğini vurguluyordu mesajında.
Halbuki Yemen’in bir Murathan Mungan’ı olsaydı, bu şiddeti anlamak için o kadar haklı sebep bulabilirdi ki...
Ama onlar bunu yapmadılar. Bu son saldırıyı anlamadılar hatta anlamaya bile çalışmadılar.
“Yemenliler bile” dememek için, oryantalizmin dehlizlerinde kaybolmamak için epeyce direndiğimin farkına varmışsınızdır.
Yemen gibi 33 yıl bir diktatörün altında ezilmiş, madden ve manen fakirleşmiş, nefes alacak hava bırakılmamış, dünyanın en ataerkil ülkelerinden birinin halkı bile kendine şiddetten başka bir yol bulurken, milletvekilleri, gazeteleri, televizyonları, elinde sivil toplum gücü, arkasında aydın desteği olan Kürt hareketinin, bu düşe kalka da olsa 60 yıllık parlamenter demokraside haklı talepleri için silahtan başka bir yolu kalmadığını söyleyenlerin içine düştüğü oryantalizmden daha ayıplanacak bir şey yapmış olmazdım herhalde.
Kürtlerin silahtan başka çaresi olmadığına kafası yatanların oryantalizmi, Kürtleri yürüyen kalaşnikoflar olarak gören devletin çarpık bakışının bir kopyası herhalde.
Murathan Mungan’ın “Şiddetin hiçbir çeşidinin savunulabilir bir yanının olmadığını biliyorum, ama şiddetten başka hiçbir çaresi kalmamış insanları da anlıyorum. ...Şiddeti meşrulaştırmıyorum, anlamaya çalışıyorum” cümleleriyle bu dünyada anlaşılamayacak herhangi bir şiddet bulunabilir mi?
Eğer katil bir nekrofil, bir manyak değilse dünyada işlenen cinayetlerin pek çoğunu başka hiçbir çaresi kalmamış katiller işliyor. O genç Arap mühendisler, ülkelerini işgal eden Amerikan savaş makinesine karşı başka çareleri kalmadığı için İkiz Kuleleri havaya uçurmuşlardı mesela. İsrail’de sivil otobüs patlatan Filistinli canlı bombaların da başka çaresi yoktu. Peki ya dün çocuklarının önünde bir imamın öldürülmesi? Bu şablonla o da anlaşılabilir mi?
“Hâlâ aydınlanmacı, hâlâ ilerlemeci, hâlâ solcuyum, laiklik bu ülkenin vazgeçilmezi” diyerek pastorize bile edilmemiş, bol yağlı bir Kemalizm ve ekşimiş ayran tadında bir pozitivizm içinden konuşan Mungan, anlamayı bilmekten daha evla görmeyi postmodern bir gevezelik olarak görmüyorsa herhalde bir şeyi açıklamak için önce tabii ki anlamak gerektiğine hak veriyordur herhalde. Ama burada onun “anlamak”tan kastının entelektüel bir eylem olmaktan çıkıp “hak vermek”e doğru yol aldığını da anladığını umuyorum.
Mungan’a kötü bir haberim var. Röportajda yazmayı planladığını söylediği (iyi ki yazamadığı) ilhamını Engels’den almış, “Türkiye’de Zorun Rolü” kitabını, PKK yıllar önce “Kürdistan’da Zorun Rolü” diye yazdı. Mungan yanılıyor: PKK, öyle başka çaresi kalmadığı için değil, diğer bütün çarelerin faydasız olduğuna siyaseten inanarak, devrimci şiddetin tarihteki dönüştürücü rolüne iman ederek eline silah aldı. Başka yollar ve çareler vardı hâlbuki. Mehdi Zana, o sivil yolları kullanarak Diyarbakır’a belediye başkanı seçildi. PKK da bu yüzden 1984’e kadar “karşısında çaresiz kaldığı” devlete değil, diğer sol örgütlere, ağalara saldırdı.
Kürt meselesinin Türkiye’nin demokratikleştirdiği konusunda Mungan’a katlıyorum. Ama aynı Kürt Meselesi’nin Türkiye’nin aydınlarına aynı pozitif etkiyi yapmadığı anlaşılıyor. Demek ki bu ülkede her şey olabiliyorsunuz hatta çok uğraşırsanız rezil bile olabiliyorsunuz ama amasız bir şiddet karşıtı olamıyorsunuz.
-----------------------------------------
Taraf- 22 Mayıs
|
|
|
|
|
|
|