|
Devrim kendin için de yapılmalı
|
2019-06-29 20:59
|
Necla Çamlibel
|
|
Değerli okuycu ve dostlarım, uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. İnandığı şeylerin uğruna yol gidenlerin, enerjileri de, umutları da asla tükenmez.
Yaklaşık son üç yıldır “ zorlu” bir hastalık sürecinden geçtim. Zorluk her kişiye göre farklılık gösterdiği için, benim üstesinden gelmeye çalıştığım; zor, bedenimdeki düşmanla savaşımıma da denk gelen sözcüktü.
Zalimlerin, yüzyıllardır topraklarımız üzerinde yaşayan halkım ve halklara yaşatıları, acı ve zorlukların yanında, çok hafif bir acı olduğu için; zorlu süreci tırnak içine aldım. Benim yaşadığım halkımın yaşadığının yanında ancak utanılacak acı zorluk denilebilecek basit, her insanın başına gelme ihtimali olan bir süreçti.
Elbetteki, bu süreç bana çok şey katarken, benden birçok şey de alıp götürdü. Yaşamın her aşamasında, her durumdan dersler çıkarmamız gerektiği bilinciyle. Öncelikle hastalıkla ilgili bir sürece girince sarsılmadım. Dik durmaya, tüm realist insanların yaptığını yaptım. Asla kaderci olmadım. Evet, kapımı böyle bir düşman yokladı ve hücrelerimde yer almak isteyip, beni tüketmeye çalıştı. Ancak ben o düşmana birçok güçlü hemcinsim gibi, yenik düşmedim.
İnanç, aşk, kararlılık ve yaşama ve ülkeme ve oğluma, yol arkadaşım-sevdiğime olan bağlılığım beni dirençli tuttu. Devrim için aşk gerek. İnsanın içinde aşk oldumu; ülkene, davana, insana, doğaya, suya, havaya, hayatındaki yer alan ailene, dostlarına aşkla bağlıysan. O seni ayakta tutar. Dirençli kılar.
Bu süreçte özellikle,devrimin inasanın kendi bedeninde de kendisi için yapması gerektiğini de test etme imkanım oldu. Direngenliğim en ağır kemoterapi dönemlerinde dahi ruhum ve yüreğim aşkla doluydu. Yaşamımda olabilecek en özel insanlarla birlikteydim. Oğlum ve sevdiğim mücizeydiler benim için. Beni dinç tutan iki iyi savunma askeriydiler bu savaşta.
Oğlumuzun o, olgun ve aynı zamanda duygu yüklü bakışları ve sorumluluk ve olup bitenlerdeki farkındalığını ancak iki yıl sonra fark ettim. Anne olarak ona çok ağır bir yük yüklemiştim. Ona yüklediğim o ağır yükün zorluklarını, geçirdiğim o zorlu ameliyat ve sonraki süreçten çok daha ağır geldi ve acıttı canımı.
O benden, ben de ondan en zor anımda dahi kopmadık. Kavga ettik. Tartıştık. Didiştik. Ama anne oğul olarak da yenilmedik. Bu zor süreci birlikte atlattık. O şimdi benim gözümde, kocaman bir deli kanlı. Her kadının bir (evladı) oğulu olmalı. Ona yol arkadaşı olacak, zaman zaman akıl hocası olabilecek bir evlat. Babasına yoldaşlık eden oğlumla büyüdüm. Onun babasıyla olgunlaştım- Sevdiğimin sevgisiyle iyileştim. Bu mucizevi aşk karşısında başka ne yapabilirdim ki. Benim direngen olmam dışında başka seçeneğim yoktu.
Bu savaşta yenilebileceğim ihtimalini aklıma getirmek istemesem de, bağışıklık sistemimin vucüdumun zayıf düşmesi nedeniyle, dibe battığım zaman dilimlerinden de geçtim. Oğlum ve sevdiğimin sabrı yanında, uzman doktorlarım ve samimi dostların ve bacılarımın varığı ve desteğiyle yaklaşık olarak üç yıllık yolculuğu geride bıraktım.
Bu yazı yerine aslında uzun uzadıya yaşadıklarımı ve tecrübelerimi ruhen ve bedenen yaşadıklarımı çok ayrıntılı bir kitaba dönüştürmekle meşkulüm. Bunu başarmak için enerji ve bu mêret leptopun başına oturmak ağır gelmezse, notlarımı ilerki zamanda bir kitap halinde çıkarmaktır hedefim. Değerli okuycular, yaşama gülümsememiz için herbirimizin o kadar çok küçük, ancak ; o kadar büyük mucizeleri varki. Onların farkında olmadan yaşayıp gidenler gitti , ama bu yazımı okuyup da, evet kesinlikle bu ayrıntıyı hayatımızın şu aşamasında atlamışım diyenlere bir örnek olsun diye yazma ihtiyacı duydum. Zaten hayat yaşadığımız her ne konuda olursa olsun yaşadıklarımızı ve tecrübelerimizi paylaşmışlığın toplamı değilmidir. Kimimiz bu topladıklarını kendine saklar, kimisi de paylaşmanın yolunu seçer.
Yazıyı yazmama iten, en büyük sebep ise şuydu: her geçen gün küçülen dünyada, teknolojik gelişmişlik karşısında, insanlığın teknolojiyle iç içe girdiği ve samimi olduğu kadar, kanlı canlı yanı başında olan aile, eş ,dost ,çocuk, akraba, toplumsal çevreden kopuşlarına tanıklıklarımızın artmış olmasıdır.
Bu vesileyle de belki bundan böyle, yeniden düzenli yazmalarıma kendimi hazırlamış olurum. Üstümdeki ölü toprağı atıp yeniden toplumum içine girmek dışında bana iyi gelecek birşey yoktu. Biz ömürleri ve amaçları aynı dava için olanlar azımsanmayacak düzeyde. Davamız bizi dinç kılarken, benim de bu yola kaldığım yerden devam etmek düşer.
Değerli okuyucular,
İnsanlığın, yeni nesillerin nereye doğru yol alacağını kestirmek mümkündür. Onlar yeni bir nesil ve yeni bakış açıları, yeni yaşam tarzları, yeni alışkanlıkları yeni idealları olan nesiller olacaklar. Peki arada kalan nesil ve ogunlaşmamış olgunları nasıl tanımlanmalı?
İnsanlar artık birbirlerini arayıp sormaz oldular. Avrupa’daki bireysellikle bizim toplumda gelişen bireysellik arasında fark her geçen gün büyüyor. Entellektüel bir birikimi olmayıp, kitap okuma alışkanlıkları olmayan kişiler, dünyayı; artık çok hızlı takip edip, her konuda çok hızlı tatmine ulaşabiliyorlar. Dünyada, hayata olup biten her konuyu; eskiden, (bir on yıl öncesi de artık eski olarak tanımlanır oldu) insanlar bir araya gelip yorumlarlardı. Ancak, şimdi at iziyle it izi iç içe. Bilen de bilmeyen de konuşuyor. Bilmeyen, bileni; yorumlarda tahlilerde (maşallah)! geçmiş durumda. Durum böyle olunca da bilmeyen veya yaptığı işi, içinde bulunduğu koşulları iyi değerlendiremeyen. Bir süre sonra şamara dönmüş gibi a çizgisinden b çizgisine kaçmış oluyor.
Böyle tipler, etraflarına içinde bulundukları hezametin gereğini yapıp; umutsuzluk yayıp bugüne halkı adına, ömürlerini verenleri,” bedel” ödeyenlerin karşısında geçip sen ne yaptınki, diyebiliyorlar. Oysaki ; bugün konuşabiliyorsa, o sen ne yaptınki’nın, açtığı yolu göremeyecek kadar aydın gözüken kör cahil bilmişlerin çoğaldığı bir çağa mı girdik?
Dostun düşman, düşmanın dost olabileceği, yanlış algısı da bu çağın en büyük algı yanılgısı ve hastalığı değil midir? Bizi var eden değerlerden her geçen uzaklaştıran anlayış ve girişimler söylemler, bu çağın en büyük asimilasyon medotu değil midir?
Bir çok insan bunun farkında görünüyor ancak, medyaya baktığımız da, insanların algılarını değiştirebilecek o kadar alan varki. O alanda girerken, eğer kendine ait, sağlam bir algı ve düşüncen yoksa. Bir buzun üzerinden hızlı şekilde kayar gibi o alanda da kayıp gittiğine tanık olmuyormuyuz?. Hepiniz kesinlikle tanıksınız. En fakir insanın dahi elinde bir cep telefonu var. Evlatlar aileleriyle görüşsün diye en ucra köylerde dahi anna baba dapir bapirleriyle görüşsünler diye görüntülü telefonlara almışlar.
Bir aradayken dahi, birbirine sözlü söz söyleceğine, mesajla birbirlerine isteklerini söylemek istediklerini bildirenler her geçen gün artıyor. Yaz dönemi olunca kilo güzellik, kaygısı başlayan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Sağlıklı beslenmek adına sağlıksız egsersiz ve para tuzağına dönen içecekler, yiyecekler. Güzellik için binbir metoda baş vuran nesiller artıyor. Ama bu insanlar bir 10 yıl öncesinde gelecek kaygıları, ülke kaygıları, mücadele ve idealist bir nesil vardı. O nesil yokmu oluyor? İçinde ülke sevdası olanları tenzih ederim.
Ancak, izlenimim o ki, kendi toplumsal katmanımız içinde, farklı bir dönüşüm var ve bu farklılık kendisi olmaktan uzaklaşan, sözde var olan bir kültür örf adet, bizi var eden bazı olmazsa olmazlar yeni nesil için binanın temeli olan direkler olarak görülmüyor. Daha çok kendi arzu istekleri ön planda. Halkı, sınıfı, cinsi için mücadele anlayışı başladığımız gibi değil. Artık birçok şey mekanikleşmiş. Makinalaşmış düzeyde. İnsanlar makinalara yakın oldukları iç içe oldukları kadar. İnsana canlı olana yakın değiller. Hatta insan gibi dokunana, sevgisini göstereni nesli bitmiş dinazorlar gibi görülüyor.
Kol kola girip halay çeken nesiller sizce de azalmıyor mu. Halayında kol kola bir arada olmayı beceren ve onun tadını kıymetini bilen kendi halkının kültürünün de kıymetini özümser aşkla halay çeken, kaç nesil kaldı aşkla halaya duran?.
Klamlarımızı aşkla çığırtan kaç nesil yetiştirdik. Toprağının kokusunu özleyen. Suyun serinliğini, rüzgarındaki farklılığı memleketimin yüzünde kaç genç ,özler oldu. Bahar da açan çiçeği, öten bülbülü , yuva yapan kırmızı karıncalarla yılan ve çiyanlarla boğuşan nesiller de dinazorların yanında yer alıyorlar artık. Bir özlem olarak kalacak gibi görünüyor. Ülkemizin baharı, o sıcak ay ışığında yapılan sohbetler, kaçak siğaranın tadı.
Artık Tvler de sinemalar da hikayelere dönüşmüş. Yanı başındaki içinde bulunduğu aşkı görmeyen. Teneke kutusu içindeki dünyaya dalıp gerçekte var olanı tanımaktan uzaklaşan insanlık beni düşündürüyor.
Her biriniz, balkonundaki, bahçedeki kırlardaki gelinciklerin güzelliğini danısını seyredin, sevdiğinizin gözüne bakın, yemek yerken yemeğin acısını tadını damağınızda hisedin. Doymak için sırf yemeyin. Suyun serinliğini tadına dudaklarınızla hissedin ki, o mücizevi içecek midenize indiğinde tüm vucüdunuzla dans etsin her damlası.
Alın elinize bir çakıltaşını bir çakıltaşındaki emeği ve derinliiği hissedin keşfedin. Yanıbaşınızda olan sevdiklerinizle kucaklaşın. Kıymetini bilin. Yarın o sevdiğinizle bir daha kucaklaşmayabilirsiniz. Sevin ve sevilinki yaşadığınız zaman diliminde cenneti yaşayın.
Sevip ve sevilirken, kendi kültürümüz kendi özümüze; aşkla sarılıp büyütürsek büyür ve çoğalırız.
Her ağaç kendi kökü üzerinde büyürse dünya gerçek rengini yansıtır, çoğaltır ve güzel olur.
Sağlık ve güzellikler diliyorum okuyucularıma.
|
|
|
|