|
Ümit KARDAŞ |
|
|
|
|
|
|
|
Dersim'den 'Tunç' eline
|
2019-06-05 13:01
|
Ümit KARDAŞ
|
|
22/05/2019 tarihinde toplanan Tunceli Belediye Meclisi, belediye hizmet binasında bulunan tabelalarda yazılı "Tunceli" ibaresinin kentin kültürü, tarihi ve inanç biçimini temsil etmediği gerekçesiyle değiştirilerek yerine "Dersim" ibaresinin yazılmasına oy çokluğu ile karar verdi.
Meclis kararının Tunceli Valiliği"ne gelmesi üzerine aynı gün valilik, söz konusu belediye meclisi kararının hukuka ve yasal mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle yürütmenin durdurulması ve kararın iptali için Erzincan İdare Mahkemesi"ne başvurdu. İdare Mahkemesi 24/05/2019 tarihinde “dava konusu işlemin yerine getirilmesi halinde doğacak zararın kamunun menfaati ve işlemin etki alanı dikkate alındığında giderilemeyeceği” gerekçesiyle yürütmenin durdurulmasına karar verdi.
Dersim isminin Dersimliler açısından ne anlam ifade ettiğini anlamak için tarih içinde bir yolculuk yaparak yaşananları özetlemek anlamlı olur.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönemde Dersim aşiretlerinin bölgede yaptıkları talan ve çapul hareketleri arttı, yoksulluk içindeki halk devlet tarafından ikiye bölünerek bölgede asayiş sağlanmaya çalışıldı. Bu dönemde devlete göre Dersim tedip (yola getirme, uslandırma) edilmesi gereken bir bölge olarak kabul edildi.
Topraksız, işsiz, ticaret yapacak imkânları olmayan aşiretlerin çapullamaktan başka çareleri bulunmamaktaydı.
Abdülhamit döneminde Dersim’in ıslahı için bir rapor hazırlandı. Bu raporda tespitler yapılmasına rağmen hiçbir somut öneri öngörülmediğinden çözüm; korkutma, cezalandırma, zorla göç ettirme ve bu şekilde Dersim aşiretlerinin çevreyi çapullamasına engel olmak şeklinde ortaya çıktı. Osmanlı imparatorluk içindeki tüm sorunları asayiş sorunu olarak görmüş olduğundan, Dersim’de 1908,1909, 1911,1914 yıllarında meydana gelen ayaklanmaları bu şekilde bastırdı.
Vecihi Timuroğlu “Dersim Tarihi” isimli kitabında bastırma operasyonlarını şöyle değerlendirmekte: "1937’de İsmet İnönü bu hareketlere "sel hareketleri" adını veriyor. Gerçekten de hiçbir köklü sonuç alamadan her yıl bir Dersim harekâtı yapılıyor, insanlar eziliyor, yokluğa ve yoksunluğa bırakılıp dönülüyor. Geçici bir asayiş sağlama işlevinden başka bir amaca eremiyor sel hareketleri. Sel gidiyor, üzerinden kan parıldayan kum kalıyor.” Cumhuriyet döneminde ilk Dersim harekâtı 1926 yılında Koçuşağı aşiretinin çevrede talan yapmaya başlaması üzerine gerçekleştirildi. Cumhuriyet yönetimi de aynen Osmanlı gibi Dersim’in tedibine karar verdi, bu işe de Albay Mustafa Muğlalı’yı memur etti.
Bu harekâtta Şavak aşiretinin silahlılarından yararlanıldı, uçaklar sürüleri dahi bombalarken Kılabuz deresi cesetlerle doldu. Harekât sonunda yapılan resmî yazılı açıklamada ordunun kaybı asker sayısı olarak belirtildi, Koçuşağı aşiretinin kayıpları ise sadece hayvan olarak verildi.
Yapılan açıklamada “Asilere bir hayli kayıp verdirilmiş ve 1084 küçükbaş, 342 büyükbaş hayvan ganimet alınmıştır” denilmekte. ( Timuroğlu-a.g.e) Böylece devlet kendi yurttaşından ganimet aldığını açıkça beyan etmekte. Bu tarihsel açıklama rejimin sahih bir cumhuriyetle ilgisinin bulunmadığını, devletin de aşiret düzeyinde bir niteliğe sahip olduğunu göstermekte. Naşit Uluğ, 1932’de Dersim üzerine yaptığı bir sosyal araştırmada şunu demekte: "Cumhuriyet’te şefkat, merhamet yoktur, adalet vardır.” ( Naşit Uluğ- Derebeyi ve Dersim) Güçlünün güçsüzü imha ettiği, insanla birlikte insani değerlerin yok edildiği yerde adalet olur mu?
1935 yılında yapılan CHP IV. Büyük Kurultayı’nda genel sekreter Recep Peker cumhuriyetin amacının kuvvet yoluyla ulusal birliği sağlamak olduğunu söyler. Bu söylem CHP ulusalcılığı politik bir silah olarak kullanmaya başladığını göstermekte.
Vali Cemal Bey’in soygunculuk hareketlerinin sebebi “yaşamak hissi ve endişesidir” şeklindeki kanaati de devleti Dersim’i tedip ve tenkil düşüncesinden vazgeçiremez. 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey, 1931 yılında hazırladığı Dersim raporunda aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınır.
Soruna Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın yaklaşımı ve çözüm önerisi şöyledir: "Ana yolların inşası, silahların toplanması, reislerin, bey ve ağaların, seyyidlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu’ya gönderilmeleri, reisler alındıktan sonra da en şerir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları, Dersim’de kalacak olanları da reislerden alınacak olan araziye bağlamak teşkil eder... Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır.” Dersim için düşünülen ıslahat ve yerleştirme planlarının ilk ürünü 1934 tarihli İskan Kanunu olacaktır. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmekte. Bu kanunla ilgili en çarpıcı açıklamalar kanunun rapor bölümünde açıklanmakta. ”Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez.”
“Devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez” cümlesi bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasını oluşturmakta. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır.
Kimsenin Türk benliği içinde erimek dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Bunu kabul etmeyenler yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu kanun Kürtlere yeni bir misyon biçmektedir. Türkçe konuşup, Türk gibi yaşamak...
Samsun vekili Ruşeni Bey doğru politikanın Türkleştirme olduğunu şu sözlerle ifade etmekte: "Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar .Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar.” Kanun Meclis’te görüşülürken muhalefet eden kimse yoktur. Meclis artık homojen bir niteliktedir.
Bu kanun bir asimilasyon kanunudur. Kanunun 2. maddesi mıntıkaları tanımlarken 2 numaralı mıntıkayı “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerler" olarak belirler. “Türk kültürüne temsili istenilen nüfus” ibaresi açıkça asimilasyonu öngörmekte. Arapça bir kelime olan “temsil” benzetme, bir şeyin aynısını yapma, özümleme yani asimilasyon demek.
1935 yılına gelindiğinde bölge özellikle Dersim huzursuzluk içindedir ve Kürtlerin devlete olan güveni azalmıştır. 1935 yılında İsmet İnönü’nün gezisi sonucu saptadığı gözlem ve önerilerinden oluşan “Şark Islahat Raporu” Dersim için özel bir planı öngörmektedir.
Gizli olan bu plana göre silahların toplanmasından sonra valilik bir kolordu karargâhı olarak çalışacak, memurlar yerli halktan olmayacak, karargâhın asayiş, adalet, maliye, ekonomi, kültür, sağlık gibi şubeleri olacak, idam cezasına kadar her türlü infaz valilikçe yerine getirilecek, yargılama yöntemi basit, özel ve kesin olacaktır.
İsmet İnönü’nün önerilerinden hareketle bu planı gerçekleştirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli “Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” çıkartıldı. (Tunceli değil Tunçeli)
Hukuk dışı, keyfi uygulamalara imkân sağlayan bu kanun Genel Müfettiş de olan vali ve komutana, kişileri yakalamak, itham etmek, yargılamak, idam kararı vermek, idamları infaz etmek yetkilerini veriyordu. Böylece sanıklara iddianamenin verilmediği, savunma hakkının tanınmadığı, mahkeme kararlarının kesin olup temyizinin mümkün olmadığı bir uygulamaya geçiliyordu.
Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim’e vali, komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan atandı. Bu komutan, Koçgiri Ayaklanmasını bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın damadıydı. Hükümet despot düşünceli birisine hukuk dışı yetkiler vererek meseleyi içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Kanunun en çok tartışılan maddeleri Korkomutan’a idam cezalarını onama ve uygulama yetkisi veren 32 ve 33. maddeleriydi...
Muğla milletvekili Hüsnü Kitabcı, söz konusu maddelerin anayasaya aykırı olduğunu, bölgede henüz sıkıyönetimi gerektirir bir durum bulunmadığını belirtiyordu. Ancak bazı eleştirilere rağmen 1. Meclis"ten farklı olarak homojen hale getirilen bu Meclis kanunu oybirliğiyle kabul etti. Böylece hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlandı. Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların yasaklanmasından, göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan şikâyetçiydiler. Kürt aydınları ve halk kurşunlanmakta, asılmakta ya da sürgüne gönderilmekteydi.
Zaten gergin bir bekleyişte olan bölgedeki Kürtler bu uygulamalar sonucu göç yollarında can vermek yerine ayaklanmayı seçince, mukadder sonuç her zaman olduğu gibi kendini gösterdi. 21 Mart 1937’de başlayan Dersim Ayaklanması yine hava bombardımanı dahil yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde bastırıldı.
Dersim’e yapılan 1. Harekât sırasında Başbakan olan İsmet İnönü harekât tamamlandıktan sonra 18 Eylül 1937’de Meclis’e bilgi verirken amacın hasıl olduğunu belirten şu konuşmayı yapar.
“Şimdi size, Tunceli’ndeki vaziyetin bugünkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik ve sergerde ne kadar adamlar varsa bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi yakalanmış, adalete teslim edilmiştir... Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir…….mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takip edilen programa devam ediyoruz.”
Ancak Mustafa Kemal Atatürk ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İnönü ile aynı görüşte değildir. Onlara göre harekât yeterli değildir, sorunun köklü çözümü için imha ve tehcir harekatlarının devamı gerekir.
Bu nedenle İnönü, 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan alınır ve yerine Celal Bayar getirilir. Elazığ’da kurulan İstiklal Mahkemesi"nde yargılanan 58 kişiden Seyyid Rıza ve 6 kişi 15 Kasım 1937’de idam edilir. Seyyid Rıza’nın mezarının nerede olduğu halen bilinmemekte.
Atatürk, Fevzi Çakmak ve Celal Bayar, 15 Temmuz 1938’te Dersim’e ikinci harekâtı başlatırlar. İkinci harekâtta öldürülen isyancıların sayısı verilirken, silahsız sivil halkın kayıpları ise “ağır zayiat verdirildi” şeklinde kapatılır. Mağaralarda saklananları dışarı çıkarmak için zehirli gaz ve dinamit kullanılması sivil halkın özellikle kadın ve çocukların çok kayıp vermesine neden olur.
10 Ağustos’ta üçüncü harekât başlatılır. Uçakların bombaladığı Aliboğazı mevkiinde ne kadar insan öldüğü konusunda bilgi verilmez. Yapılan tarama eylemlerinde birçok kişi imha edilirken bir kısım insan da batıya sürgün edilir. Harekât kıyım, imha ve tenkil hareketi olarak sürdürülür.
İnönü, birinci harekâtla amacın hasıl olduğunu belirttiği konuşmasında askerin zayiatını bir subay, 28 er şehit olarak açıklarken, isyana katılanlardan 265 kişinin öldüğünü, 27 kişinin yakalandığını, 849 kişinin teslim olduğunu belirtir. Oysa devam eden harekâtların sonucu 11 binden çok Dersimli öldürülür, 13 bin kadarı da sürgüne gönderilir.
Söz konusu harekâtlar kamuoyuna manevra olarak açıklanır, hakikat gizlenir. Harekâtları bizzat yöneten Mareşal Çakmak, Atatürk’e çektiği telgrafta manevranın sonuçlarını bildirir, Atatürk de cevabi telgrafta manevranın çok faydalı safhalar göstererek bitmiş olmasından dolayı kalbinin orduya karşı takdir ve şükran duygularıyla dolu olduğunu belirtir. Milliyetçi, muhafazakâr kesimlerin ve kendini sol olarak tanımlayan grupların devletin tunç elinin gazabını çağrıştıran “Tunceli” isminin “Dersim” olarak değiştirilmesine tepki göstermeleri insani ve vicdanı değil.
Harekâtın adı olan Tunçeli’ni hatırlatan bir isim geçmiş acıları anımsatır. Bırakın çekilen bunca acıdan sonra o bölgede yaşayan insanlar kendi yaşadıkları bölgeyi yakın tarihe kadar bilinen ismiyle adlandırsınlar. Akıllı ve vicdanlı toplumlar geçmişlerindeki hatalarından ders çıkararak toplumsal barışı ve biz olmayı başardılar.
Hastalıklı halimizden kurtulmak için yapılanlarla yüzleşme cesaretini gösterelim. Türkiye’de geçmişten ders alınmadığı için tarih durmadan tekerrür ediyor.
|
|
|
|
|
|
|