|
Suud işi: Ortadoğu’da oyuncu olmanın ‘elif-ba’sı
|
2018-10-11 17:22
|
Fehim Taştekin
|
|
Türkiye’nin içine düştüğü ya da düşürüldüğü durum Kaşıkçı’nın akıbeti kadar vahim. Kaşıkçı, irtibatlı olduğu çevreler ve sözcülüğünü yaptığı konular, Türkiye’nin son yıllarda izlediği Ortadoğu siyasetine değen veçhelere sahip.
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın akıbeti 2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’na girdiğinden beri meçhul. Binaya girerken Türk nişanlısından başına bir şey gelirse aramasını istediği iki kişi, Kaşıkçı’nın içeride öldürüldükten sonra cesedinin parçalara ayrılarak dışarıya çıkarıldığından emin. Bütün dünya savcı, polis ve istihbaratın üç koldan yürüttüğü soruşturmadan çıkacak resmi sonucu bekliyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olayın takipçisi olduğunu söylüyor ama kendini tutan bir dil kullanıyor.
Eğer korkulan olduysa Türkiye’nin önünde esaslı bir diplomatik kriz duruyor demektir. Olay gerçekten aydınlığa kavuşturulacak ve gereken yapılacak mı yoksa süreç başka alanlarda bir pazarlığa mı dönüştürülecek bilemiyoruz. Olayla ilgili resmi sonuç çıkmadan medya savaşı kızıştı. Katar medyası “Teyit ettiremedik ama…” kaydıyla dillendirilen iddiaları kesin bulgu olarak sunuyor. Suudi güdümlü medya ise sorumluluğu Türkiye’nin üzerine yıkmanın çabasında. Suudilerin 2 Ekim’de iki VİP uçağıyla Atatürk Havalimanı’na inen 15 kişilik ekiple bu işi yaptığını öne sürenler de teyit edemedikleri bilgilerle konuştuklarını gizlemiyor. İki ülkeyi karşı karşıya getirebilecek bir olayla ilgili bir haftadır sonuç yok.
***
Elbette Suudi Arabistan bu tür suçları işleyebilecek karaktere ve sicile sahip. Geçen yıl Lübnan Başbakanı Saad el Hariri’yi ayaklarına çağırıp Riyad’da haftalarca alıkoyabilen monarşik bir düzenden söz ediyoruz. Saray içinde rakip görülen 200 kadar prens ve üst düzey yöneticiyi Ritz-Carlton Hotel’de hapseden, bunlar arasından Tümgeneral Ali el Kahtani’yi işkenceyle öldüren, tutuklanmamak için helikopterle kaçan Prens Mansur Bin Mukren ve 4 üst düzey yetkiliyle birlikte 8 kişiyi havada füzeyle vuran, Müteyyib bin Abdullah gibi prensleri milyar dolarlık haraçlarla bağışlayan, muhalifleri infaz etmekten çekinmeyen bir yönetim bu tür suçları evin dışında da işleyebilir. İşledi de. Suç işleme özgürlüğü sadece Selman ailesine özgü de değil. Sözgelimi 2012’de Fransa’ya sığınan eski polis şefi Prens Turki bin Bender 2015’te reform çağrısı yapınca ortadan kayboldu. Muhtemelen Riyad’a götürüldü. 2003’de Prens Sultan bin Turki, Cenevre’de yolsuzluk dosyalarını ifşa ettikten sonra iki prensle görüşmeye geçti, kaçırıldı ve Boeing 747 ile Riyad’a götürüldü. Prens Sultan ev hapsine alındıktan sonra 2016’da kaçmayı başarıp İsviçre’de kendisini kaçıranlar aleyhine dava açtı. Daha eskilerden akılda kalan bir kaçırma olayı daha var: Arap Yarımadası Halkların Birliği’nin kurucusu ve radyocu Nasır el Said 1979’da Beyrut’ta kaçırıldı. Akıbetini bilen çıkmadı. Kadın hakları için kampanya yürütenlerin başlarına gelenler de az değil. Bunlar arasından Luceyn el Haslul 2014’te Suud’un ‘kirli işler müttefiki’ BAE tarafından ülkesine sepetlendi. Defalarca gözaltına alınıp bırakılan Haslul son olarak geçen mayısta hapsedildi. Bunların örneği çok.
O yüzden Kaşıkçı’nın konsoloslukta başına gelen her ne ise ‘imkansız’ kategorisinde değil. Kraliyet ailesine gölge düşürenler aleyhine her şey mümkün her şey mubah. Hele ABD, Britanya ve Fransa gibi Batılı devletler arkalarındayken sınırsızlıklarının sınırı yok.
***
Son olanlar Avrupa ve ABD’de ‘büyük reformcu’ diye pazarlanan, Trump’ın da yeni Ortadoğu planları için ‘Truva atı’ ya da ‘mayın eşeği’ olarak gördüğü Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın işleri… Bunlar Kaşıkçı’nın başına efsane bir muhalif olduğu için gelmedi. Yönetimle arasındaki nüanslardır üstünün çizilmesine sebep. 2017 yazına kadar sarayın gazetecisiydi. Ülkeyi terk ettikten sonra da kendisini ‘muhalif’ olarak tanımlamaktan kaçındı. Onu ünlü yapan sicili de pek netameliydi. 1980-1990’larda Afganistan, Pakistan ve Sudan’daki mücahit kamplarında yaptığı röportajlarla Usame bin Ladin’i dünyaya taşıyan kişiydi. Eski İstihbarat Şefi Prens Türki bin Faysal’ın Londra ve Washington’da elçi olduğu dönemlerde danışmanlığını yaptı. Sözcü gibiydi. Hiçbir zaman sistem karşıtı olmadı. Monarşinin devamından yanaydı. İstediği bazı mütevazı reformlardı. Hatta Muhammed bin Selman’ın reforma yönelik sözlerine destek sundu. Yalnız ülkede hapse tıkılan muhaliflerle ilgili kaygılarını dile getirdi. Gayet ılımlı bir dille.
Muhammed bin Selman’la birlikte çok sayıda prensin üstü çizilirken o da yanlış tarafa düştü. Monarşiye değil prensler arasında konsensusa dayalı paylaşım sisteminin bozulmasına karşı olduğunu söyledi. Bu da ‘Sus ve yazma’ denilmesine yetti. Çareyi, Saray’da çalışan ve kendisine cephe alan eşini ve çocuklarını bırakıp Washington’a taşınmakta buldu. Batılılar ‘sürgünde muhalif’ ifadelerini pek sever. Onun için de kullanılmaya başlandı. Ama kendisi bu tanımlamayla barışık değildi. Muhammed bin Selman’ı ‘şok terapisi yapacak reformcu’ diye pazarlayan Washington Post’ta yazmaya başlaması Riyad’da “Amerika ile ilişkilerimize zarar verecek” korkusuna yol açmış olmalı ki sosyal medyada çok çekiştirildi.
***
Burada Türkiye’nin içine düştüğü ya da düşürüldüğü durum Kaşıkçı’nın akıbeti kadar vahim. Kaşıkçı, irtibatlı olduğu çevreler ve sözcülüğünü yaptığı konular, Türkiye’nin son yıllarda izlediği Ortadoğu siyasetine değen veçhelere sahip. Erdoğan, Suriye’de tampon bölge oluşturmak ve Halep’i düşürmek amacıyla Fetih Ordusu’nu kurmak için Suudi Kralı Selman ile el sıkıştığında bu planları medyaya pazarlayanlardan biri Kaşıkçı idi.
Bu süreçte Kaşıkçı’yı AKP’nin Türkiye’sine yanaştıran ise ‘İhvan kardeşliği’. Muhammed bin Selman’ın adamları Kaşıkçı’nın etkisini kesmek için onu 2017’de terör örgütleri listesine aldıkları Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) destekçisi olmakla suçluyor. Ladin’le dostluktan, “Radikalizme karşı siyasal İslam’ın önü açılmalı” çizgisine gelmiş, oradan da daha liberal söylemlere yönelmiş Kaşıkçı’nın örgütsel bağına dair bilgi yok. Fakat Mısır’da Muhammed Mursi’yi deviren Suudi-Emirlik destekli Sisi darbesine ve İhvan’ın terör örgütü ilan edilmesine karşıydı. Muhtemelen Saray’la ayrışmanın tohumu böyle ekildi. Ama beri tarafta İran’a karşı hamlelerin yanındaydı. Başında Yemen savaşının da destekçisiydi. Suudilerin Trump’ın Ortadoğu planlarına aracı olmasını tehlikeli buluyordu. Belki ipinin çekilmesinin en büyük nedeni buydu.
Bu profile bakılınca Kaşıkçı’yı hizmetkârı olduğu Saray’dan uzaklaştıran nedenlerle Türkiye’yi Körfez’deki komşu kavgasında taraf yapan saiklerin aşağı yukarı aynı olduğu görülüyor. Bir tarafta Suudi Arabistan, BAE ve Mısır, diğer tarafta Katar, İhvan ve onlara kalkan olan Türkiye.
Bölgedeki iç kavgalar ve hesaplaşmalar Arap diasporasının yeni adresi olarak Türkiye’ye taşınıyor. Eskiden ülkesinden kaçanlar Avrupa’ya sığınıyordu. O kapılar artık çok meşakkatli. Türkiye ise ziyadesiyle davetkâr ve himayeci. Angela Merkel ve Emmanuel Macron minnettar olmasın da ne yapsın!
Fakat bugüne kadar Suudilerin dahil olduğu pek çok meselede Ankara feveran ederken Riyad’ı hep kayırdı. Erdoğan, Rabia’yı simgeleştirdi ama Mısır’da darbenin ana finansörü Suudilere dokunmadı. Kudüs davasını bayraklaştırırken Trump’ın ‘yıkım ortağı’ Suudi hanedanına laf etmedi. Yemen’deki katliamlarla ilgili edecek bir çift sözü hiç olmadı. YPG’yle ortaklığı nedeniyle ABD’ye ateş püskürürken Suudilerin Fırat’ın doğusuna 100 milyon dolarlık yardımını görmezden geldi.
Bu ihtimam büyük bir ihtimalle Suudiler ve onların etki edebileceği Körfez’deki yatırımcıların hatırı için. Kim bilir bu kırılganlıktan hareketle Türkiye’yi bir operasyon alanı olarak seçmekte fazla bir risk görmediler. Kaşıkçı’nın akıbeti netleştiğinde Erdoğan’ın Kral hazretlerini gücendirmeme hassasiyetine ne olacağını kestiremiyoruz. Ya kopuş ya pazarlık. İki yola da kapı açık
-------------------------------------------------------------------
Gazete Duvar- 10 Ekim 2018
|
|
|
|