|
Aydın Güneşli |
|
|
|
|
|
|
|
Silahlı mücadelenin sonlandırılması herkes için hayırlıdır*
|
2013-03-02 11:29
|
Aydın Güneşli
|
|
Tüm siyasetini Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini bastırmak üzerine şekillendiren, ağır baskı ve asimilasyon politikaları ile Kürt halkının varlığına kasteden Türkiye Cumhuriyeti,
peş peşe, aralıksız olarak devam eden Kürt başkaldırıları ve direnişlerin sonunda nihayet Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı sırasında Kürt meselesine farklı bir yaklaşımın sinyallerini verdi.
Özal’ın 6 Eylül 1991 tarihinde “federasyon dahil her şeyi tartışabiliriz” sözleri statükocu militarist kesimin sert muhalefetiyle karşılaştı.
Özal elbette ki federasyon yanlısı değildi, Ancak Kürt meselesinin tartışılmasından, Kürtçe üzerindeki baskıların kaldırılmasından ve kültürel hakların sağlanmasından yanaydı.
Aynı yıllarda, 1992 yılında başbakan olan Süleyman Demirel’de “Kürt realitesini tanıyoruz” sözleriyle geleneksel politikalardan çark etme sinyalleri veriyordu.
Ancak bu sözlerin edildiği yıllarda, Kürdistan’da estirilen devlet terörü akıl almaz boyutlara ulaşıyor,4000 dolayında köy yakılıyor, binlerce faili meçhul cinayet işleniyor, 3 milyon dolayında yoksul Kürt metropollere sürülüyordu. Hayatın her alanı işkenceye dönüştürülürken, Cumhurbaşkanı Özal ve ekibi kuşkulu ölümlerle tavsiye ediliyordu. Başbakan Demirel’in sözleri, sadece “hoş bir seda” olarak kalıyor ve artan devlet terörünün habercisi olarak arşivlere geçiyordu.
Osmanlı imparatorluğunun çöküşünün ardından, elde kalan çok uluslu, çok kültürlü bir coğrafyada Türk ulusuna dayalı “ulus devlet” yaratma projesini ısrarla sürdüren yöneticiler Cumhuriyet öncesi Ermenileri hallettikten sonra, çok daha büyük bir sorun olarak gördükleri Kürtlerin hallini de 80 yıl boyunca devam ettirdiler.
Kürtler hem kendi topraklarında yerleşik, zengin bir kültüre sahip kadim bir halk, hem de nüfus olarak oldukça kalabalıktı.
Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşunu takiben günümüze dek hazırlanan çeşitli raporlarla Kürt meselesinin halli üzerine özü değişmeyen ama zaman zaman yeniden düzenlenen planlar projeler üretildi, uygulamaya konuldu.
Bu plan, Kürtleri mümkün olduğunca nüfusun yüzde 15ini geçmemek kaydıyla batı illerine sürmek, Kürdistan’ı Kürtsüzleştirmek, ve Kürtleri hızlı bir şekilde asimile etmekti.
Ecevit’in arşivinde çıkan ve 1961 tarihinde oluşturulduğu anlaşılan belge bu bakımdan dikkate değerdir.
“Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskan etmek...”
Başka etnik kökenden kitlelerin planlandığı oranda Kürdistan taşınması pek mümkün olmasa da Kürtlerin batı illerine sürülmesinde epey mesafe alındığı görülmektedir.
Sürdürülen şiddet politikaları Türkiye’de militarizmi-ırkçı faşist yapıları güçlendirirken, Kürdistan’da ise PKK’yi Kürtlerin en büyük örgütü haline getirdi.
90 lı yıllara kadar Kürt sorununu kabul etmeyen devlet, artık yeni bir strateji ortaya koyuyor; Kürt sorunu eşittir PKK, PKK de eşittir “terör” diyerek Kürt halkının hak ve özgürlük taleplerini PKK çerçevesine sıkıştırıyor ve Kürt sorununu bir “terör sorunu olarak iç ve dış kamuoyuna sunuyordu…
O yıllarda tüm dünyada “teröre” karşı uluslar arası mücadele ortaklığı öne çıkıyor, Türkiye de süreci lehine çevirmeyi başarıyordu.
20 milyon Kürdün en temel hakları “terör” sorununa indirgeniyor, hem içeride hem dışarıda kamuoyuna “teröre karşı mücadele” ediliyormuş gibi bir propaganda yürütülüyordu.
PKK’nin kör şiddet eylemleri bu propagandanın etkili olması için bolca malzeme de veriyordu. Kimi zaman devlet güçleri tarafından infial uyandıran şok eylemler gerçekleştiriliyor ve PKK’nin yaptığı propaganda ediliyordu. Zaman zaman PKK de bu eylemlilikleri üstlendiği oluyordu.
Özcesi Kürdistan’da kirli bir savaş yürütülüyor bu savaş ortamının yarattığı en belirgin sonuç; devletin Kürtleri Kürdistan’dan sürme, batı illerine dağıtma stratejisinin realize olmasını sağlıyordu.
Kuşkusuz bu kirli savaş, PKK nin şiddet eylemleri, aynı zamanda Türk devleti içindeki iktidar çatışmalarının bir argümanı olarak da işe yarıyor, militarist kesimin “terörü” bahane ederek iktidarını sürdürmeye,topluma, ayar vermeye elverişli zemini hazırlıyordu.
Devleti elinde tutan militarist kesim sürdürülen bu savaş koşullarında demokratikleşmenin önüne geçiyor, iktidar alanını paylaşmak isteyen kesimleri çeşitli provokasyonlarla etkisiz hale getirebiliyordu.
Militarist kesimin iktidarını koruması, toplumun sürekli bir tehdit altında olduğu,kontrol edilebilir bir savaş ortamında tutuluyor olmasına bağlıydı.
Öyle ki farklı politikaları gündeme getiren her aktör devre dışı bırakılıyor, statükoyu koruma çabaları gerektiğinde kendi cumhur başkanını,kendi başbakanını,generallerini dahi yok etmeyi sağlayacak kadar pervasızlaşıyordu.
Bir yandan Kürtler sürülüyor, Kürt coğrafyası kan revan içinde tutuluyor,öte yandan iktidar olan militarist kesim daha da güçleniyor, palazlanıyor, her türden demokratikleşme taleplerini bastırıyor ve ya erteleyebiliyor.
Ne de olsa ortada “terör ve bölünme tehlikesi vardı!
PKK nin ilk kez ateşkes yapmasını sağlayan, sorunun şiddet dışında çözmeye niyetli olduğunun sinyallerini veren ve “federasyonu da tartışabiliriz” diyen Özal’ın şaibeli ölümü sonrası Cumhur başkanlığı makamına çıkan Demirel’in yerine DYP genel başkanlığı ve başbakanlığa getirilen Tansu Çiller, bir yurtdışı gezisi sırasında “Bask modeli” nden bahsediyordu.
Çiller’in çıkışı Demirel’in “çözümü İspanya’da arama” uyarısıyla tersine dönüyor ve Çiller’in başbakanlığı süreci kirli savaşın en uca ulaştığı döneme dönüşüyordu.
1996 yılında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi’nin koalisyon hükümeti kurması statükocu militarist kesimi harekete geçirmiş,generaller hükümeti devirmek için her türlü aracı devreye sokmuşlardır.Bu dönem sonradan 28 şubat 1007 darbesi olarak anılacak darbe koşullarını yaratmak ve hükümeti çekilmeye zorlamak için pek çok karanlık ilişkinin yeniden canlandırıldığı dönem olmuştur.
Nitekim Abdullah Öcalan 23 Eylül 2009 avukat görüşmelerinde bu karanlık ilişkilerin aldığı boyutu gözler önüne seriyordu.Öcalan şöyle diyordu “Karadayı ve Kıvrıkoğlu Amerikancı değiller. Karadayı, Kıvrıkoğlu gibiler bunun farkındaydı. Karadayı’nın olduğu bir toplantıda aynen “bu kadını etkisizleştirelim, güçten düşürelim, bir an önce gönderelim” deniliyor, Çiller kastedilerek. Hatta Tansu Çiller’i öldürmeyi planlıyorlar ve bu planı da bize uygulatmak istediler ve bu olay böylece bize kadar geldi. Çok şaşırdım. Biz kabul etmedik. Yine Doğan Güreş’in zehirleme meselesi de var, zehirlemeyi yapıp bize mal etmek istiyorlardı.”
Görüldüğü gibi görüntüde savaşan iki taraf var, ortada on binlerce ölü ve muazzam bir yıkım var. Ancak savaşanlar en üst noktada kirli eylem paslaşması yapacak kadar samimi…
“Biz yapalım siz üstlenin!”
Türkiye’de iktidar savaşları ile PKK’nin eylem çizgisindeki yükselme veya düşüşlerin paralelliği de dikkate değerdir.
Kürt sorunun çözümüne yönelik askeri yolların dışında farklı arayışlar içinde olan, bu konuda raporlar hazırlatan Türk siyasetçileri ve ekipleri militarist kesimce tasfiye edilirken, PKK eylemlerindeki olağan üstü tırmanışı fark etmemek mümkün değildir. Özal ve ekibinin tasfiyesini, Çiller’in şahinleştirilerek hizaya getirilmesi, en az 10 rapor hazırlayan Erbakan’ın 28 şubat darbesiyle tasfiyesi izledi.
İlginçtir 28 Şubat darbesi sonrası PKK’nin eylemlilikleri en alt düzeyde kaldı.
PKK kuruluş süreci dahil sürekli olarak devlet ile sıkı ilişki içinde olmuştur. Denebilir ki PKK Türk siyasetindeki dalgalanmaların, klikler arası çatışmaların bir parçası, aktörüdür.
Bu ilişki biçimi oldukça “derin”dir.
Öcalan yakalanıp İmralı adasına konduktan sonra da ilişkilerin boyutu ve kapsamı daha da genişlemiştir.
Öcalan zaman zaman bu ilişkileri deşifreden açıklamalarda da bulunmuştur.
Öcalan, İmralı’da kendisiyle yapılan görüşmeleri avukatlarıyla paylaşıyor ve şöyle diyordu,: “2000’in başında burada sorguya katılan yetkililer gelmişti. Bazıları komutandı, yetkili olarak konuştu. Bana; ‘siz güçlerinizi sınır dışına çektiniz, tek taraflı adım attınız, bundan sonra da tek taraflı adım atacaksınız. Ancak ordu, devlet sizi dikkate almaz’ diyordu. Ben, devletin politikasını sordum. Onlar da ‘devlet bu düşük yoğunluklu savaşla sizi dikkate almaz, savaşı tırmandırın, daha ciddi bir savaş verin o zaman dikkate alınırsınız, sizi dikkate almak zorunda kalırlar’ diyordu. Kelimesi kelimesine böyle değildi ama öz itibariyle böyle söylemek istiyorlardı. Yani savaşı orta yoğunluktaki bir düzeye çekmemiz halinde devletin bizi dikkate almak zorunda kalacağını belirtiyordu. Tabii ben savaşı tırmandırmadım. Bunu çekindiğim ya da korktuğum için de böyle yapmadım, samimiydim, sorunun böyle çözüleceğine inanıyordum.” (8 Temmuz 2009)
Öcalan ile Genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu bir komisyon marifetiyle görüştüğü, yine Öcalan’ın yakalandığı süreçte silahlı mücadeleyi durdurma, gerillayı sınır dışına çekme kararı ardından 2001 yılında kendisiyle görüşen komisyondan “komutan”ların“500 gerillanın içeride kalmasını istedikleri” hatırlardadır.
Sonuçta PKK Öcalan’ın çağrılarına uyarak 7.kongresini topladı.500 kişi hariç, gerillalar sınır dışına çıkarıldı, KADEK adını alan PKK temel taleplerini de değiştirdi. Ayrı devlet(bağımsız devlet-federasyon-özerklik dahil tüm istemlerden vaz geçildi) yerini demokratik cumhuriyet söylemlerine bıraktı. Silahlı mücadele durduruldu. ARGK adı Halk savunma güçleri (HPG) olarak değiştirildi.
Bu dönemde ortaya çıkan “barış” fırsatı AK Parti’yi devirme planları yapan militarist kesimce bir kenara itildi.
Öcalan’la görüşmeleri sürdüren ve bu gün Ergenekon davasından yargılanan kimi generaller PKK’nin yeniden savaşmasını istemişlerdi.2004 yılında toplanan PKK kongresi yeniden savaş kararı almış ve şiddet yeniden tırmanmıştır.
Öcalan devlet ile olan temaslarını ve PKK’yi bu ilişkilere göre şekillendirdiğini açıkça ifade etmektedir;
“96’dan itibaren bize gelen dolaylı mesajlara, çözümü “ülkenin bütünlüğü ve devletin bağımsızlığı çerçevesinde demokratik birlik” biçiminde açıkça, sözlü ve yazılı değerlendirmelerimizde esas alıyorduk.” .(Öcalan-Kürt sorununa demokratik çözüm bildirgesi/ Sayfa 50)”
“Hem Türkiye, hem PKK için ’95-96’larda MGK’de seslendirilen ve bize kadar da dolaylı yoldan ulaştırılan konsept,devletin yaşadığı değişimi,PKK’nin de göz önüne getirmesi,ve kendisinden beklenen değişime yanıt vermesiydi.Erkenden ve olumlu yaklaşmaya çalıştığım bana göre ordunun denetiminde batı tipi bir demokratik gelişme doğrultusunda ,ortak vatan ve bağımsız devleti tartışmaksızın çözüm arama perspektifiydi.Buna da yetersiz de olsa birkaç sefer tek taraflı ateşkesle yanıt vermeye çalıştım.Yapıyı da yeni konsepte yavaşta olsa bilgilendirerek hazırlamaya çalıştım.Bu güne bu yaklaşımla geldim.“ .(Kürt sorununa demokratik çözüm bildirgesi/ Sayfa 118)”
Buraya kadar özet olarak ifade edilebilir ki devlet ile PKK arasında diyalog hep var olmuştur.
PKK çoğu kez devletin derinlerinden gelen taleplere paralel olarak pozisyon almıştır.
Bu bazen ateşkes, bazen şiddetin tırmandırılması şeklinde olmuştur.
Ak Parti ‘ye karşı darbe girişimlerinin hazırlandığı dönemlerde Öcalan ve PKK nin de tüm stratejisini Ak Partiyi devirmeye odaklaması ,”devlet çözüme hazır AK Parti engel” söylemini öne çıkararak şiddeti tırmandırması dikkate değerdir.
Bilindiği gibi AK Parti’yi devirme senaryoları ters tepti.Militarist kesimin planladığı tüm darbe planları deşifre oldu.Aralarında generallerin de olduğu pek çok darbeci tutuklandı,ağır cezalarla yargılanır oldu.. AK Parti askeri vesayeti gerileterek devlete egemen hale geldi.
Devran değişti.
Geçmişte İmralı’ya hakim olan militarist kesim ile “stratejik ortaklık” geliştiren Öcalan bu kez AK Parti iktidarı ile diyaloga başladı.
Öcalan “Halk savaşına gerek kalmadı. Barış protokolleri hazırladık “ dedikten kısa bir süre sonra baypas edildi.
PKK mevcut eylemsizlik sürecini 14 Temmuz 2011 tarihinde Silvan’da 13 askerin ölümüyle sonuçlanan saldırı ile bozdu.Aynı Anda DTK demokratik özerkliği(!) ilan etti,
Çatışmalar giderek tırmandırıldı.
Oysa bu dönemde perde arkasında, şimdiye kadar olanların çok ötesinde bir görüşme –diyalog süreci gerçekleşmekteydi
Bu gizli görüşme trafiği ancak, 13 Eylül 2011 tarihinde Dicle Haber Ajansı"nın (DİHA) internet sitesinde KCK ile Başbakan’ın görevlendirdiği MİT yetkililerin görüşme kayıtları servis edildiğinde anlaşıldı.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, KCK"den Mustafa Karasu, PKK"li Sabri Ok ve Zübeyir Aydar" arasında geçen bu görüşmelerin PKK içindeki bir odak tarafından açıklanmasıyla hükümet krizi yaratılmak ve diyalog sürecini provoke etmek planlansa da başarılı olamadı. Başbakan MİT’e ve sürece açıkça sahip çıktı.Yargılanmalarını önlemek için yeni bir yasal düzenleme yaptı.
Oslo görüşmeleri deşifre olduğunda Öcalan’ın uzun zamandır MİT ile görüştüğünü, bu görüşmelere PKK’nin Avrupa kanadı ve hatta Kandil’inde şu yada bu şekilde dahil olduğunu ve oldukça mesafe alındığı da ortaya çıktı.
Bu süreç neden sabote edildi? Kim yaptı? Ne amaçlandı soruları havada uçuşurken gözler bir kez daha PKK nin Türkiye’deki karanlık odaklarla, bölge devletleriyle özellikle İran-Suriye Irak gibi devletlerle, onların rejimleriyle olan ilişkilerine, şiddetin artarak devam etmesinden fayda uman kesimlere çevrildi.
2012 de PKK’nin Şemdinli’de “alan hakimiyeti” ni ilan etmesi gerilimi daha da tırmandırdı. Devlet çok sert operasyonlarla karşılık verdi yüzlerce PKK’li yaşamını yitirdi.
Çatışmaları cezaevlerinde KCK tutukluların açlık grevleri izledi. Kısa sürede genişleyen ve BDP millet vekillerinin de katılmasıyla kilitlenen eylemlikleri ancak Öcalan’ın bitirebileceği propaganda edildi.
Uzun bir süre sessizliğe gömülen Öcalan yaptığı açıklamayla açlık grevlerini bitmesini sağladı.
Bu yolla, Öcalan sözünün dinlenmediği imajını tek muhatap imajıyla tazeledi.
Ve yeniden Öcalan -MİT görüşme sinyalleri dillendirilir oldu.
İmralı görüşmeleri diye dillendirilen bu sürecin diğer süreçlerden bir farkı var mıdır?
Öcalan ile yürütülen, statükocu-militarist kesim hariç, PKK karşıtları da dahil hemen hemen her kesimin desteklediği bu süreç nedir? Bu önemli süreçten ne beklenmelidir?
Zira tıpkı körün fili tarifi gibi her kes bu süreci desteklerken, destek mesajları verirken birbirinden çok farklı beklentileri de ifade etmektedirler.
Türk devletinin bu süreçten beklentileri açık olsa da şimdilik onu bir tarafa bırakarak Kürt kesimdeki yaklaşımlara bir göz atmakta yarar vardır.
Bir kesim Öcalan ile yapılan bu görüşmelerin; Kürt sorununun “Çözümü”nü sağlayacağı en azından çözüm sürecine yol açacağını ifade etmektedirler.
Elbette ki çözümden de herkesin anladığı farklıdır.
Kimi hayalperestler İmralı görüşmelerinden nerdeyse, bağımsız bir devlet olmasa bile en azından federasyon veya demokratik özerklik çıkacağını hayal etmektedirler!
Diğer bir kesim ise PKK nin silahlı mücadelesinin miadının dolduğunu, Kürt halkına zarar verdiğini, silahların bırakılmasının bile tek başına bir kazanım olacağını ve Kürt siyasetinin normalleşeceğini, bu yolla çözüme giden yolun önündeki önemli bir engelin kalkmış olacağını ifade etmektedirler.
Tüm kesimlerin sürece destek mesajları vermesinin altında yatan temel nokta veya ortak payda sadece; silahların susturulması, silahlı mücadelenin sonlandırılmasıdır diyebiliriz.
Kuşkusuz ortada gerçek anlamda Kürt sorununun çözümü yoktur. Zira gerek Statükocu militarist kesimin gerekse AK Parti iktidarının Kürt sorununu ulus- ülke gerçekliğine dayalı olarak çözme konusunda bir programa ve ya bir niyete sahip olmadıkları ortadadır.
Devletin çözümden muradı; “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” esas alınmak koşuluyla Kürtlerin bireysel- kültürel haklarının verilmesidir.
Esasen Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde Türk devleti zaten bu adımları atmayı kabul etmiştir.
Nitekim 21 Kasım 1988 tarihinde kabul edilen ancak çekinceler konan Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı bunlardan biridir.
Gelinen noktada bağımsız, birleşik Kürdistan talebiyle silahlı mücadeleyi sürdüren, Öcalan yakalandıktan sonra tüm ulusal taleplerini terke den PKK devletin temel aldığı çerçeveye “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” çerçevesine evet demiştir.
Öcalan’ın yıllardır dillendirdiği “demokratik ulus”-“ortak vatan”
bir ara dillendirilen, içi boş olsa da “demokratik özerklik” dahi artık söz konusu olmayacaktır.
Zira Ahmet Türk’ün İmralı’da Öcalan’la görüşmesinin ardından yaptığı “İmralı"nın taleplerinin devleti zorlamayacak türden olduğu ” açıklaması bunun işaretlerini vermektedir.
Yazının sonunu Öcalan’ın ANF’de 18.07.2011 de “Benim dışımda kimse silah bıraktıramaz” başlığıyla yayınlana Avukat görüşmesi notlarından aldığımız kısa bölümlerle bitirelim;
“Demokratik özerklik modeli bir bölgeye özgü bir çözüm modeli değildir. Demokratik özerklik önerimiz demokratik modernite adını verdiğimiz geniş bir kuramın alt dalıdır” “Bütün Türkiye’de uygulanabilecek, Türkiye gerçeğine, kültürüne daha uygun bir modeldir. Yerellerin, yerel kültürlerin güçlendirilmesidir.”
Şunu söylemekte sakınca bulmuyorum. Heyetle en son bir görüşme daha gerçekleştirdik. Kamuoyunun bilmesinde fayda var. Böyle kritik ve sıcak bir dönemde bile görüşmenin sürmesi ciddidir, önemlidir. Silahları bıraktırma irademiz var. Açık ve net söylüyorum. Benim dışımda kimse silahları bıraktıramaz.
“ Herkes ‘ancak sen yapabilirsin diyor’. Ben de bu rolden kaçamam. Gereği neyse yapmak istiyorum. Bunun için çok açık Sayın Başbakana buradan sesleniyorum. Bana rolümü oynamam için gerekli pratik araçların sunulması gerekir.
“ Bunu çok net ve açık söylüyoruz. Türkiye kamuoyu bunu bilmeli. Biz bölücü değiliz. Biz tekçi zihniyete karşıyız. Kesinlikle bölücü değiliz, bütünlükten yanayız. Vatanın bütünlüğüne itirazımız yok, ortak vatandan yanayız. Ulusun da bütünlüğüne itirazımız yok ama demokratik ulus temelinde bütünlük diyoruz.”
Son söz;
Bu gün İmralı’da konuşulan ve çıkması muhtemel en olumlu sonuç, kendisi de sorunun çözümü önünde engele dönüşen PKK sorununun çözümdür. Daha doğru bir ifadeyle geçmişte statükocu militarist kesimce teşvik edilen silahlı mücadelenin sonlandırılmasıdır.
Bu herkes için, her kesim için hayırlıdır.
MİT –İmralı görüşmelerinin ve çıkacak muhtemel sonucun sadece silahların bıraktırılması değil de Kürt sorununun çözümü gibi sunulması ince bir propaganda ve toplumu yönlendirme çabasıdır.
Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve ancak Kürt halkının,kendi ülkesinde kendi kendisini yönetmesi ile çözüme kavuşacaktır.
Bunun asgari biçimi federasyondur.
Kürdistan Sosyalist Partisi/PSK, Kürt sorunun çözümünü şu şekilde ifade etmiştir;
“PSK, Kürt halkının ulusal kurtuluşunu, halkımızın kendi kaderini özgürce tayin etmesinde görür. Kürt halkı kendi kendisini yönetmelidir.
Partimiz, Kuzey Kürdistan için bunun iki biçimde olabileceği görüşündedir: Kürt halkı ayrılıp kendi devletini kurabilir veya Türkiye halklarıyla demokratik bir birliği seçebilir.
İkinci durumda, birlik eşit haklara sahip federasyon biçiminde olmalıdır. Kürdistan ayrı bir cumhuriyet halinde örgütlenmeli, kendi parlamentosu hükümeti olmalı ve her bakımdan Türkiye ile eşit haklara sahip bulunmalıdır.
Kendi kaderini tayin hakkı için koşullar olgunlaştığında, Kürt halkı bu seçeneklerden birini ya da diğerini seçebilir. Her iki durumda da bağımsız devlet statüsü söz konusudur.”
Özcesi; eşitliği esas almayan hiçbir çözüm, çözüm değildir.
*DENG DERGİSİ Şubat- sayı 90
|
|
|
|
|
|
|