|
Vahim bir özellik
|
2016-04-06 12:13
|
Murat Belge
|
|
Dünya Türkiye’nin gidişini endişeyle izliyor; endişesini artık gizlemiyor. Bu endişe verici durumun baş sorumlusunun Recep Tayyip Erdoğan olduğu konusunda da kimsenin şüphesi yok. “Dünya” derken “demokratik dünya”yı kastediyorum. Rusya ve İran gibi, Erdoğan’a içerlemek için başka türlü gerekçeleri olanları değil (onlara sorsanız, “demokratik gerekçeler” sayacaklardır, ama orası başka hikâye).
Dünyadaki bu hava Türkiye’nin iç politikasına henüz pek yansımıyor. Hiç de yansımayabilir ya da başarılı bir manipülasyonla bir “Erdoğan desteği”ne dönüştürülebilir. Türkiye’nin kendi üretegeldiği ideoloji ile demokratik değer arasında ezelden beri kapanmayan bir makas, bazen daha az açılır, bazen daha çok açılır, ama hep vardır. Onun için burada son yazımda: “Zaten bir yanda uluslararası topluluk ve demokrasi tarihi, demokratik değerler, demokrasiyi “demokrasi” yapan ilkeler, öbür tarafta Türkiye toplumunun siyasi deneyimi ve sağduyusu, onun bu değerleri sindirmişlik ya da sindirmemişlik ölçüsü... Asıl gerilim burada yaşanacak ve bir biçimde burada çözülecek” demiştim.
Yurtdışında Tayyip Erdoğan’ı eleştiren çok; ama eleştiri konusu çok değil, hatta tek: kararlı anti-demokratik tavrı. İçeride ona oy veren, “Öl de ölelim” tezahüratı yapanlar ise Erdoğan’ın demokrasiye katkılarından ötürü bu sevgiyi beslemiyorlar. Erdoğan’ın varlığı onlar için başka bir şey: çıkar, statü edinme, şu bu, ama devam etmesini istedikleri bir şey.
Neyse, Erdoğan’ın kurmaya, yaymaya çalıştığı düzen üstüne özellikle bir şeyi vurgulamak istiyorum bugün. Bu “şey” çok konuştuğumuz ve kim bilir daha ne kadar çok konuşacağımız (bunu yazarken, bir an, epey “iyimser” olduğumu düşündüm), “demokrasi”, “insan hakları”, “hukuk devleti”, “kuvvetler ayrılığı” gibi klasik konulardan biri değil.
Dünyada Türkiye"deki endişe verici durumun sorumlusunun Erdoğan olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok
Tayyip Erdoğan 2010’ların başından itibaren “otoriter” tonunu yükseltmişti. Gezi buna bir tepkiydi ama Gezi’yle birlikte ve Gezi sonrasında o ton yükselmeye devam etti. ”Ton”la birlikte, dile getirilen “içerik” de iyiden iyiye değişti.
Bu arada Erdoğan’ın kendisi değil ama silahşorlarından biri AKP’nin artık “liberal”miş, “solcu”ymuş, kendilerinden başka kimsenin fikrine vb. ihtiyacı olmadığını söyledi. Erdoğan’ın kendisi bunu söylemediyse de, söylenmesinin arkasında onun olduğundan bir şüphem yok. Erdoğan, “kitlesi”nin kendisinden başka bir kimsenin sözüne kulak vermesini istemiyordu: “Benim kitlem alacağını benden alır!”
Bunun temelinde tabii, bütün davranışlarına yansıyan, “iktidarı artık sağlam ele geçirdiğine” inancı vardı.
Konu etmek istediğim şey şu: Tayyip Erdoğan’ın kurmakistediği, bunun için sürekli bastırdığı, bir an gözünden kaçırmadığı o “düzen”in (“başkanlık”, “Türk tipi başkanlık”, “milli ve yerli başkanlık” v.b.) olmazsa olmaz kısmı, içerdiği “kin” ve “nefret” olacak. Hani “dindar nesil/kindar nesil” falan deniyordu, işte öyle, ona uygun bir toplum istiyor. Tayyip Erdoğan, “beş çocuk” dediğinde bütün çiftler hizaya gelip eksiklerini tamamlayacak. Tayyip Erdoğan “Üzümün tanesini yeyin. Suyunu ne içiyorsunuz?” dediği anda (daha önceden bırakmamışsa) içkiyi bıraktığı gibi, bırakmayanı da yakalayıp dövecek.
“O benim gibi düşünmüyor. Benim onunla işim olmaz” demesi mümkün değil Tayyip Erdoğan’ın. Onun tek bir düşünme biçimi var: “O benim gibi düşünmüyor. Hemen benim gibi düşünmeye başlamalı.”
İlişmeden bırakacağı kimse yok toplumda. Böyle bir seferberliği yürütmek için de önemli ölçüde bir enerji gerek. Hani çevreciler “rüzgâr” enerjisi diyor, “güneş” enerjisi diyor: hegemonyacılar “ille de nükleer” enerji diyor. Bunları Tayyip Erdoğan da der, diyor; ama Tayyip Erdoğan’ın kurmayı planladığı toplumsal düzen “nefret enerjisi”yle çalışacak.
Tayyip Erdoğan’ın kurmayı planladığı toplumsal düzen “nefret enerjisi”yle çalışacak
2002’de iktidara geldiği andan itibaren gördüğü nefret, onun da bu nefreti duymasını haklı gösteriyor mu? Bence hayır, çünkü Tayyip Erdoğan’ın nefretinin geçmişi çok daha eskilere uzanıyor olmalı. Bu ülkede ve daha birçok ülkede “İslâm”ı ve “siyaset”i yanyana getirmek “mağduriyet”ten beslenmeyi gerektiriyor. Ana besinin “mağduriyet” olunca, bunun sosunun da “nefret” olmaması çok güç. Belli ki Tayyip Erdoğan, adlarının olumsuzluğuna rağmen bu besini, bu lezzeti çok beğenmiş.
Beğenmiş ki, şimdi yeni toplum inşa etme girişiminde, bu eski kini o yeni toplumun sıvası yapmak için elinden geleni yapıyor.
Peki, 2002’de başlayan adı “laiklik” olan o tepki? Bu, Tayyip Erdoğan’da zaten hazır olan “intikam” haznesine ek malzeme sağlamış olabilir elbette. En zararlı etkisi ise, Erdoğan’ın kendinden çok onu destekleyen kitleler üzerinden oldu. Varkalma kavgasının kuralsız yürümesi gerektiğine inançlarını pekiştirdi. Mücadelenin ilkesizliğini meşrulaştırdı.
Bu, Türkiye’nin ezeli sorunlarının Tayyip Erdoğan kişiliği ile eklemlenmesinin şimdi fazlasıyla kaygı verici biçimlenişi, gözünün önünde. Bu nihai ve başkasına varlık hakkı tanımayan bir eklemlenme olmak durumunda mı?
----------------------------------------------------
T24-4 Nisan
|
|
|
|