|
Benim sadık yarim beton değildir
|
2019-08-09 18:32
|
Murat Belge
|
|
Bu yazın denize girmeli tatilini gene bir Yunan adasında yapalım dedik ve gittik. Giderken ve gelirken Bodrum çevresine baktım. Çevresine ve kendisine. Bir koca kent.
Benim bu çevreye ilk gelişim 1967’dir. Yani elli iki yıl önce. Elli iki yıl bir insan bireyinin ömründe çok uzun bir zaman. Bir toplumun tarihinde muhtemelen o kadar uzun bir zaman sayılmaz.
Marmaris’te kasabanın kendisine o kadar değil ama çevresine hayran kalmıştım. Bodrum’da bunun tersi oldu diyebilirim. Elli iki yıl öncesinin (oraya birlike gittiklerim ya da orada tanıştıklarımdan hayatta kalan kimse yok gibi) Bodrum’u inanılmaz cana yakın bir kasabaydı. Müntakim Ökmen’le tanışmıştık orada. Kıyıda bir ev yaptırıyordu. İlhan Berk’in gelip yerleştiğini söylemişlerdi ama rastlaşmadık. Küçücük yerleşimde örneğin Halikarnas Balıkçı’sının katkıları daha bir göz önündeydi: Diktiği palmiyeler ya da ılgın ağaçları, bellasonora’lar…
Hermafrodit mitinin geçtiği Salmakis bayağı uzaklardaydı. Halikarnas yeni açılmıştı ve kasabanın sonunu ilan ediyordu. Başlıca otel Artemis’ti. Bir de Mercan vardı. Bunların dışında “pansiyonculuk” başlamıştı.
Dediğim gibi, giderken ve gelirken bunlar aklımdan, biraz da gözümün önünden geçti. “Bellek” gözünden böyle şeyler geçebiliyor. Gerçek gözümün önünden ise zevksiz siteler, ağaçsızlaşmış, kıraçlaşmış tepeler geçiyordu. Bu “site”lerin kural olarak kireçle badanalanmış olması manzaranın daha “estetik” olmasını sağlamıyor.
İstanbul’da ve çevresinde dolaşırken gökdelen bolluğu insanı serseme çeviriyor. Tek bir bina olmadığını hatırladığım alanlar şimdi orta çaplı kasabalara dönüştü. Buralar, yani bu kırlık alanlar da böyle.
Bodrum Gittiğimiz ada (veya birkaç yılın gözlemlerini hatırlarsak, adalar) böyle değil. Geleneksel mimari tarzına aykırı düşen yapılar yok; “site” benzeri bir şey elbette yok. Olanlara yeni binalar eklendiği oluyor elbette ama bunların sayısı şaşırtıcı, ürkütücü rakamlara ulaşmıyor.
İçime korku salan “gelişme” kavramı burada geçerli değil.
Sorun nüfus sorunu. Türkiye’de kimilerimize yeterli görünmeyen nüfus bu yapılaşmaya durmadan ihtiyaç yaratıyor. Yükselen refah düzeyi de sürecin bir başka destekçisi. Bunlar oluyor diye de kimseyi suçlamak mümkün değil. Oluyor. Olmaya devam edecek.
Benzer şeyler başka toplumlarda da olmuş. Klasik örnek İspanya’dır. Ben gidip görmedim ama hep Costa Del Sol anlatılır. Bir betonlaşma hikayesidir bu. İspanya’nın sıcak denizinin keyfini çıkarmak üzere bu yörenin yolunu tutan çoğu kuzeyli turistler geldikçe yerliler de onları ağırlayacakları betonarme otelleri yükseltirler. Sonunda bakan neredeyse her kişinin “Ne çirkin manzara!” diyeceği, dediği bir görüntü oluşur. Böyle olunca o otellerde kalmaya gelen turistler de ayağını keser. Böylece, Costa del Sol bir “Costa del Beton” olarak kalır—ne gelen var ne giden. Burada günümüzde ne oluyor, bilmiyorum. Elbirliğiyle üretilen bu felaketi onarmanın bir yolunun bulunup bulunmadığından haberim yok.
Costa del Sol Darbeyi yemiş olan yeri kurtarmak mümkün olmayabilir, ama böyle bir kötü örneğin başkalarına bir ders vermesi ve bu anlamda faydalı olması mümkün olabilmeliydi. Oldu mu? Türkiye çerçevesinde bakınca, olmuşa benzemiyor. Tamam, “nüfus” diyorum, böyle bir süreci hazırlayan bazı kaçınılmaz koşullar olduğunu biliyorum. Ama işin içinde bir estetik yoksulluğu, maddi kazanç tamahı olduğu da herhalde inkar edilemez. Bunlarda yetkililerin, yerel yönetimlerin v.b. payı olduğu da herhalde yeterince açıktır.
Açıktır ve devam etmektedir. Bir zaman Bergama için mücadele ediyorduk; şimdi Kaz Dağları’nın derdine düşmüş durumdayız. Doğaya yapılan kötülükler saymakla bitmez.
Baktığı yerde meşe, gürgen değil de “dolar” işareti görenler, öyle görmek üzere yetiştirilenler var oldukça bu mücadele de bitmeyecek. --------------------------------------------------- T24- Ağustos 2019
|
|
|
|