|
Sert irtifa kaybı
|
2018-01-16 12:10
|
Ali Bayramoğlu
|
|
Bir süre önce Paris’te yapılan Erdoğan-Macron basın toplantısında özellikle dikkat çekenler arasında Macron’un şu sözleri vardı:
“Bugün tüm yöneticilerin önünde temel bir mesele bulunuyor. Bu, çağımızda demokrasinin ve hukuk devletinin korunması iddiasıdır. Demokrasi terörizm karşında güçlü olmalıdır. Zira devlet meşruiyeti vatandaşlarının korumasından alır. Ancak aynı zamanda demokrasi hukuk devletine saygı göstermek zorundadır. Terörizm bizi kendi alanına çekmeye çalışıyor. Bu alan akıl, zeka ve özgürlüğe duyulan nefretten oluşuyor...”
İlkesel doğruluğu, Erdoğan’a hitaben söylenmiş olması bir yana, ilginç olan, bu sözlerin, dolaylı da olsa, Avrupa’daki yeni Türkiye imajını tarif ediyor olmasıydı.
Doğrudan tarif etmek gerekirse, bu imaj, Türkiye’nin hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşmasından, hak ve özgürlüklere ilişkin evrensel değer sistemini kuşatılmışlık söylemiyle birleştirerek, kültürel ve siyasi varoluşuna bir tehdit olarak ilan etmesinden ileri geliyor.
Yeni anayasanın öngördüğü düzen de dahil olmak üzere, bu uzaklaşma ve bu ilan , siyasi iktidarın, 15 Temmuz’a işaret ederek, muhalefet ve eleştiri karşısında aldığı baskıcı tutumla, özgürlük-güvenlik arasında ikincisinin lehine sistematik olarak bozulan dengeyle gösteriyor. İdeolojik temizliğe tabi tutulan üniversiteler, tutuklu yazarlar, sivil toplum örgütü liderleri, milletvekilleri bu duruma açık örnekler...
Bu tespitlerin sadece Batı kaynaklı olmadığını söylemeye gerek var mı?
Türkiye’nin önemli bir kısmı da böyle düşünüyor, gidişatla, gelecekle ilgili endişeler taşıyor.
Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın ilgili verdiği karar etrafındaki tartışmalar bu konuda hem bir örnek hem bu gidişat ve endişelerle ilgili “yeni bir aşama” oluşturuyor.
AYM’nin kapılarını bireysel başvuru hakkına açtığı 2012 yılından bu yana siyaset ve mahkeme arasındaki gerilim kalemlerine bir yenisinin eklendiği aşikar. Mahkeme o tarihten bu yana, siyasi davaları etkileyen, özgürlükler düzenine rötuş yapan önemli kararlar alıyor. Mahkemenin bu kararları siyasi iktidar tarafından, görüşlerine uygun olup olmaması oranında alkışlanıyor (Başbuğ, Balyoz davası, Avcı, Balbay) ya da eleştiriliyor (Dündar, twitter).
Ne var ki tepkiyle karşılansalar ve eleştirilseler de, bu kararlar bugüne kadar uygulandı. Alt mahkeme heyetleri Anayasa Mahkemesi kararlarına katılmalar da, yasal sorumlulukları yerine getirerek bu kararlara uymuşlardı.
Bugün ise ip koptu.
Malum, AYM, Alpay ve Altan’ın mevcut delillere ve süre bakımından tutuklu olmalarının kişisel özgürlük ihlali olduğu sonucuna vardı. Ne var ki, Alpay ve Altan’ı yargılayan heyetler, bu kez, AYM’nin kararlarını yasaya aykırı buldular, görev gaspı olarak ilan ettiler ve gereğini yerine getirmeyi reddettiler. Bu konuda siyasi iktidardan açık destek ve teşvik gördüler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Dündar ve arkadaşlarının tahliyesi üzerine, Şubat 2016’da sarf ettiği, “karara uymuyorum, saygı da duymuyorum. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı, Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar boşa çıkacaktı” sözlerinin bugün yaşanan gelişmelerdeki payı herhalde ihmal edilemez.
Bu gelişmeler Türkiye’nin hukuk devleti ilkeleri bakımından kaybettiği irtifayla ilgili yeni, kritik ve belirleyici bir aşamayı tarif etmektedir.
1. İlk derece mahkemenin bir üst mahkeme tarafından verilen bir bağlayıcı karara uymaması, her şeyden önce hukuk devletiyle ilgili bir kopuş haline ve yargı düzeniyle ilgili kaos durumuna işaret eder.
2. Siyasi iktidarın üst mahkeme karşısında, birinci derece mahkeme kararlarının desteklenmesi ve savunulması bu kaosu ikiye katladığı gibi, yargıya siyasi gereklerin, telkinlerin ve bağlılıkların hakim olduğunu ilan eder ve kabul edilmez bir siyasallaşma dozunu tarif eder.
İtiraz işe yaramaz, AYM’ye uymama kararında ısrar edilirse , hukuk devleti çıtası bir kaç kademe daha aşağıya inecek, yargı sistemi tüm unsur, ilke ve mekanizmalarıyla ağır bir yara almış olacaktır.
Başa dönecek olursak, Türkiye’nin hukuk devleti ilkelerinden, evrensel değerlerden uzaklaşması ve bu konudaki imajı sübjektif bir algı değil, fiili bir gerçektir.
Hatırlamadan geçmemeliyiz.
18 Mart 2014’te, hükümetin niyet beyanı ve ardından gelen mahkeme kararıyla Twitter’a erişim yasağı getirilmişti. Dünyada bu sisteme erişimi engelleyen bir kaç ülkeden biri olmuştuk. 15 gün sonra, bireysel başvuru hakkını kullanan bir kaç vatandaşın girişimiyle ve Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla yasak kalktı.
Twitter yasağı hükümete göre Gülenci saldırılarına karşı alınan bir önlemdi. Ancak önlem olmayı aşmış, tüm internet kullanıcılarının özgürlüğü kısıtlanmıştı. İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmeyi durdurma kararına “idare” uymamış, yasak keyfi olarak devam etmişti. Hükümetin ölçü sorunu yaşadığı o günlerde, Anayasa Mahkemesi, aşırılığı törpülüyor, “özgürlük-demokrasi ve siyaset-hukuk” ilişkilerini doğru raya oturtuyordu. Kararıyla hükümeti rahatsız etse de, bir hukuk devletlerinde olması gerektiği gibi, ona bir tür ilke rehberliği yapıyordu.
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı 2010 anayasa değişikliği referandumuyla hayatımıza girdi. Yeni işleviyle 2012’den itibaren Türkiye’nin hem hukuki hem siyasi anlamda soluk almasını sağladı. Gülencilerin yargı üzerine kurduğu ağ bir ölçüde böyle aşıldı. Her biri “oy birliği”yle alınmış tutuklu milletvekilleriyle ilgili karar, İlker Başbuğ kararı hem özgürlüklerin korunması hem hukukun yeniden filizlenmesi bakımından son derece önemliydi. Hükümet mutlu, kamuoyu umutluydu.
O günden bu güne anayasa mahkemesinin by-pass edecek, siyasetin yargı üzerinde tam hükümranlığını kuracak noktaya geldik.
Nereden nereye gidiyoruz ve hala gidiyoruz?
-----------------------------------------------------------------
Karar-16 Ocak-2018
|
|
|
|