2024-03-28
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Halil Berktay
 
‘Normal’ savaşın türevi vahşet; ‘anormal’ vahşetin kökeni savaş
2012-09-04 10:03
Halil Berktay
Öyle bazı tavır ve söylemler var ki, ruhsuz gaddarlıkları içinde insanın kanını donduruyor.
Taraf’ın (ve Okuma Notları’mın) daha ilk zamanlarıydı. 21 Ekim 2007 çatışmasında PKK sekiz askeri kaçırmış ve sonra bırakmış; derken zamanın bakanlarından Mehmet Ali Şahin ve Cemil Çiçek’in işaretiyle bu askerlere karşı bir saldırı başlatılmış; şimdi Ergenekon tutuklusu olan küçük ve şişman yerli nazi lideri de esir askerlerin ancak “tabutlarının içinde” dönselerdi onurlarını korumuş olabileceklerini buyurmuştu.

Bu hezeyan ortamında, Hürriyet’te Ege Cansen de 3 Kasım 2007 köşesine Türkiye toplumunu ikiye ayırarak başlamıştı. Bir yanda “ülkenin ve milletin birliği ve bütünlüğünü savunanlar”; diğer yanda ise “AKP’nin akıl hocalığına soyunmuş, cumhuriyet düşmanı olmakla müftehir (Türkiye’yi Amerika ve AB yönetsin diyen) ‘mandacı aydınlar’” vardı. Ve bunlar şimdi bir de hümanist gerekçelerle barış istiyor, savaşın icaplarına karşı çıkıyordu. Oysa, diyordu bombastik sahteliklerin büyük mütefekkiri Ege Cansen, “1. Hayatın en büyük gerçeği ölümdür. Ölmeyecek olan doğmaz. Doğmayanın da hayatı olmaz. Yaşamak, her zaman bir savaştır. 2. Tarihin en büyük gerçeği savaştır.”

Bunların, 20. yüzyıl başlarının Sosyal Darwinist sahte-biliminden apartılmış ön-faşist fragmanlar olduğunu göstermeye çalışmıştım (bkz 17-22-24 Kasım ’07 ve devamı; Weimar Türkiyesi içinde, 2-8. yazılar). O gün bugündür, proto-faşizmin gerek İttihatçılık ve Kemalizm, gerekse Kürt milliyetçiliği ve PKK üzerindeki etkisini irdelemeye devam ediyorum. En son, KCK anayasasının Abdullah Öcalan’a tanıdığı özel konumun bir Führerprinzip uygulaması olduğunu, bu yılın Mart-Nisan aylarında döne döne yazdım. Kimseden farklı bir açıklama, bir reddiye, hayır, öyle değildir diyen bir cevap alamadım.

Belki şundandır: belirli bir tür “solcu”nun vahşet savunusu o kadar çıplak, teorik ve ilkesel değil; daha dolaylı, dolambaçlı ve gizli kapaklı olabiliyor. Eski Atina’da, İÖ 5. yüzyılın ikinci yarısında Sofistler denen düşünürler vardı. Zamanın zengin delikanlılarına iktidar danışmanlığı yaptıkları; içerikten bağımsız tartışma becerileri öğrettikleri söylenir. Plato birçok diyalogunda Sokrates’i bu Sofistlerin (Gorgias, Protagoras, Hippias, Kritias, Kratylus gibi) önde gelen temsilcileriyle kapıştırır ve objektif idealizmin genelleme gücü, hepsinin bölük pörçüklüğünü, soyutlama düzeyi zayıf argümanlarını dümdüz eder.

Sokratik yöntem ve değerlerin zaferi, en azından Plato’nun aktarımıyla, Sofistlerin ucuz ve âdî lâf cambazları olarak tanınmasına yol açtı. 12 Eylül 2010 referandumu öncesinden bugüne kadar, yani yaklaşık iki yıldır, hem PKK ve BDP’nin bütün barış olanaklarını sistematik biçimde sabote etmesine, hem de bu süreçte onlar lehine ileri sürülen “solcu” argümanlara bakıyorum. Bana en kötü anlamıyla sofistliği: söylediğine kendisi de inanmaksızın ilk akla gelen “açıklama”lara sarılmayı, alelacele lâf yetiştirme veya sokuşturmayı, formel mantık oyunlarıyla o ânı idare etmeyi çağrıştırıyor.

PKK’nın (a) 2011 yılında barış umutlarını berhava etmesi ve (b) sivillere yönelen çıplak şiddet, kelimenin gerçek tanımıyla terör eylemleri karşısında, işi hafifletme (trivialize etme), vahşeti normalleştirme ve vicdanî tepkiyi küçümseme ahlâksızlığını, geçmişte de çeşitli biçimlerde yaşadık. Taraf ve Radikal sayfaları dahil birçok yorumcu, “ezilen”in “haklı şiddet”ine derece derece mazeretler buldular. Çaresizlik dediler; tarihsel asimetri dediler; “savaş zaten var” dediler. Özellikle bu sonuncu mantığa göre, bir “savaş” vardı, bir de (benim “vahşet” dediğim) bazı kötü şeyler. “Savaş”ın kendisi yanlış ve kötü değildi, çünkü “haklı [devrimci] şiddet”ten kaynaklanıyordu. Zaman zaman yol açtığı kötü şeylere ise katlanmak gerekirdi, çünkü “savaşta böyle şeyler olur”du. Burada akıl yürütüş tarzı, [haklı, devrimci] savaşın “normal”liğinden, münferit olaylar şeklinde orada burada yol açtığı vahşetlere o kadar da kızmamaya ve PKK ile müttefiklerinden bunun hesabını sormamaya uzanıyordu.

Bu arkadaşların aklına hiç tersi gelmedi yani vahşetin “anormal”liğinden geriye doğru düşünüp, bizatihî bu savaşın “anormal”liğine varmak. Yapamadılar, çünkü işte o “haklı, devrimci şiddet” teorisiyle göbek bağlarını bir türlü kopartamadılar, kopartamıyorlar.

Buna karşı, 18-22-23-25-29 Şubat 2012 ve sonrasında bir yığın yazı daha yazdım, söz konusu “haklı şiddet” teorisinin hangi çağda ortaya çıktığı, o koşullar kalmayınca da nasıl parçalanıp enflasyona uğradığına dair. “Haklı şiddet”in 1970 ve 80’lerdeki dejenerasyonu (suikastler, adam kaçırmalar, 1972 Münih Olimpiyatları, Kara Eylül, şehir gerillası, Leyla Halid, Tupamaro’lar, Achille Lauro’lar) için söylediğim her şey, şimdi PKK’nın eylem çizgisinin tıpa tıp aynı dejenerasyonunda somutlanıyor. Tesadüfî değil, kaçınılmaz bir dejenerasyondur bu. Temelinde, en azından bugün haksızlaşmış, Türkiye’deki Kürt halkının temel talep ve ihtiyaçlarından kopmuş bir savaşın, bir “silâhlı mücadele”nin gereksizliği, dolayısıyla haksızlığı, dolayısıyla anormalliği yatıyor.

Önümüzde kötü, karanlık yıllar var. Yeni bir barış mücadelesi, tuzla buz olan inandırıcılığını tekrar kazanacaksa, şiddete en küçük bir şekilde prim vermeyi yüzde yüz reddetmek; sadece özel terör eylemlerinin vahşetini değil, bizatihî onları doğuran savaşı anormal saymak zorunda.

30 Ağu. 12, Taraf



Print