2024-03-28
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Fikret Başkaya
 
Kapitalizm neden sürdürülebilir değildir?
2011-10-23 11:31
Fikret Başkaya

“Umudun iki güzel kızı vardır. İsimleri öfke ve cesarettir: Öfke şeylerin oldukları gibi kalmasını, cesaret öyle kalmamasını ister...”*

St. Augustine

Kapitalizm hakkında biraz bilgi sahibi olanın, onun neden absürt bir sistem olduğunu farketmesi zor değildir. Türkçe’ye de geçmiş Fransızca absurde, saçma olarak çevriliyor ama anlamı yeterince karşıladığını söylemek mümkün değildir. Kapitalizm absürt bir sistemdir demekle, kapitalizm saçma bir sistemdir demek aynı şey değil. Zira saçma, absürdün yanında mâsum kalıyor. İlerleyen sayfalarda kapitalizmin mantığına, dinamiklerine ve temel eğilimlerine dair söyleceklerimiz, ne demek istediğimize açıklık getirecektir. Gerçi kapitalizm absürt bir sistem ama her halde onun insanlığın normal hâli sayılması daha da absürttür.

Şimdilerde kapitalizm genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarmış bulunuyor. Sistemin bundan böyle insânî, toplumsal ve ekolojik kötülükleri büyütmeden, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmadan yol alması artık mümkün görünmüyor. Gerçek durum böyle olsa da, egemen söylem başka şeyler söylemeye, başka dili konuşmaya devam ediyor. Bu yazı iki soru çerçevesinde bir tartışma yürütmeyi amaçlıyor: 1. Neden bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı; 2. Bu durumdan nasıl çıkılabililir. Elbette böyle bir niyet taşıyor olmamız, bu iki soruya yetkin ve nihai cevap veriliyor demek değildir. Burada yapmak istediğimiz, sadece şeylerin, süreçlerin, olguların, velhasıl olup-bitenlerin kimin için ne anlama geldiğine açıklık getirmek ve şu lânet olası sistemden muhtemel çıkışın imkânlarını tartışma gündemine getirmektir. Zira, rahatsız edici bir anlamama durumu ve/veya anlaşılmayı engelleme çabası söz konusu.

I. Sürdürülemezliğin gerisindeki eğilimler, dimamikler ve sapmalar.

1. Ekonomik kertenin belirleyiciliği

Her toplumsal formasyon ekonomik, politik, kültürel-ideolojik, etik/estetik ve sembolik kertelerin [ sphères] veya belirleyiciliklerin bir bütünü olarak var oluyor ve bu kerteler veya belirleyicilikler arasındaki ilişki diyalektik bir belirleyicilik ilişkisidir. Kapitalizm öncesi dönemin sosyal formasyonlarında politika belirleyiciydi. Kapitalizmle birlikte belirleyicilik hiyerarşisi ekonomik kerte lehine değişti. Ekonomi sadece belirleyici duruma gelmekle de kalmadı, diğerlerini kendine tâbî hale getirdi ve onları kolonize etti. Başka türlü söylersek, kapitalizmle birlikte ekonomik kerte [sphère] asıl belirleyici durumuna geldi. Bu bakımdan kapitalizm kendini önceleyen tüm sosyal formasyonlardan bir kopuş demeye geliyordu. Grek filozofu Aristotales, ideal toplumun ekonominin [oikos] en alt seviyede, politikanın da [polis] en üst seviyede yer aldığı bir hiyerarşiye dayanması gerektiğini ileri sürmüştü. Politikanın servetin ve gelirin bölüştürülmesinden ve sosyal yaşamın düzenlenmesinden sorumlu olması gerektiğini ileri sürmüştü. Aristotales sadece ekonominin politikaya tâbî olması gereğine işaret etmekle de kalmamıştı, politikanın da bir dizi değerlere, fikirlere ve ideallere dayanması gerektiğini ileri sürmüştü. Ona göre, politika iyi yaşamın [eudamonia] veya ‘ortak iyiliğin’ hizmetinde olmalıydı. Elbette Aristotales’in içinde yaşadığı toplum onun arzuladığı ve tasvir ettiği ideal topluma pek benzemiyordu. Köleci bir üretim tarzı geçerliydi ve orada ‘yurttaş’ statüsüne sahip olmak, köle sahibi olmak demekti. Gerçi geçmişi yüceltmek gereksizdir ama Aristotales’in önerdiği “ iyi yaşam” [ eudamonia] kavramı bu gün de büyük önem ve değer taşıyor.

Toplumsal yapıyı oluşturan kerteler [ sphères] arasındaki hiyerarşinin bu şekilde alt-üst olmasının, şimdilerde yaşanan sayısız sorunlara, insânî, toplumsal ve ekolojik kötüleşmeye kaynaklık ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlarda küçük aile işletmeleri söz konusuyken, şimdilerde dev oligopoller, transnasyonaller de denilen çokuluslu şirketler politika dahil, her şeyi belirler durumda. Ekonominin hizmetinde ve onun tarafından kolonize edilmiş bir politika söz konusuyken, artık politikanın bir varlık nedeni de kalmamış demektir... Artık ekonomik olan dışında hiçbir şeyin bir varlık nedeni de yok. Etik değerlerin, ideallerin esamesi bile okunmuyor. Her şey ekonominin, ekonomik çıkarların hizmetinde. Elbette ekonominin de kimin hizmetinde olduğu bir sır değil... Çoktandır burjuva toplumunun sloganı: “Daha çok üret, daha çok tüket, daha fazlasına sahip ol”a indirgenmiş durumda. Her kim ki, bu sefil sürece karşı çıkar, daha iyi bir dünya için mücadele etmeye kalkarsa, hayalperestlikle ve beceriksizlikle suçlanmaktan kurtulamaz.

2. Kapitalist toplumun temel çelişkisi: Değişim değerinin kullanım değerinin önüne geçmesi.

Aklın, mantığın ve sağduyunun bir gereği olarak, her bir malın belirli bir insan ihtiyacını veya insanın her hangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla üretilmesi gerekir. Veya üretimle tüketim arasında dolayımsız bir tâbiyet ilişkisi olması gerekirdi. Oysa kapitalizmde böyle bir dolayımsız ilişki söz konusu değildir. Eğer bir mal veya hizmet, bir insan ihtiyacını tatmin etmeye yarıyorsa, bir kullanım değerinden söz edililir. Eğer bir mal veya hizmet ticaret konusu, alım-satım konusu oluyorsa, bir değişim değerinden söz edilecektir. Gerçi her malın kaçınılmaz olarak bir kullanım ve bir de değişim değeri vardır ama kapitalizmde belirleyici olan değişim değeridir. Bunun anlamı kapitalist üretim tarzının kullanım değeri üzerinde değil, değişim değeri üzerinde yükseldiğidir. Zira kâr, değişim değerinden neşet eder. Artı değer üretmenin, artı-değere el koymanın yolu, değeri değişim değerine indirgemekten geçer. Her seferinde daha çok artı-değere el koymak, artı-değer kütlesini [kârı] büyütmek, kâr maksimizasyonunu gerçekleştirmek, daha çok değişim değeri üretmeyi zorunlu kılıyor. Fakat her seferinde daha çok, daha büyük ölçekte üretme, her bir tekil kapitalistin tercihi olmaktan çok, rekabetin çelik yasasının bir sonucudur. Kapitalistin bir mal üretip-satmaktaki asıl ve birincil amacı, her hangi bir insan ihtiyacını tatmin etmek değil, kâr etmektir. Kâr etmek için de bir değişim değeri üretmektir. Dolayısıyla kapitalizm geçerliyken üretme amacı, ihtiyaçların karşılanması gereğine yabancılaşıyor. İşte şimdilerde insan ihtiyaçlarını karşılamakla doğurdan ilgili olmayan onca şeyin ortalığı kaplaması bu sapmanın veya çelişkinin bir sonucudur. Meta ekonomisinde aslolan değişim değerinin ön plana çıkması, ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmasıdır.

Eğer bir mal veya hizmet, metaya dönüşmüyorsa, meta niteliği kazanmıyorsa, bir değeri de yoktur, zira kâr elde etmeye, dolayısıyla sermaye birikimine hizmet etmez... Oysa, kapitalist üretimin biricik ve nihai amacı sermayeyi büyütmek, her seferinde daha çok büyütmektir. Başka türlü söylersek, kapitalist üretim sürecinde kullanım değeri, eğer değişim değerinin ihtiyacına cevap veriyorsa varlık kazanır. Kullanım değerinin değil, değişim değerinin öncelikli veya muteber sayıldığı bir sosyal sistemde, işlerin sarpa sarması, insan aklını zorlayan bir dizi saçmalığın ve sosyal kötülüğün ortaya çıkması şaşırtıcı değildir...

4. Doymak bilmez sınırsız üretim dinamiği

Kapitalist üretim üssel [eksponansiyel] büyüme dinamiğine sahiptir. Bu dimamik tarihte görülmemiş bir üretim ve tüketim tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor. Sermaye tuhaf bir tsünami gibi her şeyi akıl almaz bir hızla kapsıyor, meta kategorisine indirgiyor, dönüştürüyor ve kendi sûretinde bir dünya yaratıyor. Sadece tüm insan faaliyetlerini değil, doğayı da metalaştırıyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. Her şeyi alınır-satılar nesneler haline getiriyor, her şeyi kendine tâbi kılıyor. Fakat sadece metalaştırmak, paralılaştırmak, ne var ne yoksa ticaret nesnesi durumuna getirmekle de kalmıyor, tüm fikirleri ve sosyal ilişkileri, bir bütün olarak gezegeni sermayenin ihtiyacıyla uyumlandırıyor biçimlendiriyor ve dejenere ediyor... Bu kör dimamik etkisizleştirilmeden, sistemin ortaya çıkardığı kısır döngüden çıkmak mümkün değildir.

Ekseri gözden kaçan bir şey de, insan davranışlarının “daha çoğa”, “daha büyüğe” kurgulanmış olması, artık sahip olma isteğinin insan olma isteğinin önüne geçmesidir. Giderek, ‘daha çoğa’, ‘daha büyüğe’ odaklanmak, normal insan davranışı haline geliyor. Her kapitalist işletme ‘vahşi rekabet’ ortamında varolabilmek için toplam artı-değerden daha çok pay kapmak zorundadır. Bunun da yolu sermayesini büyütmekten geçiyor. Sermayeyi büyütmenin de iki yolu var: işçiyi ve doğayı daha çok sömürmek ve daha ileri üretim tekniklerine sahip olmak. Böyle bir zorunluluk, her üretim çevrimi sonunda el konulan artı değerin [ kârın] en büyük bölümünü yeniden yatırıma aktarmak, sermayeye dönüştürmek demektir. Dikkat edilirse, her bir tekil kapitalist veya kapitalist işletme varlığını büyümeye borçlu... Bu da kapitalistin bir ‘dış dayatmanın”, kendi iradesi dışında bir zorunluluğun esiri olması demektir. Hiç bir etik değerin, mantığın, sağduyunun söz konusu olmadığı durumda gerçekleşen ekonomik büyümenin [ doğrusu sermayenin büyümesi] toplumun ihtiyaçlarına yabancılaşması neden şaşırtıcı olsun? Böyle sefil bir sürecin insana ve yaşamın temeli ve kaynağı olan doğaya zarar vermeden yol alması mümkün olabilir mi? Şimdilerde devasa bir üretim düzeyine rağmen her yedi insandan birinin [yaklaşık 1 milyar insan] açlık belasıyla cebelleşmesi doğrudan sistemin bu irrasyonelliğinin, akıl-dışılığının, etik değerelere ve insânî kaygılara yabancılaşmanın sonucudur.

Üretilen her şeyin daha çok üretilme zorunluluğu [zira, kapitalizm koşullarında başka türlü yapmak mümkün değildir], kapitalist krizleri sistemin vazgeçilmez bir işleyiş unsuru durumuna getiriyor. Bu yüzden kapitalizm koşullarında ortaya çıkan krizler arizî veya istisnai bir şey değildir. İşçinin daha çok sömürülmesi durumu kural iken, üretilenin satılması, yani realizasyonu sorunlu hale geliyor. Sürecin her ileri aşamasında üretilen mal ve hizmet miktarı, üretici sınıfların satın alma gücünü aşıyor. Kapitalist sınıfın kendi eseri olan bu çelişkiyi aşmak üzere üretimin lüks mal ve hizmetlere ve silahlanmaya yönlendirilmesi, pazarlamanın ve reklamların devreye sokulması da yeterli olmuyor ve sistem krize giriyor. Tabii her krizin faturası da yine emekçi sınıflara ödetilmek kaydıyla...

5. Eşitsiz güç dengesi ve kutuplaştırıcı dinamik

Ücretli emek sömürüsüne dayalı kapitalist üretim süreci, tarihte görülmemiş iki şeyi başarmış görünüyor: devasa mal ve hizmet üretimi ve akıllara durgunluk veren sosyal eşitsizlik, açlık, yoksulluk ve sefalet. Tabii doğal çevre tahribatı... Artı-değerin [kârın] ve sermayenin büyüyebilmesi için, ücretlerin küçülmesi gerekiyor. Zira ücretler ne kadar düşükse, kâr o kadar büyüktür. Bu, sistemin eşitsizlik, dolayısıyla kutuplaşma yaratma dinamiğine sahip olması demektir. Başka türlü ifade edersek, eşitsizlik ve kutuplaştırıcı dinamik, kapitalizme içkindir, onda mündemiçtir. Bir şey daha, bir ülke kapitalist üretim sürecinde ne kadar ileriyse, gelir eşitsizliği de o kadar büyüktür. Nitekim ABD’de nüfusun en zengin %1’i zenginliğin %30’una el koyuyor. Türkiye’de nüfusun %10’u ülke zenginliğinin % 34.1’ine sahip. Demek ki, 1950’lerin başından beri “Küçük Amerika” olmak için didinip duran Türkiye’nin, ABD’yi [ muasır medeniyet denilenin timsâli] yakalaması için hayli zaman gerekecek... Velhasıl bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, öteki tarafta yoksulluğun ve sefeletin birikmesi kaçınılmaz ama hepsi bu kadar da değil. Zenginlik biriken tarafta bir de güç ve iktidar birikiyor. Parayla ünün birbirini karşılıklı olarak sürekli büyütmesi gibi, zenginlikle iktidar arasında da benzer bir ilişki var. Servete ve zenginliğe sahip olanlar, asıl iktidarın da sahibi oluyorlar... Bunun anlamı kapitalist bir ülkede iktidarın mülk sahibi küçük bir azınlığın elinde olmasıdır. Gerçek durum böyledir ama insanlar seçimlerde oy kullandıklarında bir şeyleri değiştireceklerini sanıyorlar... Yapılan son araştırmalar, az sayıdaki oligopolün [ transnasyonaller denilen çok uluslu şirketin] küresel ekonomiyi ve finansı, medyayı, politikanın ve politikacıların ‘hareket alanını’ belirlediğini ortaya koyuyor. Nitekim, en büyük 737 oligopol [transnasyonal şirket], dünyadaki tüm şirketlerin %80’ini denetler durumda. Bunların 147’si de dünyadaki tüm çokuluslu şirketlerin ekonomik ve finansal değerinin %40’ını denetliyor. [1] 950 mültimilyonerin [milyoner ve milyarder] geliri dünya nüfusunun %40’ının gelirinden daha büyük. Başka türlü ifade etmek gerekirse, 950 kişi 2.8 milyar insandan daha fazla gelire sahip... [2] Böyle bir tablo geçerliyken, dünya nüfusunun sadece %4.6’sına sahip ABD’nin bir başına dünya silah harcamalarının %43’ünü gerçekleştirmesi [3] de anlaşılır bir şeydir...

Kapitalizm geçerliyken, işçiyle kapitalist, işçi sınıfıyla sermaye sınıfı, bir bütün olarak mülk sahibi sınıfla mülksüzleştirilmiş, proleterleşmiş kitle, bir bölgeyle diğeri, bir ülkeyle başkası, Çevreyle-Merkez, [Güneyle-Kuzey], vb. arasındaki gelir eşitsizliği de sürekli büyümek ve derinleşmek durumundadır. Böyle bir tablonun gerisinde de sömürü, eşit olmayan ticaret ve zengin ülkeler [merkez] lehine işleyen uluslararası iş bölümü bulunuyor. Bu bakımdan Çevreyle Merkez, gelişmiş kapitalist ülkelerle şimdilerde Güney denilen çevre ülkeler arasındaki zenginlik farkı, söz konusu kutuplaştırcı dinamiğin doğal sonucudur ve kapitalizm geçerli olmaya devam ettikçe, aradaki farkın açılması kaçanılmazdır. Bu yüzden Samir Amin’in ısrarla vurguladığı gibi, Kuzey- Güney [ Çevre-Merkez] çelişkisi ve çatışması kapitalizmin tarihini belirleyen temel bir dinamiktir. [4]

6. Hükümetler neye yarar?

Eğer söz konusu olan kapitalist sistemse, hükümetlerin “birinci vazifesi” sermayenin hareketine uygun koşullar yaratmaktır ve slogan da az-çok şöyledir: Sermaye için iyi olan herkes için iyidir... Başka türlü söylersek, devletlerin ve hükümetlerin varlık nedeni ve işlevi, sermayenin büyümesinin koşullarını yaratmaktır: Düşük ücret, uygun alt-yapı, ucuz hammadde ve enerji, ‘yetişkin iş-gücü, düşük vergi, yüksek teşvikler, vb. Bunların gerçekleşmesi, “yatırım ikliminin” kıvamında olması demektir ve emperyalist kredi derecelendirme kuruluşları bu “başarıyı” karşılıksız bırakmaz, yatırım iklimi yaratmayı başaran hükümetin kredi notunu yükseltir... Elbette devlet sadece sermayenin sömürüsüne uygun “yatırım iklimi” yaratmakla yetinmez. Bir de mülk sahibi sınıfları zararlı sınıflardan korur... Ve koruma işi sadece asker, polis, savcı-yargıç dörtlüsüyle sağlanmaz bir de rızanın [gönüllü kabullenme veya gönüllü kölelik] imâl edilmesi gerekir. Bunun da yolu insanların bilincinin kolonize edilmesinden [sömürgeleştirilmesinden] geçer. Bilincin kolonizasyonu ve rızanın imâli için medya endüstri kompleksi devreye sokuluyor ve “kamuoyu” denilen biçimlendiriliyor... Kamuoyu oluşturma sürecinde medya tarafından ustalıkla araçlaştırılıp-kullanılan “konunun uzmanlarının” rolünü de unutmamak gerekir. Eğer medyanın [ televizyon, radyo, gazete, dergi, vb.] tamamına yakını büyük sermayenin elindeyse –ki, öyle- imal edilen kamuoyu nasıl bir şeydir ve kimin kamuoyudur? Mesela Fransa’da gazete ve dergilerin %70’i, silah üreticisi bir sermaye grubunun elinde olduğu biliniyor mu? [5]

Elbette imâl edilen sadece rıza değildir, ‘kimliğin’, ‘beğeninin’ ‘zevklerin’ ve ‘tatların’, ‘tavırların’, ‘üslûbun’ da imâl edilmesi söz konusu. Aslında ekonominin insanların ihtiyacı olan, onlar tarafından arzulanan şeyleri üretmesi gerekmez mi? Kapitalizm bu ilişkinin yönünü ters-yüz ettti. Üretim insan ihtiyaçlarını karşılamanın değil, kârı maksimize etmenin hizmetine koşuldu. Böyle bir sapmanın ortaya çıktığı koşullarda, gereksiz ve kalitesiz bir yığın şeyin üretilmesi olağan hale geliyor. Moda denilen kepazelik akıl almaz bir ‘kullan at’ külütürü yaratıyor ve sadece insanı insanlıktan çıkarmakla kalmıyor, doğa tahribatını da derinleştiriyor. Tahribat ve saçmalık sadece ‘beğeninin’, ‘zevklerin’... imalatıyla da sınırlı değil, insan kimliği de değişime uğruyor ve kapitalizm kendi suretinde tuhaf bir insan, bir kadın, bir erkek yaratıyor. Tüketiyorum öyleyse varım da somutlanan bir insan ki, artık neyi neden tükettiğini bilmiyor... Bu amaçla tam bir aldatma ve alıklaştırma demek olan pazarlama ve reklam endüstrisi devreye sokuluyor. Bilinç altıyla oynanıyor, irrasyonel arzular azdırılıyor. Dünya ölçeğinde askeri harcalamalardan daha çok marketing [pazarlama] harcaması yapıldığı biliniyor mu? Sadece bu kadarı bile kapitalizmin absürd bir sistem olduğunu göstermiyor mu? [6] Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı [ UNDP] 1998 yılında, reklamalara dünya GSYH’sinin %3’ünün harcandığını bildiriyordu. Şimdilerde bu oranın ikiye katlandığını söylemek her halde abartma sayılmaz ve bu rakamsal olarak 1.800 milyar dolara denk geliyor... Bir şey daha, sanatçılar reklamlarda büyük bir hevesle rol aldıklarında, neyin ve kimin hizmetinde olduklarını biliyorlar mı? Hem reklamlarda rol almak, insanı ve toplumu kirleten, doğa tahribatını derinleştiren sefil bir sürecin ‘aktörü, aktristi’ olmak, hem de hâlâ sanatçı olduğunu sanmak ne demektir? Bu sefil durumun sanat ve sanatçı tanımıyla bir ilgisi olduğu düşünülüyor mu?

Şimdilerde devlet aygıtları artık tipik bir kapitalist işletme gibi işliyor. Büyük sermaye gruplarının ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendiriliyor. Büyük şirketlerin CEOları politikanın ve devlet aygıtının yükseklerinde rol alıyor veya yüksek sorumluluk düzeyindeki bürokratlar sermayeye transfer ediliyor. Velhasıl yatay geçişler sıradan ve olağan bir şey haline gelmiş durumda... Büyük sermayenin imparatorluğundan başka bir şey olmayan AB’nin asıl iktidar organı olan Avrupa Komisyonu’nun üyeleri, çokuluslu şirketlerden gelip, çok uluslu şirketlere gidiyorlar... Ve tüm kritik kararlar Avrupa Komisyonu tarafından alnıyor, rotayı Komisyon belirliyor ama insanlar Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullandıklarında bir şeyleri etkiledikleri, etkileyebilecekleri yanılsaması içindeler... [7] Türkiye’de son 20-30 yılda olup-bitenlere kaba bir bakış bile, ne demek istediğimizi anlatmaya yeter... Devletlerin yegane varlık nedeninin sermayenin tek yanlı çıkarını gerçekleştirmekle sınırlı olduğu koşullarda, devletle ilgili bildik tevatürün hâlâ bir anlamı var mıdır?

6. Kapitalizm ve ekoloji antinomik iki kavramdır...

Şimdilerde her kelimenin veya kavramın önüne “sürdürülebilir” niteleme sıfatını eklemek moda. En çok da kalkınma kavramının önüne getiriliyor. Eğer bir sürdürülemezlik durumu olmasaydı, kalkınma kavramının ve başkalarının önüne sürdürülebilir sıfatı eklemeye gerek olur muydu? Eğer kapitalist üretim süreci insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyorsa, belirli bir sınıra ulaşıldığında genel bir sürdürülebilemezlik halinin ortaya çıkması neden şaşırtıcı olsun? Burjuva uygarlığı insanlara doğada yaşadıklarını, varlıklarını sürdürebilmeleri için doğaya muhtaç olduklarını unutturdu. Doğa sınırsız sömürülebilir, yağmalanabilir bir nesne olarak görüldü. Bilim ve teknoloji fetişizmi böyle sefil bir anlayışın oluşmasını kolaylaştırdı. Doğanın, toprağın, suyun, vb. bir meta kategorisine indirgenip, özel mülkiyet ve/veya ‘sahiplenme konusu’ yapıldığı ve sınırsız üretimin geçerli olduğu bir dünyada, sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkması neden şaşırtıcı olsundu? Kapitalizm koşullarında ekolojik dengenin bozulmasının başlıca iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi, her kapitalist özne daha çok üretmek zorunda, her ne üretiliyorsa her seferinde daha fazlasını üretmek zorunda. Kapitalist ürettiğine değil üreteceğine [bir sonraki üretim çevrimine] bakar, gözü her zaman bir sonra üreteceğindedir... Tabii bunu istiyerek yapmaz. Başka türlü yapması mümkün değildir de ondan... Zira, durmak diye bir şey mümkün değil... Bunun anlamı her seferinde doğadan daha çok kaynak çekmek ve her seferinde doğaya daha çok ‘zararlı’ atık bırakmak demektir. Velhasıl, doğanın kendini yenileme kapasitesini aşan bir ‘kullanım’ düzeyi demektir. Nitekim şimdilerde doğadan bir yılda çekilen/atılan kaynak miktarını yenilemek için bir buçuk yıl gerektiği söyleniyor. İkincisi, kapitalistin üretim sürecinde doğaya verdiği zarar dikkate alınmıyor. Bir kapitalist herhangi bir yere bir işletme kurduğunda, toprağa, suya, havaya verdiği zararları hesaba dahil etmiyor. Bu tür zararlar doğaya çıkıyor ve burjuva iktisatçıları buna, dışsal ekonomiler diyorlar... Toprağa, suya, havaya, bir bütün olarak doğaya verilen zararlar üretim için gerekli ama zorunlu sayılıyor. Kapitalistin ‘maliyet hesaplarına’ dahil edilmiyor...

Söylediklerimize açıklık getirmek için iklimle ilgili durumu ele alabiliriz. Doğanın sermaye tarafından sınırsız kullanılabilir ve sömürülebilir bir nesne olarak görülüp içerilmesi [subsumption], iklim üzerinde son derecede tehlikeli sonuçlar doğruruyor. Lâkin, kapitalist mantık ve dinamik dahilinde küresel ısınmanın üstesinden gelmek ve tehlikeyi bertaraf etmek mümkün değildir. Eğer öylese –ki, öyle- iki şeyden biri: Ya iklimi kurtarabilirsiniz, ya da kapitalizmi... Bu konuda küresel egemen elit [yeryüzünün efendileri], tercihini kapitalizmi kurtarmaktan yana yapmış görünüyor. Nitekim, küresel kapitalist elitin en etkili yayın organlarından biri ve vazgeçilmez dili olan The Economist’ de şöyle deniyor: “ Küresel eylem iklim değişikliğini durdurmayacak. Küresel ısınmayı kolaylıkla kabul edilebilir, tolere edilebilir düzeylerde tutma sınırı aşılmış durumda. Küresel ısınmayı durdurmaya çalışmamalıyız, dünyanın daha öteye bakmaya ihtiyacı var. Deniz seviyeleri mumtemelen bir, belki iki metre yükselecek. Bunu kabullenmek ve duvarlar inşa etmek, on milyonlarca insanı yüksek yerlere taşımak, tropikal hastalıkları tedavi edecek uygun sağlık bakımı sağlamak, vb. gerekiyor. Bu Güney halkları için talihsiz bir durum: çok büyük zarar görecekler ama “uyum sağlayacak” imkânlardan yoksunlar. Ziyanı yok, iklim değişikliği iş dünyasına yeni imkânlar sunuyor. İnşaat şirketleri duvarlar inşa edebilir, sigorta şirketleri de işlerinin açıldığını göreceklerdir. Karbon emisyonu hakkı ticareti de bir başka kâr kaynağı. Ve şüphesiz, yeşil teknoloji ve yeşil enerji alanlarında altın fırsatlar doğacaktır” [8] Avrupa Burliği iklim sorumlusu Connie Hedegaard de The Economist’den geri kalmıyor, aynı telden çalıyor: ‘Ahlâki [ moral] sorumluluğun’ ve ‘ insanlığın geleceğinin’ öncelikli bir sorun olmadığını söylüyor. Cancun İklim Zirvesi vesilesiyle yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Netice itibariyle kim enerji etkinliği sağlar ve o alanda buluşlar yaparsa para kazanacaktır. Bunu yapamayanlarsa, Çinli rakipler tarafından altedileceklerdir.” [9] İngiliz İklim Değişikliği Bakanı, Greg Barker, “Cancun’u dikkate almak, iş dünyasına küresel yeşil ekonomiye milyarlarca yatırım için güven sinyali verecektir...” [10] diyerek aynı koroya katılıyor...

Yukarıdaki alıntılar, küresel kapitalist olgarşinin sürdürülebilir kalkınma’dan neyi murad ettiği anlaşılmıyor mu? Kapitalist mantık önce kâr etmek için suyu kirletmeyi, temiz kalanı satarak daha çok kâr etmeyi, daha sonra suyu temizlemek üzere bir işletme kurmayı ve kârı daha da artırmayı varsayar. Elbette bunu suyun bir özel mülkiyet/özel sahiplenme konusu ve kâr aracı haline geldiği durumda yapabilir... Suyun özel mülkiyet konusu yapılıp, kâr aracına dönüştürülmesi bir insanlık ayıbı değil midir?

7. “Piyasaya” dair retorik ve realite...

Burjuva iktisat teorisi, kapitalizmin sözcüleri, politikacılar, Nobel Ödülü sahibi olanlar da dahil, iktisatçı taifesi, sürekli olarak piyasayı yüceltiyorlar ve onu her derdin mutlak devası olarak sunmak için yoğun çaba harcıyorlar. Her şeye kâdir bir piyasa, her tuttuğunu altına çeviren kendinden menkûl bir görünmez el efsanesi sürüp gidiyor. Elbette piyasa her sorunu mutlaka çözme yeteneğine sahip, sihri kendinden menkûl bir şeyse, onun işleyişine müdahale etmek, işleyişini bozmak arzulanır bir şey sayılamaz... Kalkınma kavramının önüne sürdürülebilir niteleme sıfatını eklemeyi düşünenler neden piyasa kavramının önüne de kapitalist ismini koymayı akıl etmiyorlar? Zira kapitalist piyasa veya kapitalist pazar [ The market] dendiğinde her şey artık farklı görünecektir. Bu alanda yanılsama yaratan bir şey var: Piyasa [pazar] kapitalizmden önce de vardı. Dolayısıyla, piyasa kapitalizmin bir keşfi veya onunla birlikte tarih sahnesine çıkmış bir şey değil. Elbette kapitalizm öncesinde de malların ve hizmetlerin alanıp-satıldığı, ticaret konusu olduğu bir pazar yeri vardı ama o zamanlar üretilen mal ve hizmetlerin birincil, öncelikli ve asıl amacı kâr etmek değil, doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamaktı. Kâr amacıyla, kârı maksimize etmek amacıyla mal ve hizmet üretmek söz konusu değildi. O zamanlar bu günkü gibi bir çok devletten daha güçlü ve devletler tarafından denetlenemeyen dev şirketler yoktu. Sadece yerel düzeyde değil, uluslararası planda da ticaret geçerliyidi, dolayısıyla ‘uluslararası” bir piyasa [pazar] vardı ama kapitalizm çağındakiden çok farklı olmak kaydıyla...

Gerçi kapitalizm pazarı ‘keşfetmedi’, ama onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirdi ve araçlaştırdı. Onu piyasanın güçlü oyuncularının hizmetine sundu. Ne zaman piyasadan [pazardan] söz edilse, mutlaka “serbest piyasa” [free market] imâsı söz konusudur. Oysa, bu günün dünyasının kapitalist piyasasının serbest pazarla uzaktan yakından bir ilgisi yok... Geride kalan sayfalarda da kısaca değindiğimiz gibi, şimdilerde bir kaç yüz devasa oligopol ‘neoliberal devletin’ de yardımıyla dünyadaki her şeyi yönetip-yönlendiriyor... Artık malların ve hizmetlerin fiyatı şu bildiğiniz pazarda [piyasada] değil, çokulusluların [ Transnasyonallerin] yönetim bürolarında belirleniyor. Elbette iktisat profesörü aynı fikirde değildir. Aynı fikirde değildir, aksi halde varlık nedeni ortadan kalkar... Öyle bir sözüm ona ‘serbest piyasa’ ki, finansal türevler 600 000 milyar dolara ulaşmış durumda ve bu dünyadaki mal ve hizmetlerin değerinin 40 katı... Ya da 10 yıllık dünya mal ve hizmet üretiminin değerine eşit... Durum böyle olsa da, yer yüzünün efendileri ve ideolojik uşakları cephesinde onca kriz, onca sarsıntıya rağmen, ‘serbest piyasa” aşkı ve inancı hâlâ sarsılmış değil. Kaldı ki, sarsılmasını beklemenin de âlemi yok. Uzağa gitmeye gerek yok, geçtiğimiz aylarda Güney Almanya’da, Linda Lake’de toplanan 17 Nobel ödülü sahibi iktisatçı, kapitalist krizde ‘sistemin bir sorumluluk payı olmadığını” tek istisna ile ilan ettiler. Tek istisna, Türkiye’deki ekonomik büyümeyi öve öve bitiremeyen Joseph Stiglist’ti...

II. Karşıt eğilimleri ve dinamikleri oluşturmuk: Üretimin yönünü, üretim ve tüketim modelini değiştirmek...

Eğer geçerli dinamikler, eğilimler ve süreçler artık genel bir sürdürürelemezlik durumu ortaya çıkarmışsa, bu durumdan çıkmak için karşıtlarını yaratmaktan başka çare yoktur. Esasen, neden yürümediği sorusu, nasıl yürüyebilir sorusunu da içerir. Şimdilerde absürd bir tüketim modeli geçerli ve daha çok tüketmek mârifet sayılıyor. Daha çok tüketmeyi marifet sayanlar, tüketmenin aynı zamanda yok etmek ve kirletmek olduğunu nedense pek sorun etmiyorlar. Daha çok kirletmenin kendilerini de kapsadığından habersizler. Aslında bir başına bu kepazelik bile burjuva uygarlığının insanı ne hâle getirdiğini gösteriyor... Buna kirletenin kirlenmesi de diyebilirsiniz... Böyle sefil bir durumun varlığı bir vakıa olsa da, kapitalizm söz konusuyken asıl sorun tüketimden çok üretimden kaynaklanıyor. Dolayısıyla kapitalizmi ve kapitalist üretimi sorun etmeden, tüketimin günah keçisi sayılması, asıl sorunu kavramamak, sorunun kökenine inmekten kaçınmaktır. Zira sorun kent çöplüklerine atılandan, yânî çılgın tüketimden kaynaklanmıyor. Asıl kirletenler inşaat ve yıkım alanlarında faaliyet gösteren dev firmalar, madencilik, petrol ve metal sekörlerinin devleri... Durum böyle ama insanların gözü sadece kent çöplüklerini görüyor... Lâkin bir şey daha var, küçük bir azınlığın aşırı ve absürd tüketimine devasa bir çoğunluğun tüketim yetersizliği [açlık, yoksulluk, sefalet,vb] eşlik ediyor. Ve kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir.

1. Kullanım değerini ihya etmek.

Üretimin kâr maksimizasyonu amacıyla yapılmasına son vermek, yaşanabilir, sürdürülebilir bir toplumsal düzen için olmazsa olmaz koşuludur. Dolayısıyla, kullanım değerini değişim değerinin bir türevi olmaktan çıkarmadan perspektifi değiştirmek mümkün değildir. Bunun için de, öncelikle daha önce sözünü ettiğimiz kerteler arasındaki hiyerarşiyi değiştirmek, Aristotales’in önerdiği modele ekolojik boyutu ve duyarlılığı da dahil etmek gerekir. Başka türlü söylersek, ekonomik kertenin politik kerteye tâbi hale getirilmesi ama politikanın da kendi başına bir amaç, kendi başına buyruk bir şey olmak yerine, etik değerlerin hizmetine sunulması, “iyi yaşamın” gerekleriyle uyumlu hale getirilmesi gerekir. Politikanın ekonomik kerte tarafından kolonize edilmişlik durumuna son vermek ve onun iyi bir toplumsal yaşamın aracı haline getirilmesi gerekir. Ekonominin politikanın hizmetine sunulması veya politikaya tâbî olması demek, sermayenin hangi alanlara yatırılacağı, nelerin üretileceği, gelirin nasıl bölüşüleceği, ticaretin ve paranın nasıl yönetileceği, hangi toplumsal önceliklerin söz konusu olacağı, sadece bu günkü kuşakların değil, gelecek kuşakların yaşamını da güvence altına almanın vazgeçilmez koşuludur. Velhasıl temel sorunların politikanın etkinlik ve belirleyicilik alanına dahil edilmesi gerekir. Bunun için de politikanın sermayenin hizmetinde bir profesyoneller grubunun at oynattığı bir alan değil, tüm yurttaşlarının etkinlik ve faaliyet alanı olması gerekir. Ancak böylesi bir ortamda politik ve ekonomik alana ilişkin kararlar, “iyi bir yaşamın”, “arzulanır bir toplumsal düzenin” hizmetine sokulabilir ve ancak bu durumda araç-amaç tersliği aşılabilir. Eşitlik ve özgürlük, dayanışma, karşılıklı sevgi ve saygı, sorumluluk bilinci, diğergâmlık, erdem, vb. insanı insan yapan değerler bir varlığa kavuşabilir... Zira, burjuva uygarlığı, insanı üreten ve tüketen bir robota dönüştürmüş bulunuyor...

Kapitalizme özgü politik ve ekonomik kerteler arasındaki tersliği ilk aşma demenesi, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ve 1949 Çin devrimiyle gündeme geldi. Söz konusu devrimler ekonomik kerteyi politik kerteye tâbi duruma getirdiler, tersliği aştılar. Fakat politika bürokratik bir kast tarafından gasbedilip, emekçi halk çoğunluğunun politik alandan dışlanması, demokrasinin savsaklanması, bürokratik yozlaşma yüzünden ekonomik etkinliğin sağlanamaması [bürokratik planlama] ve ekolojik duyarlılık zaafı, etik değerlerin ihmal edilmesi, vb. söz konusu devrimlerin sosyalist/komünist toplum perspektifine yabancılaşıp, hedeften şaştığı koşullarda çöküş kaçınımazdı...

Değişim değeri karşısında kullanım değerine öncelik vermek gerekli ve zorunludur. Bunun için ve her şeyden önce insan emeğinin [çalışmanın] bir meta, alınıp-satılan bir nesne olmaktan çıkarılması gerekir. Zira, insan emeği [çalışma yeteneği] insandan ayırlamaz ve emeğin alınıp-satılması demek, aslında ve reel olarak insanın alınıp-satılması demektir. Boşuna kapitalist sisteme ücretli kölelik rejimi denmemiştir... Eğer insan emeği bir meta, bir değişim değeri olmaya devam ederse, emeğin emansipasyonu gerçekleşmezse, diğer alanlardaki değişimlerin ve ‘iyileşmelerin‘ bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Emeğin emansipasyonun [gerçek anlamda özgürleşmesinin] yolu da, insanın üretim araçlarına yabancılaşmışlık durumunun aşılmasını ve sömürünün bertaraf edilmesini gerektirir. Bunun da yolu üretim araçlarının kamuya mâl edilmesinden veya aynı anlama gelmek üzere sosyalizasyonundan, toplum tarafından [socium] reel olarak sahiplenilmesinden geçer... Sosyalizasyon sadece millileştirmek değildir...Bir insanın emeği bir başkası için kâr aracı, bir sömürü nesnesi olmaya devam ettikçe, insanın kendi kaderinin efendisi olması mümkün olabilir mi?

2. Ekonomik büyüme kalkınma değildir.

Çoktandır bir büyüme fetişizmi ve çılgınlığı geçerli olmaya devam ediyor. Her türlü sorunun çözümünün ekonomik büyümeden geçtiğine dair de bir efsane üretilmiş durumda. İnsanlar büyüme meseliyle yatıp- büyüme meseliyle kalkıyorlar ve büyüme eşittir kalkınma özdeşliği fikri ya kafalara yerleşmiş, ya da ne pahasına olursa olsun, yerleştirilmeye çalışılıyor. Belki sadece büyüme veya ekonomik büyüme değil de kapitalist ekonomik büyüme denseydi, yalan üretmek ve üretilen yalanı yaymak bu kadar kolay olmayabilirdi. O zaman ekonomik büyümenin aslında sermayenin büyümesi, sermayenin daha büyük ölçekte yeniden üretilmesi demek olduğu imâ edilmiş olabilirdi. Eğer bir toplumda ihtiyaçlar ‘uygun bir tarzda’ karşılanamıyorsa, elbette orada büyüme sadece gerekli değil, aynı zamanda arzulanır bir şeydir de... Bir toplumda yeterli hububat üretilemiyorsa, besin maddeleri ihtiyacı yeterli düzeyde karşılanamıyorsa, bunların üretimini artırmak mutlaka gereklidir. Eğer ulaşım araçları [tren, otobüs, otomobil, bisiklet, gemi, vb.] yetersizse bunların üretimini artırmak gereklidir. Yeteri kadar ilaç üretilemiyorsa elbette ilaç üretiminin artırılması gerekir... Velhasıl mevcut üretim düzeyi ihtiyaçları karşılamada yetersizse, üretimin artırılması, [büyüme] tartışmasız bir gerekliliktir. Lâkin bir toplumda, şimdilerde olduğu gibi, ihtiyaç kavramı dejenere edilmişse, üretimin birincil amacı ihtiyaçları karşılamak değil, kârı maksimize etmekse, oradaki üretim artışının ‘iyi bir yaşamın’ gereğiyle uyuşması mümkün müdür? Otomobil üretmek gerekli ve yararlıdır ama dört milyonluk bir kentin sokaklarını, kaldırımlarını, yollarını, caddelerini iki milyon arabayla doldurmak sadece gereksiz değil aynı zamanda absürt ve zararlıdır. Oysa böyle bir saçmalık bir refah ve başarı unsuru, bir kalkınmışlik göstergesi olarak sunulabiliyor...İşte şimdilerde insanlığın yüz yüze geldiği sayısız sorunların, kötülüklerin, akılsızlıkların, absürdlüklerin geresinde böyle bir anlayış var...

Eğer öyleyse, neoliberal kapitalist küreselleşme girdabına sokulmuş günümüz dünyasında durum nasıldır? Yaklaşık bir milyar insan [her yedi keşiden biri] üretim yetersizliğinden mi, yeterli yiyecek üretilememesinden mi, yeterli ilaç üretilebilir durumda olmamasından mı, yeterli temiz su eksikliğinden dolayı mı açlık belasıyla cebelleşiyor, sefalet ortamında ‘yaşıyor’? Dünyadaki su kaynakları insanların susuzluğunu gidermeye yetmediği için mi, insanlar susuzuluktan ölüyor, temiz su yetersizliğinden hastalanıyor? Neden suların kirletilmesi sorun edilmiyor? Suları kim ve neden kirletiyor? Suyun kirlenmesi insan iradadesini, insanın dahlini aşan nedenlere mi dayanıyor? İnsanları aç ve susuz bırakanlarla, açlık ve susuzlukla ‘mücadele ettiğini’ söyleyenler aynı güç ve iktidar odakları [yeryüzünün efendileri] değil mi? Eğer öylese bu insanlarla alay etmek değil midir? Eğer bu gün dünyada üretilen gelir eşit dağtılmış olsaydı, kişi başına ayda 42 dolar düşecekti. Bir insan 42 dolar gelirle tüm ihtayaçlarını yeterli düzeyde karşılayamaz mı? Veya bu gün dünyada kaç kişi 42 dolar günlük gelire sahip? Dünyadaki her beş kişiden biri günde 1,25 dolar gelirle yaşama mücadelesi veriyor [...], [11] 3 milyardan fazla insan [dünya nüfusunun yarısı..!] günde 2,5 dolardan azla yaşıyor. İnsanlığın en az % 80’i de, günde 10 doların altında gelire sahip. Hepsi bu kadar da değil, dünya nüfusunun %80’inin yaşadığı bölgelerde gelir dağılımı dengesizliği giderek varlıklı sınıflar lehine daha da bozuluyor. Dünya nüfusunun en yoksul %40’ı toplam gelirin %5’ni alırken, en zengin %20 dörtte üçüne [%75] el koyuyor... UNICEF, her gün 22 000 çocuğun yoksulluk yüzünden öldüğünü bildiriyor. Üçüncü Dünya’da [şimdilerde Güney denilen] okul çağındaki 72 milyon çocuk okula gidemiyor. Büyüme rekorlarının kırılmaya devam ettiği bu günün dünyasında, yaklaşık 1 milyar insan okumayı/yazmayı bilmiyor, imzasını atamaz durumda... Modern tıp hârikalar yaratmaya devam ede dursun, sıradan hastalıklar öldürmeye devam ediyor. 40 milyon insan HIV/AIDS virüsünden muzdarip ve bunların her yıl yaklaşık 3 milyonu ölüyor. Her yıl 350-500 milyon sıtma vakası ortaya çıkıyor. Güney’de 1,1 milyar insan sağlığa uygun [temiz] suya ulaşamıyor, 2.6 milyar insan da temel sağlık bakımından mahrum. [12] Dünya ölçeğinde çalışanların %28’i veya 850 milyon ‘yoksul işçi’ sayılıyor, gayri insânî koşullarda çalışıyor ve aldığı ücretle geçinmekte zorlanıyor. Kadın ve çoçuk emeği sömürüsü tam bir skandal halini almış durumda. Güneyde “kayıt dışı” çalışanlar toplam istihdamın %52 ilâ %78’i kadar... [13]

Rakamlar ortada, lâkin rakamlar hiç bir zaman gerçeğin tamamını ifade etmezler. Hangi rakam, hangi istatistik bir annenin açlıktan ölmekte olan çocuğunun durumundan duyduğu acıyı anlatabilir? Aylarca işsiz kalmış ve açlığa ve çaresizliğe mahkûm edilmiş bir babanın dramını ifade edebilir? Dünyanın ve insanlığın içinde bulunduğu sefil durum, tam da Nazım Hikmet’in şiirinde tasfir ettiği gibi: bollukla ölüyor, kıtlıkla yaşıyor... [14] Oysa gezegenimiz, tüm insanların ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilir potansiyel imkânlar ve olanaklar sunuyor. Her dünyalının yeterli besin maddesine, temiz içme suyuna, sağlık hizmetine, rahat yaşanabilir bir eve, vb. sahip olmaması için hiç bir neden yok... Öyleyse sorun nereden kaynaklanıyor? Tersliğin ve saçmalığın gerisindeki nedenler neler? Üstelik aşırı yoksulluğu ve sefaleti ortadan kaldırmak için daha çok ekonomik büyümeye de gerek yok. Kaldı ki, bu sorunları çözmek sanıldığından çok daha kolay. Açlığı, susuzluğu, yoksulluğu, okulsuzluğu, ortadan kaldırmak için gerekli kaynak, potansiyel imkânlar karşısında leblebi-çekirdek parası kadar bir şey... Bunun için de sadece iki şey yapmayı akıl etmek, cüret ve cesaret etmek yeterli: 1. Lüzumsuz ve zararlı üretimi durdurmak; 2. Tam bir saçmalık olan ve skandal kelimesiyle ifade edilebilir tüketime son vermek... [15]

2008 yılında dünyada toplam silahlanma/savaş harcamaları 1473 milyar dolardı. [16] Bunun 711 milyar dolarlık kısmı sadece ABD tarafından gerçekleştirildi. Oysa Birleşmiş Milletler Örgütü, dünyadaki açlığın üstesinde gelmek için yılda 80 milyar dolarlık bir harcamanın yeterli olacağını ileri sürüyor. [17] Bir ‘uzaylı’ dünyaya teşrif etse ve olup-bitenlere şöyle kabaca bir göz atsa, acaba ne derdi? Her halde saçmalığın farkına varmakta geçikmezdi... Retorikle realite arasındaki uyumsuzluk karşısında şaşkınlğını gizlemezdi. Tabii insanların dünyayı nasıl bu hâle getirmeyi “başardıklarını” da...

3. İnsanların kaderi piyasaya bırakılabilir değildir.

Az sayıda oligopolün [dev sermaye grubunun] küresel ölçekte üretimi denetleyip yölendirdiği, tüketim modelini biçimlendirdiği bir dünyada, ‘piyasa ekonomisi’ şarkıları söylemek, kendinden menkûl bir ‘serbest piyasa’ imâsında bulunmak, insanlarla alay etmekten başka bir şey değildir. Rahatsız edici olsa da, şimdilik alay etmeyi, köpeksiz köyde değneksiz gezmeyi ‘başarıyorlar’, ideolojik kölelik geçerli olmayı sürdürüyor... Bir kaç yüz sermaye grubu ve onlar tarafından denetlenen bir kaç yüz bin firmanın at oynattığı, insan yaşamını ilgilendiren her şeye baştan sona ve en ince ayrıntısına kadar yön verdiği, biçimlendirip-dikte ettirdiği, her malın her aşamadaki fiyatınının çokuluslu şirket bürokrasileri tarafından dikey olarak belirlendiği koşullarda, piyasa ekonomisi bunun neresindedir denmesi gerekmez miydi? Aslında piyasa ekonomisi söylemi veya onun idealize edilmiş, hayâlî versiyonu olan serbest piyasa sadece burjuva iktisatçılarının ve burjuva politikacılarının zihinlerinde, bir de iktisada giriş kitaplarında mevcuttur. Rekabet meselesine gelince, Marc Vandepitte’in zarif bir şekilde ifade ettiği gibi, “ Kapitalist piyasanın serbest piyasayla hiç bir ilgisi yok. Söz konusu olan oligopolcü ve düzenlenmiş bir piyasadır. Bu da demektir ki, her serkörde bir avuç çokuluslu şirket –hizmetlerindeki devletin de yardımıyla- bütünü denetliyor, kulları dayatıyor: kendileri için zararlı olduğunu düşündüklerinde aralarındaki rekabeti ortadan kaldırıyorlar, gerekli olduğunu düşündüklerinde de empoze ediyorlar. Bizzat kapitalist şirketlerin kendisi planlı ekonomilerdir ve etkinlik alanları ekseri sınırları aşıyor“. [18]

Malların ve hizmetlerin fiyatları yakınınızdaki semt pazarında değil, oligopollerin yönetim bürolarında, CEO’ların emir ve komutasında belirleniyor ve iktisat profesörü size başka masal anlatıyor, üstelik anlattığı masala inanmanızı istiyor... Sürdürülebilir bir yaşam için planlama vazgeçilmezdir. Her alanda ve her aşamada planlama vazgeçilmezdir. Sovyet ve Çin deneyleri bu alanda iyi bir başlangıç yaptılar ama sonunu getiremediler. Planlama bürokratik bir palnamaya dönüştü, refah artışı [kalkınma] sadece maddi, ölçülebilir, velhasıl niceliğe [quantity] indirgendi ve planlama amaca ve varlık nedenine yabancılaştı. Bu başarısızlık, plan düşüncesini itibarsızlaştırsa da, planlama fikrinden vazgeçmenin gerekçesi yapılamaz. Zira demokratik, katılımcı bir planlama sadece yerel, ulusal düzeyde değil dünya ölçeğinde de olmazsa olmazdır, vazgeçilemez bir zorunluluktur. Piyasanın kolaylıkla karşılanabilir, beslenme ve sağlık gibi temel ihtiyaçları bile karşılamakta başarısız olduğu ortada değil mi? Üretimin birincil amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kârı maksimize etmek, sermayeyi büyütmek, bu amaçla da değişim değeri üretmek olduğu koşullarda, en temel ihtiyaçların karşılanamaması da dahil, insânî ve toplumsal sorunları uygun ve yetkin bir tarzda çözmek mümkün değildir. Başka bir ifade ile, bu dünyanın sorunları, kendinden menkûl bir görünmez ele emanet edilebilir değildir... O halde üç şey: Birincisi, planlama gereklidir ve demokratik bir planlama olmadan kapitalizmin neden olduğu olumsuzlukları/kötülükleri aşmak, yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak mümkün değildir; İkincisi, demokratik bir planlama emeğin emansipasyonunu varsayar; Ve üçüncüsü de, temel üretim araçları kamuya, asıl sahibine iade edilmeden [gasbedilen gaspçıların elinden alınmadan densin], yapılacak bir planlamanın bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir...

4. Daha az ve gerekli olanı üretip, daha az tüketerek, gereksiz olanı tüketmeyerek daha yüksek bir yaşam standardı, keyifle yaşanabilir bir dünya mümkündür...

Büyüme, yüksek oranlı GSYH artışı sağlama saçma perspektifini bir yana bırakmak, gerçekten insan refahını doğrudan ilgilendiren şeyleri üretmek ve bunu yaparken doğanın dengelerini gözetmek hem mümkün hem de gereklidir. Eğer doğayı tahrip eden, üstelik insan refahı için, “iyi bir yaşam için“ gerekli olmayan üretim alanlarından çıkılır, saçmalığa son verilirse, değişim değerini değil, kullanım değerini esas alan bir rotaya girilirse, niceliği [kantitatif] değil, niteliği [kalitatif ] esas alan bir tercih yapılırsa, daha düşük maddi mal üretimi düzeyiyle daha yüksek bir yaşam standardını sağlamak mümkündür. Böylece daha az emek, daha az enerji, daha az doğal kaynak kullanarak, doğaya verilen zararı olabildiğince küçültmek mümkündür. Elimizde söylediğimi doğrulayan örnekler de mevcut. Küba’nın GSYH’si [kişi başına düşen milli geliri] OECD ülkelerinde 10 kat daha düşük olduğu halde ve Küba dünya sıralamasında, GSYH bakımından 75’inci olduğu halde, İnsâni kalkınma endeksi Belçika’dan daha yüksek. Çocuk ölümleri, yaşam uzunluğu, eğitim, vb. gibi alanlarda Küba OECD ülkeleri ortalaması düzeyinde. [19] Bu da, görece daha düşük ekonomik kaynak kullanarak daha yüksek yaşam strandardı yakalamanın mümkün olduğunu gösteriyor. Demek ki, yoksulluk da dahil, insanlığın yüzleşmek durumunda olduğu sorunları çözmek için, yüksek oranlı bir ekonomik büyüme gerekmiyor. Eğer, tam bir absürdlük timsâli olan, geçerli üretmek için üretmek, tüketmek için tüketmek sarmalından çıkılabilirse, hem “daha iyi bir yaşam”, hem de doğal çevreyi korumak, mümkün hale gelecektir. Yüksek insânî kalkınma endeksine sahip bir ülke, doğal olarak doğal çevreye daha az zarar veren ülkedir.

Doğayı ve insanı mahveden, geçerli enerji yutucu büyüme çılgınlığına son vermek, başka bir büyüme veya de-growht [décroissance] pekâlâ mümkün ve gereklidir. İnsanın kendisiyle ve doğal çevresiyle uyumlu bir şekilde yaşamasının koşulu, daha çok üretmek, daha çok tüketmek, daha çok kirletmek ve daha çok yok etmek değildir... Maddi olanın değil, manevi olanın yeğlenmesi, insana daha çok yakışan bir şeydir. Artık bu alanda duyarlılığın büyümekte olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Ekvator ‘kültürel varlıklar’ bakanı Fernando Espinosa, Nisan 2010’da, Cochabamba’da gerçekleştirilen, Ana Toprak Hakları ve İklim Değişikliği Konferansında: “ Artık daha fazla büyüyüp, daha az biriktirmemeliyiz. Doğayla karşılıklı haraket ve uyum içinde yeni bir ekonomik işleyiş oluşturmalıyız. İklim değişikliğinin yapısal nedenleri de tüm diğer dünya sorunları gibi aynı nedenlerden kaynaklanıyor, dolayısıyla çözümü de aynı mâhiyette olmak durumundadır. Derin, yapısal ve devrimci çözümler gerekiyor” [20] diyordu.

Elbette buraya kadar söylediklerimizden yanlış sonuçlar çıkarmak doğru olmaz. Mevcut ekonomik büyüme modelinden çıkmanın gereğine vurgu yaparken, artık hiç büyüme olmasın demek istemiyoruz. Kaldı ki, âcil çözüm bekleyen onca sorun varken büyüme artık hiç de gerekli değil demek büyük bir çelişki olurdu... Bir çok alanda hızlı büyüme gerekiyor ama kaptalist mantığın dışına çıkmak kaydıyla...

5. Komünist toplum perspektifinin vazgeçilmezliği...

Eğer geleceğin toplumunda daha çok özgürlük, daha çok sosyal/ekonomik/politik eşitlik, daha derin kardeşlik ve dayanışma, dışımızdaki canlı dünyaya daha çok saygı ve özen, yüksek düzeyde bir bölüşme/paylaşma kültürü, vb. geçerli olacaksa, insan ilişkileri kardeşlik [fraternité] temeli üzerine oturacaksa, bunun adı kavramın jenerik anlamında komünizmden başkası değildir. Eğer öyleyse, insanlığın ufkunda yıkıcı/yok edici absürt kaptalist barbarlık düzeniyle, komünist toplum perspektifi dışında bir üçünçü seçenek görünmüyor... O halde iki şey: Birincisi, kapitalizm artık gününü doldurmuş bulunuyor, dolayısıyla kapitalizmden çıkmak, artık bir tercih sorunu olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor; İkincisi, İnsanlığı komününist topluma götürecek olan ‘uzun yolun’ adı da sosyalizmdir... Bunları söylemek bir illüzyon, kavramın olumsuz [pejoratif] anlamında ütopik olmak demek değildir. Zira ütopya, bu gün olmayan ama gelecekte olabilen anlamındadır... Bu yazıyı Eduerdo Galeano’nun ütopyaya dair söylediğiyle bitirebiliriz: “Ben iki adım ilerliyorum o iki adım uzaklaşıyor. Ben on adım ilerliyorum o on adım uzaklaşıyor. Hep ilerleyebilirim ve onu asla yakalayamam. Ütopya neye yarar? Tam da şuna: Yol almaya”... [21]



--------------------------------------------------------------------------------

* http://wikiquote.org/wiki/Augustine_of_Hippo.

[1] Bkz: Stefania Vitali, James B. Glattfelder, Stefano Battiston, The Network of Global Corporate Control, http://arxiv.org/abs/1107.5728.

[2] The Economist, “The world’s richest people” March 17, 2007, p. 110 and UNDP, Human Developpement Report 2010, New York 2010.

[3] SIPRI, http://milexdata.sipri.org/result.php4; ve http://www. sipri.org/media/pressreleases/2010/100602yearbooklaunch.

[4] Bkz: Samir Amin, Kapitalizmden Uygarlığı. Sosyalist Perspektifi Yeniden İnşa Etmek, Özgür Üniversite kitaplığı, Ankara, 2010.

[5] The Economist, July 8, 2006, p. 32.

[6] M. Dawson, The Consumer Trap: Big Business Marketin in American Life, İllinois 2003.

[7] Bkz: Fikret Başkaya, Yeni paradigmayı Oluşturmak-kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme- Özgür Üniversite Kitaplığı, 2011, ss. 47-62.

[8] “Facing the consequences” The Economist, November 27, 2010, pp. 79-82.

[9] Financial Times, December 1, 2010, p. 4.

[10] Finacial Times, December 13, 2010.

[11] Amounts in $ PPP. World Bank, Measuring Global Poverty [2009], http://siteresources.worldbank.org/INTRES/Resources/469232-1127252519956/measuring_global.html.

[12] Rakamlar için bkz: Poverty Facts and Stats,http://www.globalissues.org/article/26/poverty-facts-and-stats.

[13] WTO- ILO, Globalization and informal jobs in developing countries, Geneva 2009, p.27.

[14] Bkz: Taranta Babu’ya 7. Mektup.

[15] Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 1998 yılına dair verdiği ramaklar söylemek istediğimize açıklık getirebilir: “ Japonyada eğelence endüstrisine 35 milyar dolar,

[16] Military Spending Worldwide, http://www.visualeconomics.com/military-spending-worldwide/

[17] Elbette dünyadaki yoksulluk sorunu sadece bir miktar para transferiyle çözülebilir mâhiyette bir şey değildir. Radikal yapısal değişiklikleri var sayar. Eşitsiz ilişkiler bütününün aşılması gerektirir... Böyle bir örnek vermekteki amacımız, istenirse sorunun çözümünün ne kalar mümkün ve kolay olduğunu virgulama amaçlıdır sadece...

[18] Marc Vandepitte, “Remarks on ‘ Redirecting production for life’s necessities, prioritizing use value over exchange value‘ “http://www.forumdesalternatives.org/EN/readarticle.php?article_id=9564

[19] Bkz: Fikret Başkaya, Yeni paradigmayı oluşturmak... age, ss. 65-128.

[20] Espinosa.M., “ Climate Crisis: A Symptom of Development Model of the World Capitalist System’, Speech to the Panel on Structural Causes of Climate Change, World Peoples’ Conference on Climate Change and Rignhts of Mother Earth, Cochabamba, April, 20, 2010.

[21] Maurice Lemoine, “A quoi sert l’Utopie?”, [ Recension d’Eduardo Galeano], Le Monde Diplomatique, janvier, 2011.
Print