2024-03-29
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Ali Haydar Koç
 
Doksanıncı Yıldönümünde 1925 Kürt Milli Hareketi ve Sömürge Kürdistan
2015-04-17 22:59
Ali Haydar Koç
Osmanlı imparatorluğunun son (1860-1918) yıllarında şark vilayetlerinde yani Kürdistan’da etnik kökenli iki önemli siyasal sorun ortaya çıkmıştı. 1860’dan sonra Kürdistan’da,Kürtler ulusal hakları için osmanlı devletinden çesitli taleplerde bulunarak, Kürt milliyetçiliğini öngören bir siyasal mücadeleyi yürütmeye çalışıyordular. Ermeniler ise gerek şark vilayetlerinde ve gerekse batı anadoluda etnik ve dini haklarını koruma altına almak için çeşitli siyasal örgütlemelerin içine girmişlerdi. Tanzimat dönemi ve sonrasında gelişen siyasal olaylarlar Osmanlı devletini oluşturan cemaatler arasında çeşitli ulusal, etnik ve dini ayrılıklara yolaçmıştı. Şark vilayetlerinde yani Kürdistan’da yaşamlarını sürdüren Kürtler arasında da milli fikirlerin gelişmesine önayak olmuştu. Özellikle Kırım savaşından sonra 1856’da yapılan Paris antlaşmasına bağlı olarak gerçekleştirilen 1856 Islahat Fermani ile Vilayet-i Şarkiye’de yaşayan gayr-i müslümlere de geniş hakların tanınması, 1858 toprak reformu ile bazı kanuni sınırlamalara tabi olsa da osmanlı devletinin bütün cemaatlerine taşınmaz mallar üzerinde mülk edinme hakkının verilmesi, 1864 vilayet nizamnamesi ile birlikte vatandaşlık kanunu çıkarılarak, o tarihe kadar Sultanın birer kulu olarak görülen vatandaşlara, osmanlı vatandaşlığı ve kimliğinin verilmesi gibi siyasal değişimler, Osmanlı cemaatlerinin farklı düşüncelere sevketmişti. 1864 vatandaşlık kanuna göre Osmanlı vatandaşı olan herkes din, dil, cins ve sosyal sınıf farkı gözetmeksizin Osmanlı kimliğine sahip olabilecekti. Böylece kişiler sultanın kulu olmaktan çıkarak devlet vatandaşı sayılma hakkını kazanacaklardı.1864 yılında çıkarılan vatandaşlık kanunu ile tarihte ilk kez Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlara devlet eliyle yeni bir kimlik vermekle sonuçlanmıştı. İlk bakışta oldukça basit görünen vatandaşlık kavramı ve oradan kaynaklanan kimlik, Osmanlı cemaatleri arasında köklü siyasal değişmelere ve yeni siyasal gelişme-çatışmalara neden olmuştu.

1860’dan sonra şark vilayetlerinde ortaya çıkan Kürt ve Ermeni meselesi, başlangıcından itibaren birbirlerinden farklı taleplerle ortaya çıkmıştı. İki sorun daha sonraları bazen birbirini destekleyen ve bazen de birbirini etkileyen iki önemli siyasal hareket olarak karşımıza çıkmaktadır.

1860’lardan sonra Kürtler, Kürdistan’da ulusal bir devlet kurmak için milliyetçi eğilimlere yönelerek, Kürtler arasında bu yönlü siyasal fikir hareketlerini başlatmışlar idi. Örneğin Şeyh Ubeydullah liderliğinde 1880’de bağımsız bir devlet kurma iddiası ile ortaya çıkan Kürt milli hareketi, Osmanlı imparatorluğundan hem ulusal ve hemde siyasal ayrılmayı esas almış idi. 19.yy.’ın ikinci yarısından sonra Osmanlı devletinde kimlik eksenli gelişen siyasal fikirler, Kürtler arasında da etkili olmuş ve Kürt milliyetçiliğinin meydana çıkmasına önayak olmuştu. Örneğin milli anlamda ilk Kürt siyasal örgütlenmesinin (Kürdistan Azmi Kavmi Cemiyeti-1900) ve ilk Kürt basınının (Kürdistan Gazetesi-1898) ortaya çıkmasına yolaçmıştı. Yaklaşık 1520’den sonra Kürtler arasında etkin siyasal bir role sahip olan Kürt mirlerinin ve Kürt beylerinin siyasal gücü 19.yüyzyılın ikinci yarısından sonra halk üzerindeki etkinliği ortadan kalkmıştı. 1860’dan sonra Kürdistan’da “Şeyhlerin ve Seyitlerin” liderliğinde yeni bir siyasal gücün ortaya çıktığını ve Kürtler arasında milli fikirlerin yayılmasında öncülük ettiklerini görmekteyiz. 1880’de Şeyh Ubeydullah Kürt milli hareketi ile bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak istediklerini dünya kamuoyuna duyurdular. Kürdistan’da yeni bir siyasal güç olarak ortaya çıkan “Şeyhler ve Seyitler siyasi,ekonomik ve dini nüfuzlarını kullanarak Kürtlerin ulusal birliğini sağlamak için çalışmalar yapıyordular. Kürdistan’daki bu yeni siyasal liderliğin ilk faaliyetlerini 1880’de Şeyh Ubeydullah, 1913’de Mela Selim,1925’te Şeyh Sait ve 1938’de Seyit Rıza liderliğinde gelişen ve bedelli çok ağır olan siyasi tepkilerde görmek mümkündür. 1860’dan sonra siyasi bir liderlik olarak ortaya çıkan “Şeyhlik ve Seyitlik” 1940’a kadar Kürtler arasında etkin rol oynamıştı. Türkiye cumhuriyetinin Kürtlere yönelik gerçekleştirdiği soykırım, şiddet ve zulüm politikaları sonucunda “Şeyhlik ve Seyitlik” 1940’dan sonra ismi bile okunmayan ve tamamiyle inkar edilen Kürtler arasında gücünü yitirmişti.

1908’de Temmuz darbesi ile Sultan II. Abdulhamit’i tahtan indiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1909’dan sonra Kürtler ile olan bütün siyasal bağlarını kopararak, Kürtler üzerinde baskı oluşturarak, Kürdistan’a yönelik niyetlerini açıkça ifade etmişler idi. İTC’nin, Kürtlere yönelik siyasal baskıcı niyetlerini 1913-1918 yılları arasında Kürdistan da gerçekleştirilen soykırım ve tehcir faaliyetlerinde görmekteyiz. 1913’e kadar Kürtlerin siyasi faaliyetlerini engellemeye çalışan İTC üyeleri, diğer siyasi partileri de yasaklayarak “tek parti yönetimini” 1913’te yapılan ikinci bir darbe ile kurmuşlar idi. Siyasal amaçları ise Türk unsurunu, Türk-Turan ideolojisiyle osmanlı devletinin tek hakim gücü yani “millet-i hakime” seviyesine getirmek idi.

Bu siyasal anlayış 1913’ten itibaren Kürtleri rahatsız etmiş ve bunun üzerine Bitlis Kürt milli hareketi, Türkçülük ideolojisine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Hareketin lideri Mela Selim, vilayet-i şarkiye’de bulunan Ermeni cemaatleriyle işbirliği yapma düşüncesiyle, Muş, Erzurum, Varto, Bitlis ve Van Ermeni dinadamları ile görüşmeler yapmıştı.Fakat o tarihe kadar büyük oranda İttihat ve Terraki Cemiyet ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Ermeni temsilcileri, Bitlis Kürt milli hareketini yöneten Kürt yöneticilerin ortak tepki gösterme teklifini kabul etmeyerek, reddetmişlerdi. Büyük ihtimalle Ermeni temsilcileri İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya tarafından kendileri için 1914’de hazırlanarak, İttihatçı rejime kabul ettirilmeye çalışılan “Şark Islahat Projesine” büyük umut bağladıklarından dolayı kürtlerin teklifine yanaşmayı tercih etmemişler idi.

13 Mayıs 1913‘te “iskan-ı Muhacirin Nizamnamesi“ ile „İskan-ı Aşair müdürüyeti ve İskan-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti Umumiyesi” Dahiliye Nezareti tarafından kabul edilerek, faaliyete geçirilmişti. İlk faaliyet alanlarından biri Kürdistan idi. Bitlis Kürt milli hareketini bastıran İttihatçılar, Vilayet-i şarkiye’de Kürtlere yönelik soykırım provası yaparak, ilk zorunlu göçertme icraatlerını da 1913-1914’de Kürtler üzerinde denediklerini söylemek mümkündür. Ayrıca Bitlis Kürt milli hareketinde yeralan Kürtlerin talan edilen taşınır ve taşınmaz mülk/mallarına el konularak,İttihat ve Terraki cemiyetinin hazinesine aktarılarak, buradan da o tarihlerde daha yeni oluşturulmaya çalışılan Türk milli iktisatı adına Türk unsura devri sağlanmıştı.1913 Bitlis Kürt milli hareketine öncülük eden Mela Selim, hem Bitlis Şeyhleri ve hem de Şeyh sait ve çevresi ile yakın dostluk-siyasal ilişkileri olan biri idi.

Almanya, ingiltere, Fransa ve Rusya Kürtlerin devlet kurma eğilimlerini sınırlamak için 1913’te Yeşilköy Konferası’nda adı geçen devletlerin elçileri bir araya gelerek, Kürdistan’daki siyasi paylaşım uygulamaları ile ıslahatlar konusunda anlaşmışlardı. Rusya’nın temsilcisi Mandelstam’ın diğer ülkelerin de görüşünü alarak hazırladığı rapora bağlı kalınarak, 8 Şubat 1914’te Rusya elçisi Goulkevitsch ile Osmanlı Sadrazamı Said Halim paşa gayr-i müslüm yani Ermenilerin siyasi haklarını garanti altına alan Şark Islahat Projesi biçiminde ortaya çıkan antlaşmayı imzaladılar.

Daha sonraları İngiltere 1915’te küçük asya ve Kürdistan’ı da içine alan bir araştırma komisyonu oluşturarak, Kürtlerin zenginlik kaynaklarına sahip olmayı hedefliyordular. Bütün bu siyasi çabaların akabinde 1916’da Fransa, Rusya ve İngiltere (daha sonraları İtalya’da bu antlaşmaya dahil olmuştu) Sykes-Picot gizli antlaşması ile Ortadoğu ve buna bağlı Kürdistan topraklarını aralarında paylaşmışlar idi.

Birinci dünya savaşı sonucunda Osmanlı devleti yenilen devletler arasında yeralmıştı.

İngiltere, Kürtlerin milli faaliyetlerini engellemek için Mondros Mütarekesi’nde de Kürtlere doğrudan değinen belirgin bir askeri müdahale taraftarı olduğunu açıkça ifade etmiş idi. Nitekim Kürtlerin yaşadığı Kürdistan’da, İngiliz ordularının ilerlemesine engel teşkil eden olaylar olduğu takdirde, Mondros Mütarekesi’nin 24.Maddesinde “Vilayet-i sittede bir huzursuzluk olduğu takdirde müttefikler bu vilayetin bir bölümünü alma hakkını saklı tutarlar” (bkz.Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz) dile getirmişler idi. Örneğin İngiltere, Kürtleri kontrol altında tutmak ve diktatör M.Kemal’e askeri ve siyasi destek sağlamak için Albay Rawlinson’u 14 kişilik bir istihbarat ekibi ile Nisan 1919’da Karadeniz üzerinden Erzurum’a göndermişler idi. (bkz.Cevat Dursunoglu, milli mücadelede Erzurum, Ankara, 1946, A.Rawlinson,The Adventures in The Near East, London 1923, Halil Paşa, ittihat ve Terakki’den hürriyete bitmeyen savaş, Peter Hopkirk, İstanbul’un doğusunda bitmeyen Oyun, K.Karabekir, istiklal harbimiz, General Harbord’un Anadolu gezisi ve Ermeni meselesine dair raporu,Gotthard Jäschke, Kurtulus savaşı ile ilgili ingiliz Belgeleri). Albay Rawlinson’un Erzurum ve Sivas kongrelerinde de etkili rol oynadığı ve Ankara’da bir Türk yönetiminin kurulmasında siyasi ve istihbarat destekler sağladığı bilinmektedir.

İttihat ve Terraki cemiyeti kadroları, 1918-1923 yılları arasında Türk ırkçılığı esaslarına dayanan bir Türk devletini kurabilmek için, Kürtleri islam, osmanlılık ve ümmet kardeşliği temelinde oyalayarak, onların askeri ve siyasi desteklerini almaya çalışmışlardı. Ayrıca bu siyasi anlayış ile Kürtleri, Kürdistan devletini kurma meselesinden uzak tutmaya da dikkat etmişler idi. Bütün İttihatçı kadrolar diktatör M.Kemal Atatürk etrafında hareket ederek, 1913’ten gerçekleştirmeye çalıştıkları, amaçlarına ulaşmaya çalışıyordular. Dış siyasal ve diplomatik boyutu ile ingiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği de diktatör M.Kemal etrafında hareket eden Türkçü kadrolara destekler sağlayarak, Kürdistan’ın Lozan antlaşmasına kadar parçalanmasına ve Kürtlerin bir ulusal devlet kurmalarına engel olmuşlar idi.

1925 Kürt milli hareketinin kökenleri 1860’larda şeyhlerin ve seyitlerin öncülüğünde başlayan siyasal liderliğe ve buna bağlı gelişen Kürt milliyetçiliğine dayanıyordu. 1925 hareketinin milli fikirlerinin oluşmasında yeralan kadrolar ile savaşçıların çoğu “Hamidiye alaylarında (1891)” yeralanlar ve “ Aşiret mekteplerinde-1892) okuyanlardan oluşuyordu. Osmanlı ordusunda binlerce Kürt subayı mevcuttu. Bunların çok azının 1925 Kürt milli hareketinde yeraldığını, geri kalanlar hakkında pek bilgiye sahip değiliz. Ayrıca 1918-1925 yılları arasında Osmanlı ve Türk ordusundan ayrılan ve kaçan Kürt subayların sayısı bir hayli çok fazladır. Fakat bunların akibetleri hakkında şimdiye kadar elimizde somut bir veri yoktur. 1925 Kürt milli hareketine liderlik yapan Şeyh Sait, Kürdistan’da siyasal, ekonomik ve dinsel bir nüfuza sahip idi. Ayrıca Şeyh Ubeydullah (1880), Mela Selim (1913) ve Koçgiri milli hareketini temsil eden kadrolardan haberdardı/çoğu ile yakın ilişkileri-dostlukları vardı. Ayrıca Şeyh Sait iki dönemin yanı Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tanıklarından biri idi. 19.yüzyılın son yılları ile 20.yüzyılın ilk döneminde gelişen siyasi olayları da yakından takip eden, bilen biri idi.

1922’de İttihat ve Terraki kadrolarının oyalama politikasını fark eden Kürt liderler, Kürdistan’a yönelik siyasi faaliyetlerini Erzurum’da Cibranlı Halit (aşiret mekteplerinden mezun), Yusuf Ziya ve şeyh Sait öncülüğünde kurdukları “Kürt İstiklal örgütü-Azadi/ Berevaniya Mafe Kurd” adlı örgüt üzerinden gizliden yürüterek, Kürt ulusunun kurtuluşunu sağlamaya çalışıyordular. Fakat İngiltere ve Fransa’nın verdiği istihbarat yardımlarıyla, Kürt azadi örgütü ve kadroları hakkında bilgi sahibi olan Ankara yönetimi, 1924’ün sonlarında Cibranlı Halit, Yusuf Ziya ve arkadaşlarını tuttuklatarak, öldürürler. Şeyh Sait’in tutuklanması için çeşitli girişimlerde bulunan Ankara yönetimi, Şeyh Sait’in dikkatli davranması, bu girişimleri engeller.

1924’te sadece Türk ırkçılığı esasları dikkate alınarak ilan edilen ilk Türkiye anayasası, Kürtleri tümden inkar ediyor ve Kürt diye bir ulusun kesinlikle mutlak bir şekilde dünya da varolmadığı kamuoyuna duyrulmuştu. Kürtlere yakıştırılan “geri kalmış dağ Türkü” tezi 1924 anayasasının ilan edildiği tarihlere denk gelmektedir. Ankara yönetiminin kurucu faşist partilerinden olan Cumhuriyet Halk Partisi ve bu faşist partinin birer yan kolu olarak çalışan “basın yayın komitesine bağlı matbuat umum müdürlüğünün bir şubesi olarak kurulan “neşriyat ve yayın komitesi” tarafından denetlenen gazete ve dergiler üzerinden “gerici dağ Türkleri” propagandası ile Kürtlerin inkar ve yokedilmesi hedeflenmişti.

Şubat 1925’te Kürdistan’da zamansız beş cephede başlayan 1925 Kürt milli hareketi, kısa sürede yani Mart ayının sonuna kadar 14 Kürt vilayetinin özgürleşmesine yolaçmıştı.“Emirül Mücahidin” ünvanı ile Diyarbakir cephesine komutanlık yapan şeyh Sait ve komutasındaki Kürt askerler, istenilen hedef olan Diyarbakır’ı ele geçirememişlerdi. Kürt tarafı açısından bu siyasal durumun ortaya çıkmasında Diyarbakır “azadi” örgüt üyelerinin görevlerini yerine getirmediklerine işaret etmektedir. Şeyh şerif komutanlığında Elazığ cephesi, Şeyh Abdurrahim komutasında Siverek cephesi, Şeyh Abdullah komutasında Muş cephesi ve Şeyh Mustafa komutasında Kığı, Erzurum cephelerinde 1925 Mart ayının sonlarına kadar önemli başarılar elde edilmişti. Nisan ayının başlarından itibaren Fransa ve İngiltere’nin Mardin üzerinden Ankara yönetimine güney demiryollarını açması ve Türk ordusuna savaş uçağı dahil askeri yardımları yapmalarından dolayı, Türk ordusunun Diyarbakır’a gelmesinde kolaylıklar sağlamıştı.Yaklaşık 20 bin savaşçıdan oluşan Kürt birlikleri, 250 bin kişiden oluşan Türk ordusuna karşı savaşıyordular. Ayrıca İngiltere ve Fransa’nın yardımlarıyla elde edilen savaş uçakları Mardin ve Diyarbakir üzerinden Kürt birliklerini, Kürt şehirlerini ve köylerini bombalamışlardı. Şeyh Sait ve arkadaşları 15 Nisan 1925’te Varto/Muş taraflarında yakalanarak Diyarbakır’a getirilerek, sembolik olarak oluşturulan Şark İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak, idam edildiler.

Kürdistan’da 1925’te kurulan „Şark İstiklal Mahkemesi temsilcilerinin ve görevlilerinin Diyarbakır’da yayınladıkları bir beyanname ile Kürtleri tehdit etmişler idi. Örneğin bu beyannemede verilen bilgilere göre “..Türk inkılap meskunundan doğan Türk hayatı Cumhuriyetinin en milli meselesi olan büyük millet meclisinin teşkilat-ı esasiye kanunuyla haiz olduğu salahiyet ile Ergani, Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Bitlis, Hakkari, Dersim, Siverek, Mardin, Malatya, Muş, Genç ve Van vilayetleri ile Erzurum vilayetinin Kığı ve Hınıs kazalarını ihtiva eden mıntıkada vazife görecek şark istiklal mahkemesi kendi idare-i kazası dahilinde bulunan halka bervecih aynı hususanı beyan eder. İstiklal mahkemesi devletin kanun-u esasiyesi ve ahkam-ı umumiyesi ile Türk Cumhuriyetinin ve Türk milletinin emniyet ve refahını ihlal edecek veya Cumhuriyet ve inkılabın revcine zafiyet ibraz edecek en küçük hareketi her ne suret ile olursa olsun iştiraki vatan ve millet muvasalasında cinayet ad eder..”(bkz.Vakit gazetesi, 14 Nisan 1925, Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait isyanı ve şark istiklal mahkemesi). Kürdistan’da, Türk milletinin huzur ve refahını bozan bütün Kürtler, Türkleri rahatsız etme gerekçesiyle katil sayılarak, idam edilmişlerdi. İstiklal mahkemelerinin Kürdistan’da onbinlerce Kürdü idam etmeleri ve zorunlu sürgüne yollamaları gibi uygulamalar, kamuoyunu Türk ırkçılığı yönünde hazırlayan ve yönlendiren CHP faşizminin talimatlarıyle yayınlar yapan Türk sol/sağ basınında çok olumlu bir gelişme olarak yansıtılmıştı.

Savaş esnasında Kürtlerin askeri gücünü parçalamak için bir çok siyasal manevraya başvuran Türk yönetimi, bir yandan Kürdistan’da soykırım planlamalarını adım adım gerçekleştirirken, diğer taraftan Kürt savaşçılarına ve Kürt halkına yönelik değişik propaganda yöntemlerine başvuruyordu. Örneğin 1925’in ilkbaharından itibaren başlayarak Kürdistan’ın bütün vilayet, kasaba, nahiye ve köylerinde Osmanlıca ve Arapça bildiriler dağıtılmıştı. Dağıtılan bildirilerde ise şu bilgiler dikkat çekmekte idi:“..İsyan sahasına gelen kırk birinci fırkamız Genç dağlarında mühim çarpışmalar yaparak Genç üzerine doğru yürüyüşüne devam eder..,ordu kumanlığı asiler ile beraber dağlara kaçan ahaliye bir beyanname dağıtır. Bu beyannamede halka; “Ey ahali. Başınıza geçerek sizi daima yalan sözlerle haftalardan beri bir çok zarara felakete sokan Şeyh Sait ve avenesini gördünüz mü? Bugün hükümetin ordusu hainleri her taraftan tart etti artık bunlar dağ başlarında kaya deliklerinde kendilerini gizleyecek yerler arıyorlar. Düşman propagandasıyla hükümete karşı hainlik edenlerin işte hali budur. Bunun için size tekrar ihtar ediyorum: Daha büyük zarara, perişanlığa düşmemek için herkes köyüne ocağına dönsün. Rahat rahat hayatını sürsün, tarlasını eksin. Hainlerin kimler ve nerede olduklarını haber versin. Ordu daima mazlum halkın başına felaketler getiren bu hainleri arıyor. Sizler de bundan sonra köylerinizde evlerinizde çoluk çocuklarınızla rahat yaşayabilirsiniz. Şayet yine hainlerin sözlerine uyar ve köylerinize dönmez, hükümetimize dehalet etmez iseniz sonra köylerinizi, evlerinizi yanmış bulacaksınız. Bu size son ihtarımdır..”(bkz.Vatan gazetesi, 10 ve 13 Nisan 1925, Vakit gazetesi, 13 Nisan 1925). Tabiki bahsi geçen köyler ve köylüler Mayıs 1925’ten itibaren soykırıma tabi tutularak evleriyle birlikte yakıldılar. Kürt şehirleri,kasabaları ve köyleri insansızlaştırıldı.

Kürdistan’da gerçekleştirilen zulümlerin dönemin Türk basınına yansımaları, başka bir insanlık felaketini karşımıza çıkardığı gibi, Türkçülüğün çıkarlarından başka bir şey görmek istemeyen devrin ırkçı muhafazakar Türk aydınlarının ve gazetecilerinin Kürtlere reva görülen bu zulümler karşısındaki tavır-davranışlarına dair zihniyetlerini tek şef ve tek partinin verdiği talimatlarla belirleyen düşünsel dünyalarını karşımıza çıkarmaktadır. 1925’te Ankara yönetimi tarafından Mayıs 1925’ten sonra yapılan bütün resmi açıklamalarda „hükümetin kararlı tutumu, milletin ve basının desteği sayesinde isyan bastırılmıştır“ biçiminde dile getiriliyordu. Örneğin: Kürdistan’da yapılacak basın faaliyetleri,3 Mayıs 1925’te çıkarılan “havale-i şarkiyede idare-i örfiye mıntıkasında tatbik edilecek sansür talimatnamesinin“ belirlenen sınırlar çerçevesinde yapılıyordu. Bu talimatnamenin bir başka özelliği de Kürt basın ve yayın organlarının hiç bir faaliyet yapamayacağını, yapanların ölüm ile cezalandırılacağı hükmünü içeriyordu.

Kürdistan’da bu talimatnamenin siyasal ve sosyal tesirlerini 1960’lara kadar görmek mümkündür. Ayrıca bu talimatnameye dayanarak, 5 mart 1925"te İstanbul’da çıkan Tevhid-i Efkar, son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşat, Aydınlık, Orak Çekiç, İkaz ve Doğrusöz gibi bazi gazete ve mecmualar kapatılmıştı (bkz.Ergun Aybars,Yakın tarihimizde Anadolu ayaklanmaları, Behçet Cemal, Şeyh Sait isyanı). Bu gazete ve mecmuaların hepsi yaptıkları bütün haberler Kürtlere hakaret etme yönünde idi. Kapatılmalarının asıl sebebi ise, Osmanlı devletinden gelen alışkanlıktan dolayı “Kürt ve Kürdistan“ kavramlarını „gerici, irticacı ve feodal Kürt/Kürdistan beyleri, şeyhleri“ biçiminde haberlerde kullanmış olmaları idi. Örneğin:Orak Çekiç gazetesinin 5 Mart 1925"te çıkan son sayısında Şeyh Sait isyanı hakkında şu görüşlere yer verilmişti: “..Yobazların sarıkları ve yobaz zümresine kefen olmalı..yobazlarıyle, ağalarıyla, şeyhleriyle, halifeleriyle, sultanlarıyla birlikte kahrolsun derebeylik..,irtica ve derebeyliğe karşı mücadele için, köylüler, ameleler etrafında teşkilatlanmalıdırlar.., İngilizlerin oynattığı irtica kuklası.., ekalliyet milletlerinin sergerdelerini ayaklandırmanın, eski bir İngiliz ve Rus oyunu olduğunu.., Şeyh Sait ne biçim eşkiyadır..,Genç"teki ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeyleri vardır.., Cumhuriyet hükümeti derebeyliği tasfiye edecektir.. (bkz. Orak Çekiç gazetesi 5 Mart 1925, Mete Tunçay Türkiye"de sol akımlar-I-1908-1925-). Dönemin Türk yönetimi, buna benzer haber ve yayınlar yapan Ahmet Şükrü Esmer, Velid Ebuzziya, Abdulkadir Kemali, Fevzi Lütfi, İlhami Safa, Ahmet Emin Yalman, Suphi Nuri İleri Eşref Edip, Sadri Ethem, ve İsmail Müştak vs. gibi gazetecileri ve gazete sahiplerini bile „zararlı ve yıkıcı yayın“ yapmak ile suçlayarak, cezalandırmıştı (bkz.Avni Doğan, Kurtuluş ve kuruluş sonrası-1964).

1925 Mayıs ayından itibaren asimilasyon niyetiyle Kürtlerin batı anadoluya sürülmesi tanzim edilerek, bununla Kürdistan’da soykırım politikasının güçlendirilmesi ve hızlı bir şekilde sonuçlandırılması öngörülüyordu. Yüzbinlerce Kürt Batı Anadolu’nun değişik şehirlerine yerleştirilmeye çalışıldı. Örneğin;1927’de çıkarılan “Bazı eşhasın şark menatıkından garp vilayetlerine nakillerine dair kanun” konuya biraz daha açıklık getirmektedir. Kürtlere yönelik gerçekleştirilen zorunlu göçertme tedbirleri dönemin İngiltere büyükelçisi Clerk’in Dışişleri Bakanı Chamberlain’e 12 Ocak 1927’de yazdığı raporda şöyle dile getirmektedir; “ Ankara yönetimine bağlılık göstermeyen kimseler yola getirilene kadar mahkemelere gerek duyulacak… Aşiretleri parçalama, silah toplama ve liderlerin sürgün edilmesi politikasına devam ediliyor… Kürtlerin göçüyle boşalan alanlara, Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkaslardan Müslüman göçmenlerin yerleştirilmesi umuluyor…” Ayrıca Clerk, 22 Haziran 1927 tarihli bir başka yazısında da; „..kabul edilen yeni yasanın Türk hükümetine istediği sayıda insanı doğu vilayetlerinden diğer bölgelere nakletme yetkisi tanıdığını, hükümetin, ayaklanma bölgelerinden özellikle Beyazıt’tan 2 bin kadar aileyi batıya sürdüğünü...“ raporunda belirtmektedir. (bkz.Bilal Şimşir, İngiliz belgeleriyle Türkiye’de Kürt sorunu, 1975. Politika gazetesi, İngiliz hükümetine sunulmuş gizli raporlarla Doğu, 2 Şubat 1977. Naci Kökdemir, Eski ve yeni toprak, iskan hükümleri ve uygulama kılavuzu, 1952). Ayrıca tehcir edilen Kürtler arasında liderlik seviyesinde olanlar ise, general Kazım Dirik komutanlığında oluşturulan suikast timleri aracılığıyle öldürülmüşler idi.

1925 Kürt milli hareketinin başlamasıyle ortadoğu’da “Kürdistan” adında bir devlet istemeyen batılı ülkelerin (İngiltere, Fransa, Almanya,İtalya ve Rusya vs.gibi) Türk yönetimine verdikleri askeri, siyasal ve diplomatik desteklerle yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve dünyada çok büyük bir siyasal yankı uyandıran 1925 Kürt başkaldırısını baştırılmasını sağlayarak, Kürtlerin Ortadoğu’da devletsiz ve tüm ulusal haklarından yoksun bırakılmalarına yolaçmıştı. Yirminci yüzyılın başında çok zayıf bir şekilde sürdürülen Kürt diplomasisi, Türkiye yönetimi tarafından “dış mihrakların” maşası olarak propaganda edilerek, uluslararası kurumlarla diplomatik ilişki kurmaya çalışan Kürt cemiyetleri zararlı ve Kürt diplomasisini temsil eden şahsiyetler hain ilan edilmişti.

1925’te Tek parti yani CHP faşizmini temsil eden kadrolar, sömürge Kürdistan’da sık sık proganda ettikleri Türk vatanı, Türk yurdu, Türk bayrağı, Türk milleti, Türk ülkesi, Türk kültürü, milli birlik ve bütünlük vs. gibi kavramlar da çok dikkat çekmektedir. Türk çağdaş demokrasisinin ve adaletinin yani Türk ırkçılığının sömürge Kürdistan’da propganda edilmesinde Türk sol faşizmini tesmil eden Türk aydınlarının siyasal payi çok büyüktür. Örneğin 1925-1940 yılları arasında Hakimiyeti milliye, Cumhuriyet, Milliyet, Akşam, Son Posta, Vakit, Zaman, ulus gibi ulusal düzeyde çıkan gazeteler ile Ayın Tarihi, Kadro, Fikir hareketleri, Ülkü,Yeni Adam, Çığır gibi propaganda dergileri de incelendiğinde bu payın büyüklüğünü görmek mümkündür. Özellikle sömürge Kürdistan’da 1925’lerden sonra Türk faşizminin temsilcisi CHP’nin telkinleriyle çağdaş Türk demokrasisi ve adaleti adı altında ırkçı propaganda yapan ve „millet-i mahkure“ duygusunu unutmayan Türk aydınlarının ruh hallerine bakıldığı zaman içselleştirilmiş aşağılık duyguylarıyla dolu oldukları görülmektedir. Bu aşağılık ruh halleriyle Kürtlere hakaret ederek, aşağılamaya çalışıyordular.

1925’ten sonra yapılan açıklamalar Türk ırkçılığının ulaşmak istediği siyasal boyutları karşımıza çıkarmaktadır. Örneğin, Recep Peker Türk demokrasisinin ve adaletinin sadece tek bir ırk için olduğunu ve bu siyasi anlayışın dışında kalan Kürtlerin öteki olarak telaki edileceğini şu sözlerle dile getirmektedir; „..Hukuki ve siyasi haklar tüm ulus fertleri için geçerlidir. Ancak etnik kökene sahip olanlar ya da olduklarını düşünenler ulusal topluluğa katılamazlar. Çünkü ulusal topluluğun tek bir etnik kökeni vardır; o da Türklüktür..”. (Recep Peker İnkılap tarihi ders notları,1933). Özellikle çağdaş Türk demokrasisi ve adaleti namına 1930’lardan sonra Kürtlere hakaret eden ve Türk ırkçılığını yücelten Reha Oguz Türkkan ve Nihal Atsız’ın çıkardıkları „Orhun“ (1938), „Ergenekon“ (1939), „Bozkurt“(1939) ve „Gökbörü“ (1942) gibi dergilerde öteki olarak görülen Kürtleri nasıl yok edebileceklerini tasarlıyordular. Yukarıda adı geçen dergilerin künyelerinde ise „Türk ırkı bütün ırklardan üstündür“ yazılıdır. (bkz. Nihal Atsız, Yirminci asırda Türk meselesi I, Makaleler, c.3 ve Reha Oğuz Türkkan, Türkçülüğe giriş, Türk milliyetçiliğinin üzerinde duracağı meseleler,1940).

1925 Kürt milli hareketinin bastırılması ve sonrasında Kürt kimliği yerine, hırsız, şaki, asi, isyancı, eşkiya, bölücü, vatan haini, ingiliz işbirlikçileri, gerici, dünyadan habersiz olanlar,cahiller, gerici feodallere, ağalara, şeyhlere, seyitlere bağlı olanlar vs. gibi hakaretlerle, küfürlerle dolu çeşitli aşağılayıcı sıfatların kullanılmasi uygun görülmüştü. Kürt kimliğini ifade eden Kürt ve Kürdistan kavramlarının cezai tedbirlerle yasaklanmaları sağlanarak, bu kavramlar kullanılmadan Kürtlere karşı her türlü aşağılayıcı hakaretin yapılması serbest bırakılmıştı. Örneğin; 1925-1940 yılları arasında Kürdistan’da ortaya çıkan Kürt milli hareketlerinde „Kürt ve Kürdistan“ kavramlarının kullanılmamasına dikkat edilerek, bunun yerine önemli Kürt şahsiyetlerinin ismi veya bölge ismi ile anılmaları öngörülmüştü. Şeyh Sait isyanı, Ağrı isyanı, Dersim isyanı vs. gibi isimler tercih edilmişti. Yine savaşa katılan Kürt savaşçıları ise „çapulcu, Hırsız, padişahlığı-şeriatı isteyen gericiler, asiler, şakiler ve eşkiyalar gibi isimlerle kamuoyuna taktim edilerek, propaganda edilmişlerdi. Ki buna benzer siyasal zihniyeti hala Ankara yönetimi tarafından yönlendirilen Türk kamuoyunda ve Türk medyasında görmek mümkündür.

Tamamıyla Kürt ulusal haklarını elde etme amacıyla ortaya çıkan 1925 Şeyh Sait Kürt milli hareketi, bağımsız bir Kürdistan devletini kurma niyetiyle başlamıştı. Örneğin İstiklal Mahkemesi’nin karar bölümünde de Kürdistan’ın bağımsızlığına dikkat çekilerek, şunlar dillendirilmişti; ”..hepiniz bir noktaya yani müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz. Senelerden beri düşündüğünüz ve tertiplediğiniz umumi isyanı ayaklanmayı yaparak bölgeyi ateş içinde bıraktınız…”(Ergün Aybars, İstiklal mahkemeleri). Kürt devletini engellemek için 1925’te Kürdistan’da kurulan İstiklal Mahkemesi baş savcılarından Ahmet Süreyya Örgeevren ise şunları açıklamaktadır: “Şeyh Sait isyanı denilen o köklü dallı budaklı ayaklanma, bir zamanlar sanıldığı ve denildiği gibi, cahil, geriye, kötüye bağlı, sapık dinli ve çarpık şuurlu bir insanın şahsi bir endişe veya maksadıyla meydana gelmiş bir isyan değildi. Fakat asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerinin maksat ve gayesi bakımından ise, tastamam bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devleti ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey değildi” (bkz. A. Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi).

Sonuçta Türk yönetiminin işgal ve sömürge politikalarına karşı 20.yüzyılın ilk çeyreğinde çocuklarının ve torunlarının özgürlüğü için mücadele etmiş olan Kürt Şeyhleri, Seyitleri yani Kürt liderleri Şeyh Sait, Seyit Rıza ve onlarla birlikte hareket eden binlerce Kürt 1925-1940 yılları arasında Kürdistan adında bir ülke, Kürdistan adında bir vatan ve Kürtlerin özgürce kendi ülkelerinde yaşamaları için verdikleri mücadelelerden dolayı, Türk yönetimi tarafından acımasızca soykırıma tabi tutularak katledildiler. Ankara yönetimi, 1925’ten itibaren sömürge Kürdistan’da olağanüstü güvenlik tedbirleriyle idari hakimiyetini asimilasyon programları dahilinde Türkçülük ideolojisiyle yönlendirirken, diğer taraftan son dönem Kürt tarihini yakından ilgilendiren bütün olayları ve olaylarda rol oynayan kesimleri -şahsiyetleri resmi devlet ideolojisinin yani Türk ırkçılığının çıkarlarına uygun söylemlerle- doğru olmayan bilgilerle propaganda mahiyetinde kamuoyuna sunmayı gerekli görmüş veya Kürt ulusunu ve Kürtleri ilgilendiren bütün tarihi değerlerle birlikte tabu haline getirilmelerini sağlamaya çalışmış idi.

Kürdistan’daki soykırımlarda rol alan ve zorunlu Kürt göçertmelerini doğrudan doğruya tanzim ederek, Kürdistan’da etnik temizlik yapan kadrolar ise,Türk tarih araştırmalarında birer kahraman olarak ilan edilmişti. Türkiye’yi kuran kadrolar, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uyguladıkları asimilasyon programlarıyla, Kürdistan’da yaşayan bütün Kürtlere, Türk aidiyet duygusunu vermek, Türkçülüğü aşılamak, “vatandaş, Türkçe konuş” sloganıyle ortaya çıkan zorunlu uygulamalarla Kürtlere, Türkçeyi öğretmek, ortak dil yoluyla (Türkçe ile) Kürtleri, Türklerle aynileştirip,Türklerle kaynaştırma-Türk unsuru arasında eritme siyaseti izlemişler idi. 20.yy.’ın ilk çeyreğinden itibaren Türk unsurunun çıkarları dahilinde Kürdıstan’da sınırsız bir egemenlik kurmaya çalışan Türk yönetimi, sadece Türk unsurunu esas alan misak-ı milli taslağında tanımlanan sınırlar dahilinde „tek bir ulusa ait, tek bir vatan“ yaratma ideolojisiyle, Kürdistan’ı, Türklüğün ve Türkiye’nin bölünmez bir parçası haline getirme siyasetine zemin hazırlayarak, bu siyasi yaklaşımlarla kamu idaresini ilgilendiren hukuki,siyasi ve sosyal anlamda Türk idari yapısının Kürdistan’da yerelselleştirilmesine geçerlilik kazandırmaya çalışıyordu.

Türkiye yönetimi, kuruluşundan itibaren, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Kürtleri yoketme merkezi olarak kullandığından,Türk siyasal partilerinin birer üyesi ve Türk milletinin bir parçası olarak seçilen Kürt kökenli mebuslar, Türklüğü kabul ettikleri için/onları Türk telaki ederek, Türk milletini temsil eden meclise mebus olarak kabul etmiştir/etmektedir. Yaklaşık yüzyıldır “Türk milletinin” çıkarları adına Kürdistan’da, Kürtleri yoketmek için soykırım, asimilasyon, iskan ve tehcir etme politikalarını Ankara merkezli Türkiye Meclisi üzerinden uygulayan Türkiye yönetimi, hala Türk siyasal partileri aracılığıyla, Kürtleri, Ankara meclisine kanalize etme siyaseti izlemektedir.Türkçü kadrolar tarafından yönlendirilen Türk basını ve Türk muhafazakar aydınları Ankara yönetiminin 1925’te Kürdistan’da gerçekleştirdiği soykırım, tehcir, asimilasyon ve zulümleri inkar ederek, İngilizlerle işbirliği yapan cahil ve gerici halk kavramlarını kullanmayı tercih etmişler idi.

1925 ve sonrasındaki tarihlerde sömürge Kürdistan’da acımasızca Kürt çocuklarını, yaşlılarını, kadınlarını ve gençlerini tehcir, asimilasyon ve soykırıma tabi tutan Ankara merkezli Türkiye yönetmi, yaşamda kalan her Kürt yaşlışının, gencinin ve çocuğunun arkasında gözyaşlarıyla dolu felaketleri anlatan yaşanmış hikayeler bırakmıştı/ bırakmaktadır.


Print