|
Güvenlik alanları ve infilak riski
|
2016-01-22 11:33
|
Ali Bayramoğlu
|
|
Bir ülkede şu ya da bu nedenle kamu düzeni bozulup toplumun merkezinde silahın, önlemin, tehlikenin egemen olduğu “daimi güvenlik alanları" oluşmaya başladığı zaman, insan hakları, temel hak ve özgürlükler açısından da sorunlar başlar.
Siyasi sorumluluk açısından gözler ve parmaklar, “yasal fiziki şiddet tekeli"ni elinde tutan, bunu hukuk kurallarına göre uygulamak zorunda olan devlete, kamu otoritesine döner. Her ihlalde, her kaçakta, her ölümde bu durumun filli sorumlusu olsa da olmasa da soru ona yönelir. Özellikle tedbirler dolayısıyla sivillerin zarar görmesi, hak ve özgürlüklerinden mahrum kalması durumunda, tüm şüpheli, şeffaf olmayan hallerde sorunun şiddeti artar.
Temmuz ayından bu yana, Türkiye Güneydoğu illerinde bir kez daha böyle bir evreden geçiyor.
Bu bölgede yaşananlara dair “devlet bilinçli ve planlı katliam politikaları yürütüyor" gibi propaganda kokan kimi açıklamaları, keskin inançlı ortalama solcu hurafelerini bir kenara bırakacak olursak, bizde de güvenlik alanlarındaki kimi hak ihlali görüntüleriyle ilgili soruların devlete yönetilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Nitekim öyle oluyor.
Bu, uzun süreli güvenlik alanlarının sistemin karşısına çıkardığı faturanın birinci kalemidir.
Güneydoğu"nun kimi yerleşim alanlarında sağlık, gıda, eğitim imkanlarını sınırlayan sokağa çıkma yasakları, kimin elinden çıkarsa çıksın sivil ölümleri, tahrip edilen konutlar, ortada kalan cesetler, tüzel kişiliği itibariyle attığı her adımdan ve bunun sonuçlarından ve genel iklimden sorumlu, devlete yönelik soru ve suçlamalara dönüşüyor. Çatışmaların sorumlusunun Kandil olması, hak gasplarının ve ihlallerin onların stratejisinden ürüyor olması, bu mantığı değiştirmiyor. Güvenlik alanları uzun süreli oldukça bu sorunların artacağı da muhakkaktır. Yine de, işin bu kısmı faturanın en hafif kalemini oluşturuyor.
Mesele sadece sorularla değil, sonuçlarla da ilgilidir. Bir çatışma alanında sivillere çıkan her bedel, hele Kürt sorunu gibi bir mesele söz konusuysa o bölge halkıyla devlet arasına mesafe koyar. Süreli güvenlik alanları varlığının yarattığı ikinci fatura da budur. Çatışma alanındaki insandan her zaman rasyonel, tarafsız, sağlıklı muhakeme yapması, sorumluyu tespit etmesi ve ona karşı tavır alması beklenemez. Bellek, öfke, güç, devletin silahlı ve şiddet kullanan temsili, bunun süreli bir görünüm kazanması toplum-devlet ilişkilerini zehirler. Devletin ve siyasi iktidarın önündeki ana meselelerden birisinin bu muhtemel sosyolojik ve politik sonuç olduğuna şüphe yok.
Faturanın üçüncü kalemi ise en ağır, riskli ve kritik bölümüdür.
Toplumsal alan vasfından çok güvenlik alanı vasfı taşımaya başlayan yerleşim yerlerinin, uzun süreli güvenlik alanlarının varlığı, (olduğu kadarıyla) hukuk devletinin tabiatını da bozucu etkiler yapar. Güvenlik bölgeleri, olağanüstü haller, sıkı yönetim rejimleri pek demokratik ülkede öngörülen istisnai siyasi karar mekanizmalarının etkileşim, paylaşım, katılım üzerine kurul olması gereken doğalarını tahrip ederler. Hukuk kurumlarını değil, güvenlik kurumlarını asli oyuncu haline dönüştürürler.
İtalyan siyaset felsefecisi Giorgio Agamben, Le Monde gazetesinde, Fransa"daki olağanüstü hal tartışması vesilesiyle “Hukuk devletinden güvenlik devletine" başlıklı bir makale yayınlandı.(*) “Uzun süreli bir olağanüstü hal rejimi altında yaşayan, güvenlik operasyonlarının tedricen adalet erkinin yerini aldığı bir ülkede, kamu kurumları çabuk ve geri dönüşsüz bir biçimde bozulur" diyordu Agamben. Bir zamanlar “hikmet-i hükûmet" dediğimiz şeyin yerini “güvenlik hikmetleri"nin aldığı" söylüyor, günümüzde güvenliğin, terörist eylemleri engellemek kadar, insanlarla genel ve sınırsız bir denetim getiren yeni bir ilişki kurmayı hedeflediğini belirtiyordu.
Türkiye, Fransa değil. Olağanüstü halleri, asayişçi mantığı devletin genlerinde bulunan bir ülke.
Bununla birlikte son dönemlerde yaşadığımız kimi gelişmeler, karşılaştığımız kimi söylemler, uygulamalar, soruşturmalar ifade özgürlüğünü boğan Kürt sorunu politikası, bunları akla getiriyor, belki de işaret ediyor.
Türkiye Temmuz sonrası safhayla ilgili yaşananlarda haklı olabilir.
Ne var ki, haklılık durumu değiştirmiyor, riskleri ortadan kaldırmıyor, otoriterlik kokusunu bu diyarda uzak tutmak zorundayız.
Demokratik siyaset kapılarını zorlamak gerek. Kürt meselesinin çözümü, demokrasi açısından tek çıkıştır...
(*)Haldun Bayrı tarafından Türkçe"ye çevrilen makale mediyascop.tv sitesinde da yayınlandı.
------------------------------------------------------
Yeni Şafak-22 Ocak
|
|
|
|