2024-03-19
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Kemal Burkay
 
Gezi Parkı olayları ve AK Parti’nin dünden bugüne değişen politikaları
2013-06-14 12:31
Kemal Burkay
Gezi Parkı olayları başladığında buna ilişkin görüşümü yazmıştım. Bu parka topçu kışlası yapılmasını yanlış bulduğumu söylemiştim. 3. Köprünün yapımını, hele ona Yavuz Selim’in adının konmasını da.

Olaylar 17. Gününü doldurdu ve başta Ankara, İzmir olmak üzere gösteriler diğer birçok kente yayıldı. Birçok yorumcunun işaret ettiği gibi bu eylemlerin tek nedeni Gezi Parkı değil elbet. Başbakan Erdoğan’ın öteden beri dikkati çeken buyurgan dili; sanat, kültür, özel yaşam dahil, her alana müdahale etmesi ve hükümetin, kamuoyunun tepkilerine aldırmayan bazı uygulamaları toplumda, en azından belli kesimlerde rahatsızlık yaratmakta.

Örneğin Başbakan’ın Kars’taki heykele “ucube” deyip bunu kaldırtması… Çamlıca tepesine cami yaptırma girişimi… Kürtajı yasaklama çabası… Her kadına üç çocuk önerisi… Cem evlerine cümbüş evi demesi ve Alevilere camiyi göstermesi… Birilerini “Zerdüşti” diye suçlaması… Alkol satışı ve kullanımına ilişkin yasanın, tartışılmadan, alel acele parlamentodan geçirilmesi… Ülkenin değişik bölgelerinde yerel halkın yaygın tepkilerine rağmen doğayı tahrip eden HES’lerin yapımındaki ısrar…

Bir ülkenin başbakanı elbet ülkenin yönetiminin de baş sorumlusudur. Kimse ona herhangi bir işe karışmasın diyemez. Ama yapılacakları bir başına, aklına estikçe değil, kurumlarla, uzmanlarla, yani işin ehliyle birlikte düzenleyip yaptırmalı. Kitlelerin talep ve itirazlarına kulak vermeli.

Söz konusu heykeli dikmek gibi, yıktırmak da Başbakan’ın işi değildi. Buna ilgili belediyeler ve sanat uzmanları karar vermeli.

Çamlıca Tepesi gibi İstanbul’un ormanlarla kaplı bir tepesini yolup oraya dev bir cami yaptırmak çok mu gerekli? İstanbul’da namaz kılacak cami sıkıntısı mı var?

Kürtaj gibi, tüm demokratik ülkelerde bir hak olan ve kadın özgürlüğünü ilgilendiren bir konuda, konuyu kamuoyunda tartışmaya bile açmadan böylesi buyurgan bir dil doğru mudur? Benzer 3 çocuk yapma önerisi de.

Cem evlerinin ne olup olmadığına, Alevilerin tapınak diye nereye gideceğine bu ülkenin başbakanı mı karar verir?

Günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde Zerdüşti var mı, bilmiyorum, ama bu ülkede kaldığını sanmam. Yezidi (Êzdi) inancının kökeni Zerdüştiliğe dayansa bile, zaman içinde çok değişime uğramış farklı bir inanç. Kaldı ki birilerinin inancı Êzdi de olabilir, doğrudan Zerdüşti de, bunda ayıplanacak ne var? Zerdüştilik dünyanın ilk düalist (iki tanrılı) inancı idi ve tek tanrılı dinlere kaynak oldu. Yani o, dinler tarihinde önemli bir evrimi temsil eder.

Bundan da ötesi, günümüzde insanların inancını tartışmak, birilerini inançlarından dolayı kınamak, bırakın bir ülkenin başbakanı için, sıradan bir yurttaş için bile ayıptır. İnanç alanı tartışılmaz. İnanç adına yapılanlara (ayin vs.) başkalarına zarar vermedikçe, başkalarının özgürlüğünü engellemedikçe saygı gösterilir.

Ama belli ki, Sayın Başbakan’ın ve arkadaşlarının benimsediği İslami inanç değerleri, ülkeye düzen vermekte de onlara yol gösteriyor veya etkili oluyor. Belli muhalif kesimleri suçlarken yapılan “Zerdüşti” suçlamaları, Alevilere ilişkin yargı ve öneriler… Kürtaja karşı tutum ve içkiyi engellemek için gösterilen çabalar da. İçkiye ilişkin tutumun nedeni salt gençliğin ve genel olarak yurttaşların sağlığı kaygısı değil, besbelli İslami değerler de işin içinde.

Başbakan’ın, “dindar bir nesil yetiştireceğiz” diye belirlediği toplumsal proje de bunun ürünü.

Elbet her yurttaş gibi bu ülkenin başbakanı da mensup olduğu dini inancı özgürce yaşama hakkına sahiptir. Yani o Müslümanlığa uygun biçimde oruç tutma, namaz kılma, hacca gitme vb. vecibeleri yerine getirebilir, bundan doğal bir şey yoktur. Dindar olmak ve dindar biri gibi yaşamak onun da hakkıdır. Ama o, ülkenin başbakanı olduğunu, inanç bakımından çok renkli bir ülkeyi yönettiğini de unutmamalı. Bu ülkede Sünni Müslümanların yanı sıra 15 milyon dolayında Alevi, ayrıca Hıristiyanlar, Museviler, Êzdiler ve hatta –sayılarını tam bilemesek bile- dindar olmayan epeyce insan, yani ateistler de var.

Ülkeyi yönetenler bu gerçeği gözeterek yönetmeli. Herhalde, “bu ülkenin çoğunluğu Sünni Müslüman, öyleyse onların dediği olacak” denemez. Yönetenler, kendi inançları ne olursa olsun, başkalarının inancına da saygılı olmalılar. Ülke yönetimine kendi inanç değerlerine göre biçim vermeye kalkmamalılar.

Öyle olunca, “dindar gençlik yetiştireceğiz” ne demek? Bu dindar gençliğin yaşam tarzı ne olacak? Tümü de alkole ağız sürmeyi günah mı sayacak? Kızların tümü de türban mı örtünecek? Farklı dinden olan veya dindar olmayan kesimlere kötü gözle mi bakılacak, onlar da bu eğitim çarkından mı geçirilecek?

Bu, Kemalistlerin Cumhuriyet dönemi boyunca izledikleri tek tip yurttaş yetiştirme projesinin bir benzeri değil mi? Bu kez Kemalist gençliğin yerine dindar gençlik mi?..

Yanlış işte burada. Yöneticilerin toplumun çok renkli yapısını yok etme, her şeyi kendilerine benzetme çabası. Oysa çağdaş, demokratik bir ülke çok renklidir. Demokrasi ve özgürlük de bu çok renkliliğe, farklara saygı göstermeyi içerir.

AK Parti’nin on yıllık yönetim dönemi gösterdi ki Sayın Başbakan’ın yönetim tarzı pek de buna uygun değil ve sorun çıkaran da budur. Elbet bu, kendine özgü bir yönetim tarzı ve üslubu olsa da, sadece Başbakan’ın değil, bir bütün olarak AK Parti’nin sorunudur.

AK Parti’nin sahneye çıkmasından itibaren, onun seçimleri kazanmasından ve ülkeyi yönetmesinden endişe duyan küçümsenmeyecek bir kesim vardı. Zaman içinde AK Parti hükümetinin bazı söz ve uygulamaları bu endişeleri arttırdı.

Malum, daha baştan itibaren, Kemalist elit, siyasi kurumları, ordusu, sivil bürokrasisi, medyası ve iş adamları ile, topluma “şeriat tehlikesi” fobisini pompalayarak AK Parti iktidarını engellemeye çalıştı. Ardından, darbeler bile planlayıp onu hükümetten uzaklaştırmak istedi. Ama başaramadı. Hem AK Parti dik durdu, hem de ülkenin demokrasi ve özgürlük isteyen, statükoya karşı çıkan kesimleri, aydınlar, bu yaygara ve tehditlere aldırmadılar, hükümete destek verdiler. ABD ve AB de bu kez cuntalara yeşil ışık yakmadı. İşte AK Parti bu iç ve dış destekle ayakta durdu, askeri vesayeti geriletti ve küçümsenmeyecek bazı reformlara imza attı.

Bu aşamada biz de cuntacı, militarist ve Ergenekoncu kesimlere, statükoya karşı tavır aldık, AK Parti’nin attığı olumlu adımları destekledik.

Bu dönem AK Parti’nin bir dereceye kadar mazlumların safında ya da yanında olduğu bir dönemdi. 2000’li yıllara kadar iktidarı tekelinde tutan, bu iktidar elinden kaydığı ya da riske girdiği dönemlerde ise darbelerle yeniden balans ayarı yapan Kemalist elit, İslami hareketi zaman zaman şeriatçılık ve gericilik sayıp karşısına alsa, Komünist hareket ve Kürt hareketi gibi bir tehlike saysa da, zaman zaman da onu bir yedek güç, bir stepne olarak kullandı. Ama ona ülkenin yönetimini, yani direksiyonu emanet etmeyi hiç düşünmedi. Nitekim Erbakan ve partisinin varlığına ve zaman zaman iktidarı bir ucundan tutmasına göz yumulsa da kendisine baş aktörlük hiçbir dönemde uygun görülmedi. Son olarak Erbakan bir koalisyon hükümetinde başbakan olmayı başardıysa da kısa sürede, 28 Şubat darbesiyle alaşağı edildi.

Refah Partisi’nden ayrışarak ortaya çıkan ve iktidar yürüyüşü sırasında Kemalist elit tarafından önü kesilen, hırpalanan, tehdit edilen, kapatılmak istenen, lideri bir şiir nedeniyle tutuklanan AK Parti, tüm bu nedenlerle mazlumlarla bir süre yan yana düştü ve militarist rejimle boğuşurken içerde önemli kitle desteği aldı. Dışarıda da, soğuk savaş sonrası artık darbelere ihtiyacı kalmamış olan ABD ve AB’den destek gördü. O da hem kendi yararına olduğu hem de kitle desteği almak için bazı demokratik adımlar attı, cuntacılara karşı direndi, askeri vesayeti geriletti, TRT-6 gibi Kürtleri memnun edecek adımlar attı, 30 yıldır süren çatışma sürecini sona erdirmeye çalıştı.

Bu onun reformcu yüzü idi. Öte yandan bu süre zarfında güç dengeleri değişti. AK Parti polisi, MİT’i, askeri bürokrasiyi önemli oranda kontrolü altına aldı. Yargıda yaptığı reformlarla kendisine karşı olan Kemalist tavrı zayıflattı. Böylece AK Parti, hükümet olmaktan iktidar olmaya doğru önemli bir dönüşüm geçirdi. Ayakları yere daha sağlam basar oldu ve artık tehlikeyi savuşturduğunu düşündü. Öyle olunca da daha önce desteklerine gerek duyduğu bir kısım iç ve dış müttefikleri eskisi kadar önemsemez oldu. Geçmişten beri sahip olduğu değerler ve gönlündeki toplum tasarımı yönünde bir uygulama için koşulların artık uygun olduğunu düşündü. Yukarda bir bölümüne değindiğim söz ve uygulamalar bunun ürünü.

Bu İslami değerler Hükümet’in dış politikasına da yansıyor. İsrail’le köprüleri atarken, AB ile üyelik sürecini gevşetirken İslam dünyasının ağabeyliğine soyunuyor. Buna paralel olarak Osmanlı’yı öne çıkarıyor, ona özeniyor. İslam dünyasında ise, yaşanan Sünni-Şii saflaşması ve son Suriye olaylarının etkisiyle Türkiye bir taraf durumuna geldi.

Oysa akıllıca bir dış politika içerde ve dışarıda barışçı ve demokratik ilişkileri esas almaktır. AB üyeliği demokrasi standartlarını yükseltmenin koşuludur. Arap ülkeleri ile ilişkiler de, Osmanlının varisi veya bir ağabey anlayışıyla değil, iyi komşuluk ve karşılıklı yarar üzerine kurulmalı; aynı zamanda bu ülkelerdeki demokratik gelişmeler gözetilerek, buna yönelik süreçlere destek verilerek yürütülmeli.

Öte yandan, AK Parti politikalarına yön veren etkenlerden biri zaten bu hareketin genlerinde var olan İslami değerler ve buna uygun toplum tasarımı ise diğer bir etken de onun bu 10 yıllık süre içinde aynı zamanda ülkenin ekonomisini yönetiyor olmasıdır. Yani AK Parti yalnız siyasal olarak değil, ekonomik anlamda da devletin ve sistemin yöneticisine dönüştü. Bu gelişen ekonomi neo liberalizm rüzgarından da güçlü biçimde etkilenen bir ekonomidir ve iktidar partisi, gündeme gelen önemli yapım projeleriyle birlikte büyük ölçekte rant dağıtımı olanaklarına sahiptir.

Bir başka deyişle, AK Parti aynı zamanda ekonomi çarkının direksiyonundadır ve bu onun politikalarını etkiliyor. O artık çoğunluğu yoksul olan kent varoşları mensuplarının ve kır sakinlerinin değil, hızla yükselen ve aynı zamanda kendisinin desteğiyle yükselen, “Anadolu kaplanları” denen orta ve üst yeni sermaye kesiminin de partisidir. Bu da ister istemez sermaye grupları arasındaki çekişmelerde bir rol üstlenmesini birlikte getiriyor. Bu çekişmeler son Gezi olaylarına da yansıdı ve hükümet bazı sermaye gruplarını eylemleri kışkırtmakla suçladı, onları “ümüklerini sıkarız,” diye tehdit etti. Hükümetin medyayı da bu tür baskı ve tehditlerle hizaya getirmeye çalıştığı ve önemli oranda getirdiği de bir sır değil.

AK Parti bakımından siyasal ve ekonomik alandaki söz konusu iki temel değişim, onu mazlumların yanından egemenlerin safına yükseltti, hem devlet çarkının hem ekonominin dizginlerini eline aldı. Bu da AK Parti politikalarındaki temel değişimlerin nedeni oldu ve onu kitlelerden uzaklaştırmakta.

Bütün bunların sonucu olarak AK Parti, gelinen aşamada ve demokrasi geleneğinin pek güçlü olmadığı bu ülkede, kitlelere ters düşen, onların tavrını önemsemeyen işler yapıyor. Gezi Parkı’ndaki barışçı kitle hareketini şiddetle engelleme çabası da bunun son örneği oldu ve beklenmedik yaygın tepkilere yol açtı.

Bunda elbet iç politikada rakipsiz olmanın yol açtığı durumun, yani gücün yarattığı baş dönmesinin de payı var. Muhalefet partilerinden MHP soğuk savaş döneminden kalmış umutsuz bir vaka, tipik bir statüko bekçisi. İdeolojisinin vakti çoktan geçmiş olan, sırtında geçmişin tek parti uygulamalarının ağır kamburunu taşıyan ana muhalefet CHP’nin ise demokrasi ve değişim yönünde hiçbir ciddi projesi yok, statüko bekçiliğinde nerdeyse MHP’den bile katı. Böyle bir muhalefetin Türkiye’de değişime öncülük etmesi, umut olması beklenemez.

Böyle bir durumda bu ülkenin özgürlük ve değişim isteyen kitleleri, demokrasi yanlıları ne yapmalı? AK Parti’nin kendilerini tedirgin eden uygulamalarına karşı seslerini yükseltmek elbet yapılması gerekenlerden biridir ve bir haktır. Ama daha ileri hedefleri gözetmeliyiz. Kürt sorununun adil bir çözümü için, Alevilerin meşru haklarının tanınması için, gerçek bir laiklik için, kadın haklarını, işçi haklarını korumak ve genişletmek için, yeni ve çağdaş bir anayasa için mücadele etmeliyiz. Özetle, bize düşen daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha iyi bir çevre ve daha geniş sosyal haklar için çaba göstermektir. Bunun için elbet barışçı eylemler ve örgütlülük gerekli.

Hükümet değişecekse böyle değişecek. Şimdi ne denli güçlü görünürse görünsün, değişime ayak uyduramayan ve kitlelerin haklı taleplerine karşı direnen bir hükümet eninde sonunda kitle desteğini yitirir ve gider.

Peki bu durumda AK Parti nasıl gidecek? Açık konuşalım, bir devrimle mi, yoksa sandıkta ve seçmen oyuyla mı?

Bazı kesimlerin şu anda Gezi Parkı direnişinin tetiklediği gösterileri abartıp bundan devrim beklemelerinin hiçbir ciddi tarafı yok. Türkiye solu, sosyalist sistemin henüz ayakta, kendisinin de en güçlü olduğu, iyi kitle bağlarına sahip olduğu 12 Eylül öncesinde bile güçlerini birleştirip devrimci bir değişim için halka öncülük etmeyi başaramadı. Şimdi, marjinal duruma düştüğü şu bölük-pörçük haliyle mi bunu yapacak?

Son olaylarda etkinlik kurmaya çalışan ve bir kez daha devrim düşü gören marjinal sol grupların yanı sıra, daha düne kadar bir askeri darbe tezgahlayan veya böylesi bir darbeden medet bekleyen kesimlerin de yeniden umuda kapıldıkları görülüyor. Bunlar olayların büyüyüp çığırından çıkmasını, ortalığın bir yangın yerine dönmesini canı gönülden istiyor ve bunun için çabalıyorlar. Böylece ülke yönetilemez hale gelecek ve belki de yeniden birilerine, geçmiş darbelerde olduğu gibi, “vatan ve milleti kurtarma” işi çıkacak!..

Tüm olup bitenlerden sonra bu iş elbet kolay değil; ama can çıkmadıkça huy çıkmaz…

Gösterilerde atılan sloganlardan biri de hükümetin istifasına ilişkin. İyi de hem bu hükümetin istifa etmeyeceği belli, hem de o istifa etse yerine kim gelecek, CHP ve MHP’mi? Bunlar yüz yüze olduğumuz sorunları mı çözecekler, ülkeye barış ve demokrasi mi getirecekler? Bu iki partinin böyle bir derdi yok. Aksine yıllardır en basit reform çabalarının önüne dikilenler onlar. Militarist kesimle birlikte bugünkü durumun baş sorumluları da onlar.

Belli ki Gezi olaylarının tetiklediği bu gösterilerden, eğer bir darbe, yanı karşı devrim çıkmazsa, ne herhangi bir devrim çıkacak ne de AK Parti hükümetinin yerini reformcu bir hükümet alacak. Böyle bir şans yok.

Ama Türkiye’nin değişime, sorunlarını çözmeye, kitlelerin de özgürlüğe ve demokrasiye şiddetle ihtiyaçları var. Geçmişteki nice kitlesel, anlı şanlı parti bu gereği kavramadıkları, buna karşı direndikleri için ya sahneden tümüyle silindiler ya da etkisiz hale geldiler. AK Parti 2000’li yılların başında bir alternatif olarak sahneye çıktı, kitle desteği aldı ve olumlu yönde bazı reformlar yaptığı için de bu kitle desteği on yıldır sürmekte. Ama o da bir süredir durdu ve yanlış şeyler yapıyor. Eğer böyle devam eder, AK Parti değişimi kavramaz, gereğini yapmaz, üstelik bu tür yanlış uygulamalarla kitlelere ters düşmeyi sürdürürse, onun da kitlelerin güvenini yitireceğinden şüphe olamaz.

Bu durumda AK Parti’nin içinden ve dışından seçenekler mutlaka çıkacaktır. Bunlar değişimi kavrayan ve gereğini yapmaya talip olan liderler ve partiler olacak.

Türkiye bir Esat Suriyesi, bir Kaddafi Libyası ve Mübarek Mısırı olmadığı için de en muhtemeli ve makulu, bu ülkede değişimin sandıkta yani seçmen oyuyla olmasıdır. Sandığın yolu kapanmadıkça halka güvenenlerin yapması gereken budur.

Besbelli demokrasi salt dört ya da beş yılda yapılan seçimler değildir. Kitlelerin hükümete seslerini ve taleplerini duyurmak, yapılanlara itiraz etmek ve bu amaçla gösteriler düzenleme hakkı var. Ülkeyi sandıktan aldığı yetki ile yönetme hakkı gibi, yönetirken kitlenin sesine kulak verme, azınlığın haklarına saygı gösterme de demokratik bir yönetimin olmazsa olmaz koşuludur. Çağımız demokrasilerinde bu tür katılımcılığın örnekleri çeşitlidir.

Barışçı gösteriler demokrasilerde temel bir haktır. Gezi Parkı’nda, başlangıçta bir çevre hareketi olarak ortaya çıkan gösteriler de bu türdendi. Ne yazık ki hükümet, geçmiş dönemden süregelen bir alışkanlıkla buna katlanamadı, bu barışçı gösteriyi biber gazı da kullanarak şiddetle dağıtmak istedi. Bu ise kamu vicdanında derin tepkilere yol açtı, toplumun biriken öfkesini harekete geçirdi. Olaylar yer yer çığırından çıktı.

Öte yandan, bu gösteriler sırasında, başka benzerlerinde de olduğu gibi, taş ve molotof kokteyli atan, cam-çerçeve kıran, otomobil yakan, böylece işi vandalizme vardırıp çevreye ve insanlara zarar veren grupların yaptığı ise onaylanamaz. Bu tür bir şiddet haklı bir davaya sadece zarar verir ve bu olayda da öyle oldu. Ama ileri demokratik ülkelerde de kendiliğinden patlak veren, iyi denetlenemeyen kitlesel olaylarda bu tür amaçsız şiddet kullanan lumpen ve vandalist gruplar ortaya çıkıyor. Bunların tutumunu direnişin bütününe mal etmek haksızlık olur. Güvenlik güçlerinin böylesi gruplara karşı tedbir alması ve onların vereceği zararları önleme çabası, kullanılacak güç orantılı olmak koşuluyla, elbet doğal ve gereklidir. Ama yönetim ve güvenlik güçleri bakımından asıl ustalık, olayların çığırından çıkmasına yol açacak yanlışları yapmamaktır. Son olayda da eğer barışçı gösterilere karşı şiddet kullanılmasaydı, muhtemelen olaylar bu dereceye varmayacaktı.

Tüm bu olup bitenlerden sonra Hükümet artık yaptığı yanlışları sürdürmemeli, Gezi Parkı’na topçu kışlası yapma inadından vazgeçmeli. Son olarak gündeme getirilen halk oyuna başvurma elbet mümkün. Ama kanımca bunun için geç kalındı. Bu kez, muhtemelen sağlanacak çoğunluk oyu ile oraya kışla yapmak, yanlışta ısrar etmek olur. Çünkü Hükümet, oraya topçu kışlası yapma girişimini kitlelerden gelen bir talep nedeniyle başlatmadı, kimsenin böyle bir derdi yoktu.

3. Köprüyü yapma çabası da bence yanlış. O da geniş bir yeşil alanı yok edecek, doğaya zarar verecektir. İstanbul trafiği geniş bir metro ağı, tüp geçitleri ve toplu ulaşımla sağlanmalı. Ama ille de yapılacaksa ona Yavuz Selim’in adı konmamalı.

Munzur’a, Harçik’e ve benzer yerlere hidroelektrik santralleri kurma sevdasından da vazgeçilmeli. Bunların sağlayacağı elektrik enerjisi, yok edecekleri tarihi ve doğal güzelliklerin, bozacakları doğanın yanında hiçtir.

Hükümet iyi işler yapmak istiyorsa bunlar yeterince var. Yeni ve çağdaş, ademi merkeziyetçiliğe, anadilde eğitime, yeni ve herkesi kucaklayan bir vatandaşlık tanımına da yer veren, gerçekten demokratik bir anayasa…

Anti demokratik yasaların ve hükümlerin ayıklanması…

Seçim barajının kaldırılması, nisbi temsil sisteminin getirilmesi…

Zorunlu din dersinin kaldırılması, Diyanet İşleri Teşkilatının anayasal ve resmi bir kurum olmaktan çıkarılması; yani laiklik yönünde adımlar…

Mayınlı alanların temizlenmesi; Türkiye-Suriye sınırındaki mayınlı alanların topraksız köylülere dağıtılması…

30 yıllık çatışma döneminde köyleri yakılıp yıkılarak sürgüne zorlanan milyonlarca Kürt köylüsünün dönüşünü kolaylaştıracak tedbirlerin alınması, yaralarını sarmak için zararlarının tazmin edilmesi…

Kentleri beton yığınlarına, gökdelen tarlalarına çeviren projeler değil, parkları, yeşil alanları, sosyal tesisleri ile soluk alınır bir kentleşmeyi yaratmaya yönelik projeler…

Zengini daha zengin eden rant alanları yaratmak için değil, yoksul, emekçi ve dar gelirlilere iş ve sosyal yardım olanakları sağlamaya uygun projeler…

Sağlık ve eğitim alanına daha çok yatırım…

Özetle insanı, hayvanı ve bitkisi ile tüm canlıları; toprağı, denizi ve atmosferi ile bir bütün olarak dünyamızı gözeten projeler…

Sonuç olarak hükümet, Gezi Parkı sorunundan çıkıp yaygın kitle gösterilerine dönüşen bu olayları doğru yorumlamalı ve bundan ders çıkarmalı. Olayları, birtakım istihbarat birimlerinin verdiği bilgilerle, iç ve dış komplolara bağlamak kolaycılıktır, gerçekten kaçmadır. Bu, geçmişte de sıkça başvurulan bayat bir yöntemdir.

AK Parti kendisini uyaran, yanlışlarını yüzüne vuran herkesi yeminli karşıt, ya da kötü niyetli saymamalı.

Yanlışı görmek ve ondan dönme basiretini göstermek bir erdemdir. AK Parti bunu yapabilirse, hem kendisi, hem de herkes için iyi olur.

14 Haziran 2013

Print