2024-03-19
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Gülsen FEROĞLU
 
Bitter mi cidden, geçmeyen gibi
2017-12-21 11:46
Gülsen FEROĞLU
Sen, benim kanayan yaram sen de; onlarca er Tayfun Kavun (26), onlarca gerilla (Rubar Hani) Yavuz Unas (18) gibi; senin için dikilen ‘fide’nin can suyunun da yaşanmışlıkları; yaşanmayacakları biriktirmiş gözyaşları olduğunu hiç bilmeyeceksin hiççç. Artık karanlıktayım ben de, karanlığa aşık on binler gibi.

Oysa pek çok insanın açığa çıkarmadığı diğer yüzünü çağrıştırdığından; içinde de hep bir bilinmezi gizlediğinden korktuğunuz karanlıkta; olmamış hayatlara, olmamış insanlara bakıp, bakıp da, kaç kez cümlenin sonuna üç noktayı koyup gitmek istemişsinizdir buralardan, sessizce, kaç kez.

Şu pek çok son dolu hayatta, içinizin ömür boyu ukdesi “alıp başımı çekip gitsem”li mevsimsiz gidişlerin olunmazlığında; güneşin hazanıyla sararttığı yaprakları avuçlayıp “bu hangi yaz“ dediğin sonbahar yavrum, yerini kışa bıraktı, bırakacak.

Kışta, Aralık aylarının klasik “geçti yine ömrümüzden bir yıl” serzenişine, sene sonu hesaplarının kapatılması telaşına, “finaller sıktı” bezginliğine göz kırpan; ağaçları, caddeleri donatmış rengârenk parıltılı Noel ışıkları “%50 + 50 indirim”, “%70 son fırsat”lı vitrinler; “ sana da çıkabilir 61 milyon” müjdeli umut tacirlerine “tatlım, netim ben”le mühtezi gülümsemekte, nedense.

Ve niyedir her yılın son günlerinde sanki sihirli değnek; yılbaşı; her şeyi değiştirerek hayatı, dünyayı kişinin istediği gibi yapacak ta “aman ha geç kalmayayım, kalmayalım haydi biz de”li bu dolu dizgin şıkır şıkırlık.

Halbuki hayatı, rutininizi değiştirmeyecek saat tam on ikiyi vurduğunda; her şeyin balkabağına dönüştüğünü masaldan önce yaşanmış dünden, bugünden bilenlerin hüsrana gönülden katılımı “yılbaşı kutlaması mı? o iş bende ”li heyecan; “kim sever ki vedaları” sözünü boşa çıkaran Aralık aylarına, yıllara son noktayı da koymak içindir.

Kim bilir, bu 365 günü hovardaca tüketmiş yıllara kaçıncı vedanız, kaçıncı son noktanızdır ki o son noktada bazen hıçkırıklar duyulur, bazen alkışlar kopar, bazen konfetiler uçuşur havada, havai fişeklerle.

Bazen de kabına sığmayan coşkuyla karşılanan “mutlu yıllar” dilekli her son, her başlangıç; her gün yaşanan Adana’da Y.K. yan baktı diye F.D’ı öldürdü; Ankara metrosunda dövülen Suriyeli çocuk benzeri onlarca vakanın; kadını öldürmeyi hak gördüren “ya benimsin ya toprağın”lı erkek egemen zihniyetin “...eşini öldürdü” cinayetlerinin, şiddetinin yüzyıllardır ve gelecek yılda tezahürünün, ne acıdır ki son noktası olmayacaktır.

Her yıl yaşanan katliamın, ırkçılığın, erkek, maganda terörünün, kazaların farklı isimlerle aynılığına “biz hangi ara, nasıl böyle acımasız olduk, çıktık insanlıktan” yakınmaları da şu ‘ân’a, bugüne geçmişi vurdurarak zaten hep “böyle” olunduğunu kapatmaktan, unutturmaktan başka bir şey değildir.

Oysa herkesin az çok bildiği; Kanunname’siyle kardeşi, akrabaları öldürmeyi yasallaştırılan Fatih Sultan Mehmet, oğlu Mustafa’yı boğdurtan Kanuni, en az 50 bin Aleviyi katleden Yavuz; milyonlarca Ermeninin techiri; “O kadar celladın içinde, Cellat Kara Ali olarak sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır”la İstiklal mahkemelerinin oğlunun idamını seyrettirdikten sonra astırdığı Seyit Rıza, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca; darbecilerin Menderes, Deniz, Yusuf, Hüseyin, 16 yaşındaki Erdal için kurdurttuğu darağaçlarıyla dolu ecdadın şanlı tarihi çoktan “ eskiden de böyle gaddar, böyle, böyle, böyleymişiz” dedirtmiştir,

Her yılını katliamsız, kazasız, tacizsiz, erkek terörüz neredeyse savaşsız geçirmemiş Osmanlı’nın, Türkiye’nin mazisi işaretli bir navigasyon; devletin bekası için ötekileştirdiklerinin, muhaliflerin “tez kellesi vurula”yla kılıçtan geçirilmesini, “devlet için kurşun atanda yiyende şereflidir”le katledilmesini legalleştirerek onlarca Ali Şükrü beyin, Kürdün, Alevinin, Rumun, failli meçhul cinayetlerine, Zilan, Dersim, Maraş, Madımak, Roboski, Ankara Gar, Reına katliamlarına, kuyulardan, mağaralardan çıkan cesetlere, işkence merkezi; Ziverbey Köşkü, Diyarbakır, Mamak, cezaevlerine uğramadan geçmeyecektir..

Mazideki onlarca vahşete karar veren, yapan onca Topal Osman, darbeci general Alpdoğan, Solmazer, Tağmaç, Evren, Çevik Birin; yolsuzluğu “verdimse ben verdim”le aklayan Demirel, Çiller, banka satışı organize eden Mesut Yılmazın; 200 milyar dolar görev zararını halka ödettirdikleri Etibank, İmarbank’ı boşaltanların; “bin operasyonlu” Mehmet Ağar, Veli Küçük, Arif Demirlerin; 17 yaşındaki B.T’ye tecavüz edip dışkısını yediren ama serbest bırakılan onlarca Davut E.’nin; onlarca Rüzgar Çetin’in; saygın bireylermişçesine göğüslerini gere gere dolaşmaları; hiç bir yere, hiç bir ‘ân’a sığmamalıydı değil mi? Sığdırıldı işte, hem de nasıl.

İşte bu yüzden; önlenmediğinden sadece 12 Eylül 1980 öncesinde 5 bin, “biz de ölüyoruz ama onlardan da ölüyor” la teselli bulunan bitmeyen savaşta 100 bine yakın, kazalarda, erkek teröründe on binlerce insanın hiç yere hayatından olmasına tanıklık edenlerin; yaşananlardan, olayların müsebbiplerinden hesap sorulmamasından nasıl etkilendiklerine dair bilimsel, sosyolojik bir araştırmanın yapılmadığı Türkiye Cumhuriyetinde, hep ağızlara sakızdır “ne ara bu kadar vicdansız, canavar oldu bu insanlar?”

Ve hep vicdansızların, kötülerin kazanmasını sağlayan ülkenin müesses nizamının, onlarca travmatik faşizan olayın getirisi; her geçen gün bir üst “level’e” taşınan nefret, tarafgirlik, erdemsizlik yalnızca objektif bakış açısını yok etmemiştir. Cebinde 45-50 TL olanların; savaşı, yolsuzlukları, torpili, hayırsever Zarrab’dan 280 milyon TL. rüşvet alan Çağlayanı savunduğu bir toplumsal yapıya da geçit vermiştir.

Bu toplumsal yapı da Nietzsche’nin “bu adam; bu davanın çürük olduğunu görüyor ama inat olsun diye vazgeçmiyor ondan, fakat sadakat adını veriyor bu hale” tespitini haklı çıkarmakla kalmamış. Kendisi gibi düşündüğünden, davrandığından katıldığı, desteklediği örgüt, parti, cemaat, dernek, kulüp, neyse; biat ettiği lider, başkan, reis, şef, kimse; ona toz kondurmamak adına “davaya ihanet etme” , “yapma dava, parti, örgüt, cemaat, ailemiz zarar görür”lü tükenmeyen bir DAVA vurgusuyla gerçeğin üstünü de zarifçe örtmüştür. Böylece mutlu, yaşanası bir yarın da, yüzleşilmediğinden hep bugünü tacizleyen geçmişe heba ettirilmiştir.

Kendinizi neye inandırırsanız inandırın bir tane olan gerçeğin yarattığınız on farklı versiyonunu tuzla buz edecek de; Ali İsmail’in annesi Emel Korkmaz, er Tayfun’un annesi Ayşe Kavun, gerilla Antika Acar ( Zeyra Çıra)’nın annesi Fatma, 12 yaşındaki Bedran’ın annesi Roboski’li Sabriye Encü, 16 yaşındaki Eren Bülbül, Emre Cerrah, Emircan Açıkgöz’ün, Soma’lı madencilerin anneleri, aileleri gibi her an karşılaşabileceğiniz, her şeyi anlamsız kılacak ölümün kol gezdiği bir ülkede yaşadığınızdır.

Ölümün kıyısındaki bu hayatta, Aralık ayının bu son basamağında; evladın, yakının zamansız ölümüyle dağa, taşa, toprağa bırakılmış “ahhhhh yavrum ahhh”, “lao, lao”, “hayır, hayır”, “beni de gömün” ağıtlarını duymaktansa... dört bir yana savrulmuş gençlik hayallerini görmektense... olmayan sevdaların şehri Ankara’ya, bu topraklara güzel, güneşli günlerin gelmesini beklemektense; o günlerin halihazırda yaşandığı yerlere gitme vaktidir, belki de.

“Ama bunlar benim cümlelerim” mi diyorsun? Elbette senin. Bütün bunları, herkesi öfkeyle yoğurduğun bir kalbin misafiri yapan sen yazdırdın Ankara; unuttun mu? Şimdi takvim yapraklarının zayıflamaktan bitap düştüğü bu Aralık’ta da; tüm balonlar söndükten sonra elinde kalacak plastik parçalarıyla geçirdiğin yıllara yanmakta neyin nesi?

Mala mın; sen de tam elini uzattığında bitmiş, dokunmaya çalıştığında gitmiş önceki, sonraki hiç bir şeye yetişemeyen on binler gibi...Ankara gibi Hevalım; kim bilir hangi aralıkta bırakıp gideceksin her şeyi...hangi aralıkta...

Keşke, keşke ne söylesem, ne yazsam hep eksik kalacak ölümün, acıların, vedaların kırık dökük de olsa son durağı olabilseydi geçmek bilmeyen bu uzun gecelerin mekanı Aralık.

Yılsonuna doğru elinizde aralıktan içeri sızan ağır bir roman gibi sürünen hayat; bitti işte... Yıl bitti... Aralık bitti... Biter mi cidden, geçmeyen gibi, acılar gibi. Sahi NEREYE, hiç bir şey olmamış gibi yine nereye?
Print