|
Ümit Kıvanç |
|
|
|
|
|
|
|
Üçlü zirve: Makas açılıyor
|
2018-09-10 20:58
|
Ümit Kıvanç
|
|
Tahran’daki Putin-Erdoğan-Ruhani zirvesinde olanlar, Türkiye açısından Suriye meselesinin bir katmerli ve sürekli bunalıma döndüğünün kanıtı. Ankara bundan böyle yalnız. Artık dayanabileceği tek şey kendi gücü. Ya da Rusya’nın dümensuyundan çıkmamayı göze alacak. Dolayısıyla, İslâm âleminin liderliği ve yeni Osmanlı İmparatorluğu projelerini bir süre erteleyip, altı bin kilometrekarelik İdlib meydanında ne yapabileceğine bakacak. Bu da iyi ihtimal, zira yapabilmekten ziyade seyretmek ve maruz kalmak makamında olacak. Kötü ihtimalse, Rusya başta, bugün kol kanat gerdiği silahlı muhalifler dahil herkesle birden papaz olunması.
Zirvede neler oldu, bakalım. Ruhani: Önce Şam İran Cumhurbaşkanı, İran’ın Şam’daki “yasal hükümetin isteği üzerine” Suriye işlerine karıştığının altını çizerek hem mesafesini koydu hem de bir nevi yetki hatırlatması yaptı. Lafa doğrudan, “Şam’la temas etmeden hareket edilmemeli,” diye girdi. Yani Tahran, Ankara’yı kabulü pek zor o seçenekle, Esad’la uzlaşma seçeneğiyle karşı karşıya bırakmaktan vazgeçmiyor. Hasan Ruhani, Libya örneğini hatırlatarak, bir ülkede merkezî otoritenin ortadan kaldırılmasının telafîsi imkânsız kötü sonuçlarına dikkat çekti, Şam’ın otoritesinin tanınması şartını bir de buradan, masadakilerin ötesine seslenerek ortaya sürdü. Gerçi “biz barış için savaşıyoruz, teröristler savaş için” sözü daha çok edebî ve hamasî söylemin parçası gibi, ancak burada da, yine, savaş ortamını ortadan kaldırmak için atılacak her adımda Şam’ın otoritesinin tanınmasını merkeze oturtma gereğine işaret etmiş oldu. Barış dediği bu.
Ruhani’nin söyledikleri arasında Tahran’la Ankara’nın yakınlaşmasına yolaçabilecek tek unsur, Suriye’nin doğusundan ABD’nin çıkarılmasına yaptığı ısrarlı vurguydu. Çünkü bu aynı zamanda Fırat’ın doğusunda kurumlaşması ihtimali bulunan Kürt inisiyatifine hayat hakkı tanınmaması anlamına da gelebilir ve bu amaçla iki devlet ortak hareket edebilir. Başka yönden bakıldığında, Ruhani’nin bu bağlamda adını hiç anmadığı YPG’yi, SDG’yi sorun etmediği, meselesini ABD ile sınırlı tuttuğu da söylenebilir. Bu konuyu şimdilik parantez içinde sayalım, İdlib’e dönelim.
Ruhani sonuç olarak, “tamam, İdlib’i kan gölüne çevirmeyelim, ama oradaki teröristleri de ortadan kaldıralım” demiş oldu, Erdoğan’ın “ateşkes çağrısı”nı kaale almadı, yarın-öbürgünkü adımlarına dair işaret vermedi. Putin: Durmak yok, yola devam Putin neler dedi? Bir defa, Erdoğan’ın yakındığı durumdan övgüyle sözetti.
Cumhurbaşkanı, “çatışmasızlık bölgesi” ilan edilen yerlerin, Rusya ve Suriye ordusu ile müttefiklerinin yaptıkları yoğun saldırılar ardından tahliye anlaşmalarıyla boşaltılması ve buralarda rejimin egemenliğinin yeniden kurulması sürecinden rahatsızlığını belirtmişti. Ankara adına bunun bu platformda, bir masa etrafında yüzyüzeyken bu açıklıkla gündeme getirilmesi ilginçti. Erdoğan, “Zamanla gerginliği azaltma bölgeleri farklı bahanelerle tasfiye edildi,” diye şikayet etti. “Geriye sadece İdlib kaldı. Muhalefet, bölgelerin tesisinin ardından yaşanan gelişmeler nedeniyle bu konuda aldatıldıklarını düşünüyor.” İzlenimim o ki, aldatıldığını düşünen sadece Suriye muhalefeti değil.
Vladimir Putin, iki devletin “çatışmasızlık bölgeleri”nden muradının nasıl birbirine taban tabana zıt olduğunu, başından beri hepimizin apaçık gördüğü gerçeği Ankara’nın nasıl da görmezden geldiğini -çünkü görmemesine imkân yoktu- ortaya koydu. Erdoğan’ın “muhalefet aldatıldığını düşünüyor” diye yakındığı süreci Putin, “Ciddi ölçüde başarı elde edildi,” diye tanımladı; Şam’ın yeniden denetimi altına almayı başardığı toprakları işaret ederek. Tasviri ballandırdı da: “Suriye hükümetinin kontrolü altındaki topraklarda insanlar barışa adım atıyor, istihdam artıyor.” Buradan hareketle İdlib’e nasıl yaklaştığını ifade etti: “Kalan terörist gruplar şu an İdlib bölgesinde bulunuyor.” Çıkan sonuç belli: “Suriye’nin meşru hükümeti Suriye topraklarının tamamını denetlemeli.” Yani İdlib’i almalı. Afrin’e, Fırat Kalkanı bölgesine de uzanan bir söz. Bugünün değilse de yarının sancılarını şimdiden haber veriyor.
“Ateşkesi ihlal etmeye çalışıyor teröristler,” dedi Putin, ateşkesle sahiden ilgileniyormuş gibi. “Kimyasal silahlarla provokasyon yapıyorlar. (…) İHA’larla saldırılarda bulunuyorlar.”
Oysa ateşkes, Erdoğan’ın gazeteciler karşısında defalarca tekrarladığı kavramdı: “Bugün burada bir ateşkes ilanı yapabilirsek inanıyorum ki bu zirvenin en önemli adımlarından birisi bu olacak, sivilleri ciddi manada huzurlu kılacaktır. Bu konu ile ilgili bir adımın atılması bu zirvenin de zaferi olacaktır. (…) Burada ateşkes ifadesi yer alacak olursa yapılacak açıklamada çok daha isabetli olacaktır. (…) Ateşkesin sağlanması çok çok önem arz ediyor. Benim söyleyeceğim son söz budur.”
Hakikaten son söz oldu. Putin: Olsa dükkân senin Rusya devlet başkanının Erdoğan tarafından bu kadar vurgulanan ateşkes konusunda söylediği, Moskova ile Ankara arasında uçak düşürme skandalından bugüne kadar hüküm süren zoraki flörtöz münasebetin geleceği hakkında şüphe yaratıyor. “Burada masada silahlı muhalifler yok,” dedi Putin. “Suriye ordusu da yok. Bence Türkiye Cumhurbaşkanı genel anlamda haklı. Bu güzel olurdu. Fakat biz onların yerine konuşamıyoruz. Nusra ve IŞİD’in teröristlerinin silahları kullanmayacaklarını varsayarak hareket edemeyiz.”
Israrlı ateşkes talebine karşılık verilen bu cevabın, ağır bir durum yarattığı açık. Bir yandan “Nusra ve IŞİD adına güvence mi veriyorsunuz?” sorusunu sormak demek bu; öte yandan “veremezsiniz ki” de demek! “Ateşkesi telaffuz edeceksek Şam’ın da masada olması gerekir” de demek!
Ve siz böyle bir lafın söylendiği yerde, Lazkiye’deki Rusya üssüne İdlib’ten yapılan saldırılardan yakınan muhatabınıza şöyle bir teklifte bulunuyorsunuz: “Rus dostlarımızın rahatsızlık duyduğu unsurları, saldırılara girişemeyecekleri yerlere çekmeyi deneyebiliriz.”
Muhatabınız da şöyle diyor: “Sivil halkın korunması bahanesiyle teröristleri korumak ve Suriye hükümetine zarar vermek kabul edilemez.”
Bu kadar nâhoş bir konumu kabullenerek nereye varılacak?
Üstelik, İdlib’in “sivil halk”ının koruyucusu gibi davranırken aynı anda Nusra’yı bir yerden bir yere “çekmeyi deneyebileceğinizi” söylemeniz, İdlib’teki herkesi tek potaya sokup orada imha etmeyi göze alabilecek birilerine meşruiyet zemini sunmak anlamına geliyor. “Bölgede kurduğumuz 12 gözlem noktasının sahadaki anlamlarından biri de,” diye konuştu Erdoğan. “Türkiye’nin İdlib halkına can güvenlikleri konusunda güvence vermiş olmasıdır.” Hepsi biraraya geldiğinde, “siviliyle, teröristiyle İdlib bizden sorulur” gibi bir söz söylemiş olunuyor.
Devamı da şöyle: “[İdlib’in] Kendi halkına yönelik katliamları hala aklımızda olan Esed rejimine bırakılmasına razı gelemeyiz.”
Karşısındaki iki muhatap Suriye’nin bütününde “meşru hükümet”in egemenliğin tesisini şart görürken söylüyor bunu Erdoğan. Ekliyor: “Türkiye, güvenlik sağlanana kadar bölgedeki varlığını sürdürmeye kararlıdır. Tehdidin kaynağına ve boyutuna göre adımlar atmaya devam edeceğiz.” Nasıl edeceksiniz? Rusya’ya rağmen mi? Herkes kendi yoluna? Zirveden şimdilik çıkan sonuç şu: Makas açılıyor. Herkes kendi yoluna yöneliyor. Peki, Ankara’nın Suriye’de, İran’la yer yer çatışmayı, Rusya’yla başka mevzularda da papaz olmayı göze alarak yürüyebileceği bir “kendi yolu” var mı? Varsa nereye çıkıyor bu yol? Neleri göze alarak yürünebiliyor, şimdilik altı buçuk liralık dolarla? Vermezlerse kendimiz yapacağımız F-35’lerin ve kimseyi dinlemeyip alacağımız S-400’lerin koruması altında mı yürünecek? Ve elbette daha önemli soru şu: Ne uğruna?
Erdoğan zirvede haklı olarak, yeni mülteci akını tehlikesini dile getirdi. “Sivillerin gidecek başka yerleri olmadığı için milyonlarcası bizim sınırımıza dayanacaktır,” dedi. “Türkiye, mülteci ağırlama kapasitesini doldurmuştur.”
Elhak doğru. Üstelik mevcut iktidarın bizzat kışkırttığı ırkçılık yüzünden Suriyeli mültecilere yönelik toplu saldırıların yaşanması an meselesi. Ancak tıpkı ırkçılık kışkırtması gibi, gürültüyle feci şekilde çuvallayan eskisiyle, ihtirasın yön verdiği yenisiyle Ankara’nın Suriye politikalarının şu muazzam mülteci meselesinin doğuşunda büyük rolü var. Fetih hülyalarının yolaçtığı, önü arkası düşünülmeksizin girişilen maceraların sonuçları değil mi yaşadıklarımız? Son derece yanlış millî güvenlik sorunu tesbitleri ve ırkçılık yüzünden ülkenin selametinin nerede olduğunu idrak edememe halinin bu işlerdeki payı ufak mı? Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun dün dediği esasen trajikomikti, ancak o lafı esas hepimizin Türkiye’yi yönetenlerin ve fetih-ganimet sapkınlarının yüzüne tekrar tekrar haykırması gerekiyor: Kimse kimseyi kandırmasın.
Muhtemelen şöyle olacak: Rusya ve Suriye ordusu, elbette İran’ın katılımıyla, İdlib’te, bombardımanlar eşliğinde mevzi hücumlara girişecek, bir anda yüz binlerce kişiyi yerinden oynatmadan, adım adım, hamle hamle, vilayeti alacaklar. Bu süreçte muhtemelen yine Ankara’nın kısmen denetleyebildiği, el değiştiren topraklardan kaçacak militanların ve sivillerin sığınabildiği cepler bırakılacak ve zamanla bunlar da küçültüle küçültüle bütün vilayetinin Şam’ın egemenliği altına girmesi sağlanacak.
Ankara ne yapar? Bu soruyu cevaplamak kolay: F-35 yapar, alırız her yeri.
Daha zor soru şu: Halen ihtiyacı ve çıkarı olduğu ve zaten başka seçeneği olmadığı için Ankara’nın dediğine uyan veya ona yanaşan silahlı örgütler, adım adım can ve toprak kaybettikleri bir süreç içerisinde, sonuna kadar savaştan yana uzlaşmaz radikallerle, gidecek yeri olmayan yabancı cihatçılarla beraber, bu sürece aslında pekâlâ iştirak eden Ankara’ya karşı cephe almayacaklar mı? Komşu mahallede dükkân açarmış rahatlığıyla İdlib’e serpiştirilen on iki “gözlem noktası”ndaki askerleri nasıl tehlikeler bekliyor?
Umarım memleketin getirildiği halin ve canımızı yakan haksızlık adaletsizlik döneminin yolaçtığı moral bozukluğunun tesiriyle bizim gözümüze hep kötü ihtimaller takılıyordur. Yoksa, düşülen vaziyet, hele ekonomik krizle birlikte düşünüldüğünde, korku filminde, işlerin sarpa sarmaya başladığı ikinci aşamayı çağrıştırıyor.
-------------------------------------------------------------
Marmara Yerel Haber- 8 Eylül 2018
|
|
|
|
|
|
|