2024-03-29
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Halil Berktay
 
Atatürkçülüğün sanal âlemi: “Zalim AKP diktatörlüğü”
2013-12-17 18:01
Halil Berktay
Taraf’ta yazarken de olurdu; kendimi bir fikri kurcalamaya kaptırır gider, uzunca bir dizi üretir, sonra güncellikten kopuyorum diye telâşa kapılır, çareyi numaralı yazıların içine intermezzo’lar, ara nağme’ler katmakta arardım.

Şimdi de böyle bir durum söz konusu. Orta-uzun vâdeli bir planım vardı (ve var). Önce, Nelson Mandela’dan esinlenen şu Hayatın anlamı serisini tamamlamak. Güney Afrika’daki apartheid rejimi ile Türk milliyetçiliğinin onyıllardır Kürtlere reva gördüklerini bir kere daha karşılaştırmak. Karşısında, mağdurların silâhlı ve silâhsız, şiddete dayalı ve şiddet içermeyen mücadele alternatifleri üzerinde durmak. ANC önderliğinin 1960’ların başlarında hayli pragmatik bir yaklaşımla (maalesef başka çare yok gibi, diye özetlenebilecek bir tavırla) silâhlı mücadeleye yanaşıp Umkhonto we Sizwe’yi (kısaca MK) kurması ile, PKK’nın 1980’lerin ilk yarısında benimsediği doktriner (Leninist-Maoist teori ile temellendirilmiş) gerilla savaşı çizgisini yanyana koyup incelemek. Mandela’nın hele hapiste olduğu sürece MK’yı reddedecek hiçbir şey söylememeye özen göstermesine karşın, pratikte nasıl barışçı kitle mücadelelerine yöneldiğini hatırlatmak. Robben adasındaki Mandela’nın katettiği yoldan hareketle, İmralı adasındaki Öcalan’ın katetmeye çalıştığı yola — Öcalan’ın belki neleri farkedip minimalist kesildiğine; buna karşılık Kandil’in belki nelerden vazgeçemeyip görece maksimalist kaldığına — bakmak. Bu arada, De Klerk’in oynadığı muazzam rolü ve dolayısıyla Erdoğan’ın çok daha avantajlı bir konumdan haydi haydi oynayabilmesi gereken (nitekim kısmen oynamaya başladığı) rolü de unutmamak.

Her ne kadar bütün bunlar sırf Güney Afrika değil, aynı zamanda Türkiye demekse de, asıl bu diziden sonra, daha dolaysız biçimde iç politika ve demokrasi sorunlarına dönmek.Haklı ve haksız muhalefet’te (21 Kasım) kaldığım yerden, Çatılı ve çatısız muhalefet veDemokratik ve devirmeci muhalefet temalarıyla devam etmek. Gezi sırası ve sonrasında “dindarlar” ile “laikler”in yaşadığı kültür kıtalarının birbirinden iyice uzaklaşması ortamında, AKP’nin reel icraatından çok başbakanın uluorta konuşmalarının keskinleştirdiği kutuplaşmaya bir kere daha dikkat çekmek. Buna karşı, diktatör / diktatörlük / zalim diktatörlük / faşist diktatörlük söylemlerinin saçmalığına da parmak basmak. Bu tümüyle gerçek dışı nitelemelerin, temelde, ideo-politik hegemonyasını yitiren Kemalist elitin, hükümeti gâsıp, düzmece, mütegallibe ve dolayısıyla gayrimeşrusaymasını yansıttığını; her şey bir yana, bu zeminde aklı başında (çatısız ve demokratik) bir muhalefet inşa edilemeyeceğini vurgulamak.

Evet, işte güya bu sırayla, derli toplu bir tarzda, adım adım yazacaktım bu ve benzeri konuları. Demeye kalmadı; bu hafta sonu kendimi ansızın tartışmanın yukarıda en son zikrettiğim, en canalıcı sorunuyla yüzyüze buldum. Selanik’te bir konferans (Europe in the Trap of Populism; Popülizm Tuzağında Avrupa) ve o konferansın içinde bir panel vardı, yaşanmakta olan ekonomik krizin çeşitli Güneydoğu Avrupa ülkelerinin iç ortamını nasıl gerdiği, bütün bunların da tarihçiliği ve tarih öğretimini çevreleyen atmosfere nasıl yansıdığıyla ilgili (History as a Battlefield in the Vortex of Crisis). En son sıra bana geldiğinde, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya’dan farklı olarak Türkiye’de herhangi bir ekonomik krizden ve bunun yarattığı gerilimlerden söz edilemeyeceğini; buna karşılık daha derin ve köklü bir çağ dönümünden kaynaklanan gerilim ve kutuplaşmaların sürdüğünü anlattım. Eski “halk demokrasileri”ni kastederek, sizde, dedim, Komünizm ne idiyse bizde de Kemalizm veya Atatürkçülük oydu –devletçi-milliyetçi bir yukarıdan aşağı modernleşme ve hızlandırılmış kalkınma projesiydi. Marksizm-Leninizm kadar kapsamlı ve sert çekirdekli bir teorisi yoktuysa da, kendi politiktek-parti diktatörlüğünü yaratmış; sonra bu tek-parti rejimi yerini çok-partililiğe bıraktığında dahi ideolojik hegemonyasını bir kırk elli yıl daha korumuştu.

Ama işte 2000’lerin başlarından beri — dedim — bu hegemonyanın, bu “manevî diktatörlük evreni”nin de kırılıp dağılmasının bilhassa tarihçiliği en çok ilgilendiren göstergeleri, Türk ulus-devlet ideolojisinin en kritik iki tabusunun: Kürtler ve Ermenilerle ilgili geleneksel söylemlerinin delik deşik edilmesi oluyor. Özellikle bu iki konuda, son on küsur yılda kapsamlı bir özgürleşmeden söz edebiliriz. Örnekleriyle saydım: bundan daha beş altı yıl önce, TRT’de kazara bir lorke çalındığında olay olur, birbirimizle heyecanlı heyecanlı fısıldaşırdık. Şimdi ise 1925 Şeyh Sait isyanını ve bastırılışını; mağaralara nasıl gaz bombası atıldığına dek 1938 Dersim katliamını; geçmişte üretilen kart-kurt ve Dağ Türkleri safsataları ile derin devletin gizli koridorlarında saklanan diğer bütün pislikleri sonuna kadar konuşup tartışabiliyor, hattâ (gerekli yasal değişiklikler yapıldığı takdirde) Kürtlerin kendi kaderlerini tâyin hakkından yana olacağımızı dahi yazabiliyoruz. Resmî devlet televizyonunun bir kanalı sırf Kürtçe yayın yapıyor; özellikle doğu ve güneydoğuda, PKK sempatizanı bütün bir yerel basın mevcut; Kürtçenin özgürlük alanı habire genişliyor; mahkemelerde Kürtçe konuşma ve savunma yapmanın ötesinde, öğrenim dilinin Kürtçe olduğu özel okullar kurmak da serbest oldu (ve besbelli, sıra buradan devlet okullarına gelecek); dolayısıyla Türkiye iki dilliliğe doğru gitmekte. En son 16 Kasım 2013 günü, yıllarca aradan sonra Mesud Barzani ile Şivan Perwer tekrar Diyarbekir toprağına ayak bastığı gibi, Başbakan Erdoğan da bölgeden açıkça Kürdistan diye söz etti. Boğaziçi Üniversitesi İsmail Beşikçi’ye onur doktorası verebiliyor.

1915 Ermeni soykırımı konusunda da, artık herhangi bir psikolojik terör mevcut değil. Devlet basına illâ “sözde soykırım” ve “Ermeni iftiraları” gibi ifadelerle yazmaları emrini vermiyor. Üniversitelere eskiden ikide bir gelen “bu konularda ne yapıyorsunuz” türü talimat, gene gelirse artık çok tek tük ve alelusul geliyor — 2015’e doğru belki biraz değişebilirse de, 1980 ve 90’ların havası yok artık. Yusuf Halaçoğlu ve TTK’yı bir “Ermeni masası”na dönüştürmüş olan bütün ekibi şutlandı; aşağı yukarı aynı sıralarda (2007-2008 civarında veya biraz sonra) yurtdışındaki en azgın anti-Ermeni Türk diyaspora örgütlerine örtük devlet finansmanı ve anonim web sitelerine yönelik teknik destek kesildi; ilginçtir, aşağı yukarı aynı sıralarda, Taner Akçam’ı kuzey Amerika’da nereye gitse izleyen örgütlü, sistematik saldırılar da duruverdi. Öyle kıyıda köşede değil, merkez medyada, Ermeni anneanneler ve torunları, zorla ve/ya ölümden kurtarmak-kurtulmak adına Müslümanlaş(tır)malar, 1915-16’da gaspedilen Ermeni mal mülkü ve benzer bütün konular açıkça ve yaygın olarak yazılıp çiziliyor, tartışılıyor. 9 Ekim 2000’de Radikal’de Neşe Düzel’in benimle yaptığı röportaj yayınlandığı ve kıyamet koptuğunda, basit bir söz vermiştim kendi kendime: Ermeni sorunun “kesin çözüm”ü nasıl olur bilemem ama, kendi payıma, bu meselenin Türkiye içinde konuşulması normalleşinceye kadar, herhangi bir tarih veya başka bilim sorunu gibi konuşulması normalleşinceye kadar susmayacağım. 2005’teki Osmanlı Ermenileri konferansı sırasında ve sonrasında da tekrarlamıştım aynı sözü, birkaç kere. Selanik’te, kanımca — dedim — 13 yıl gibi görece kısa bir süre içinde inanılmaz mesafe katedildi ve o noktaya hayli yaklaşmış bulunuyoruz (Ben Cumartesi çıkıp bunları anlattım; üzerine Ahmet Davutoğlu’nun Yerevan ziyaretindeki — hangi diplomatik hesapla söylenmiş olursa olsun, başbakanın Kürdistan demeci kadar çığır açıcı bir nitelik taşıyan — “tehciri benimsemiyoruz; gayri insanî bir uygulamadır” sözleri geldi. Tabii şimdi birileri çıkar, son demokrasi paketi açıklandığında nasıl dudak büküldüyse buna da dudak büker, eski hamam eski tas der, ama reel gelişme devam eder).

Evet, aşağı yukarı bunları söyledim o panelde ve akademinin, tarihin özgürleşmesi açısından kuvvetle altını çizdim. Buna bağlı olarak, iki başka ve çelişkili boyuta da değindim. Birincisi, 1980’lerden bu yana ABD, İngiltere ve Avrupa üniversitelerinde okuyup doktoralarını tamamlayan ilmi hür, fikri hür, vicdanı hür bir genç tarihçiler nesli geliyor. Thomas Kuhn’un işaret ettiği gibi, yeni paradigmalar yeni kuşakların elinde yükselir. Tersten söyleyecek olursak, eski Kemalist paradigmanın ne bilimde, ne siyasette, ne medyada — hiçbir alanda, 30’unun üzerindeki başarılı genç takipçilerini göremiyorum. Öte yandan, buna zıt bir eğilim de söz konusu. Bugün 15-25 yaşlarında olan hali vakti yerinde “üst-orta sınıf” çocukları — yani yeni doktoralılar değil de henüz lise veya lisans sıralarındakiler — hayatlarında ne darbe gördüler, ne sıkıyönetim, ne olağanüstü hal, ne Mamak-Selimiye-Diyarbakır, ne Kontrgerilla, ne on binlerce insanın tutuklanması, ne de yaygın ve sistematik, sıradanlaşmış işkence. Özetle, Türkiye’nin yakın tarihinden habersizler. Gözlerini açtılar ve kendilerini on küsur yıllık AKP döneminde buldular. Aslında bu, kişisel hafızası 1950’lerin başları kadar gerilere giden biri olarak söylüyorum, herhalde Cumhuriyetin görece en normal, en sakin, en istikrarlı, en müreffeh dönemi. Ama bu kuşağın en azından bir kısmı, Atatürkçü devrimseverlik ile Marksizan solcu devrimseverliğin garip bir karışımının Türkiye’nin muhalefet kültüründe yer etmişliğinin yol açtığı habire anormal politika, habire olağanüstü heyecanlar, habire barikatlar, habire Bastille’in zaptı, habire Aurora kruvazörünün topları, habire “tekrar bir gün gelecek, bir sabah olacak” umutları, habire “tank sesleriyle [ve millî birlik anonslarıyla] uyanmak” beklentileri içinde yaşamaya devam ediyor.

Dinleyicilerim arasında, benden de yaşlı ve ciddi laik, ciddi Atatürkçü bir zat da vardı, biliyordum. Solculuk kültürü ve ufukları, nasıl desem, klasik sağa ve Millî Cephe tarzı hükümetlere karşıtlık ile sınırlıdır. AKP de onun için, aynı çizginin uzantısıdır ve dolayısıyla dünya, aynen 1970’lerin ikinci yarısındaki gibidir.

Nitekim söz aldı ve “siz,” dedi, “çok tek-yanlı bir Türkiye manzarası sundunuz; bu genç nesil, evet, askerî darbeleri görmedi ama onların bugünkü zalim diktatörlükten neler çektiğinden hiç söz etmediniz.” Hani, başbakanın otoriter söylemi, kırıcı ve itici üslûbu, ikide bir özel hayatlar alanına müdahale etmesi, sırf İslâmî ilkeler içinden konuşan ahlâkçılığı, “kültürel öteki”lere duyarsızlığı, Gezi’nin ilk günlerindeki polis vahşeti için hiç doğru dürüst özür dilememesi, ya da kamusal alandaki kısmî İslâmîleşme dese, anlayacağım ve ortak muhalefet noktaları bulmamız mümkün olacak. Ama öyle demedi;all that they have been suffering under the present brutal dictatorship dedi.

Eh işte, dedim ben de karşılığında, buyurun, Şekil 1, benim birbirinden uzaklaşan kültür kıtalarının yol açtığı mutlak kutuplaşma hakkında söylemek istediğim her şey. Fakat hangi “diktatörlük” ve üstelik de “zalim diktatörlük” allah aşkına? Ve şimdiki neslin çektiğini söylediğiniz korkunç acılar nerede? Ortada Gezi’deki biber gazı dışında ne var? Bir kere, diktatörlük ne demek? Bu ve benzer terimlerin sözlük anlamlarını, siyaset bilimindeki anlamlarını, ya da faraza Lenin’in Devlet ve İhtilâl’de veya Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky’de tekrarlayıp savunduğu genelgeçer anlamı (= prensip olarak hiçbir kanun ve kayıtla sınırlanmamış, mutlak iktidar biçimi) toptan unutmuş olabilir miyiz? Zaman zaman çeşitli politikacıların otoriter çıkış ve eğilimleri olur. Yalana, hotzota, manipülasyona başvururlar. Muhafazakâr değerlere yaslanabilir; cadı avlarına kalkışabilirler. ABD faraza Eisenhower, Reagan ya da George “W” Bush dönemlerini yaşadı. Polis şiddeti birçok ülkede bir “sabit”tir. 4 Mayıs 1970’te Kent State’de Ulusal Muhafızlar savaş karşıtı göstericilere ateş açtı; dört öğrenci öldü ve dokuzu yaralandı. Bütün sağcılığı, gericiliğine karşın Nixon yönetimi diktatörlük mü oldu? 1945 sonrasında Avrupa’dan nice Hıristiyan Demokrat geldi geçti; özel olarak Margaret Thatcher neo-con’luk çağını açtı. Birçok insanın nefretini kazandılar (ve benim de). Ama kimsenin aklından, herhangi birine (“burjuva diktatörlüğü” gibi çok soyut teorik kategoriler dışında) gerçekten diktatör ve diktatörlük demek geçti mi?

En yakında Sarkozy ve Berlusconi, birer diktatör müydüler, diktatörlük rejimleri mi kurdular? Söyler misiniz, Erdoğan Sarkozy veya Berlusconi’den daha mı kötü? Bir bütün olarak AKP bir yana; AKP’nin herhalde en güçlü ve en otoriter kişiliği olarak yalnız Erdoğan’ı dahi alsak, el insaf, zaman zaman otoriter, hoyrat ve tahammülsüz diye tavsif etmenin ötesinde, nasıl diktatör ve diktatörlük diyebiliriz? Her şey bir yana; sırf bir çoğunluk hükümeti, sırf otoriter bir lider kişiliği ve sırf asabiyet, ileri geri konuşma hali, ne kadar kötü ve zararlı olursa olsun, başlı başına bir rejim (değişikliği) mi demektir? Şu on küsur yılda AKP iktidarı, mevcut Türkiye demokrasisinin temel kurumsal dayanaklarından biri veya birkaçını olumsuz yönde değiştirmek; anayasayı ve/ya yasaları geçmişe göre daha anti-demokratikleştirmek yönünde ne yaptı, bana tek tek gösterebilir misiniz?

Bu sorunun cevabı yok tabii. Çünkü mesele, olgulardan yola çıkan gerçekçi bir tesbit değil. Mesele, artık toplumda hegemonik konumda olmayan eski bir elitin, kaybetmişliğin hıncı içinde, kendi güzel konumunu gaspedilmiş, dolayısıyla karşındakini gayrimeşru bir düzmece gibi görmesi. Ve buradan, o düzmeceyi (demokrasi içinde yenmek değil) hangi yolla olursa olsun devirmek için her karşı-çareyi meşru görme noktasına gitmesi. Onun gayrimeşruluğu, dolayısıyla bizim devirmeci muhalefetimizin meşruluğu! Diktatörlük söylemi, tarihsel bakımdan miadını doldurmuş bir Atatürkçülüğün (ve tabii daha bile fazla miadını doldurmuş bir tür solculuğun) sanal âleminde, bu özlem ve arayışın ifadesi.

http://serbestiyet.com/ataturkculugun-sanal-alemi-zalim-akp-diktatorlugu/

16 Aralık
Print