2024-12-03
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Ümit Kıvanç
 
Topluca köklü değişim mecburiyeti
2020-04-21 22:38
Ümit Kıvanç
Yoksul ülkelerde insanların neden doğru dürüst sağlık hizmetinden yoksun olduklarını soran Haque şu vecizeyi ortaya atıyor: Salgının sebebi tarihtir

“Korona virüsü dünyayı (sahiden) değiştirecek mi?” Medium’da yazılarını zaman zaman okuduğum Umair Haque, son yazısına bu başlığı atmıştı. İşsizlik, açlık, bakıma muhtaç aile fertleri, karantina öncesinde de belini büken sorunların dayanılmaz hale gelişi gibi ağır sebepler yüzünden başını kaldıramayanlar dışındaki herkesin sorduğu soruyu başlık yapmıştı yani. Dünyanın yalnız yakın gelecekteki virüs/salgın-sonrası günlerine değil, basbayağı insanlığın istikbaline dair akıl-fikir yürütmeye çalışanlar, çoktan çalan çanların sesine nihayet, yavaş yavaş, katlanamaz hale geliyorlar. Eğer birşeyler radikal şekilde değiştirilmezse insanlığın bu haliyle, -ihtimalleri kavramak için belki daha çok şunu vurgulamak lazım:- bu nüfusuyla yola devam etmesi imkânsız.

Bu düşünce yoluna adım atan, tekil sorunlarla yüzyüze olmadığını, yeryüzündeki insan varoluşunu ekonomisiyle, savaşlarıyla, kültürüyle, alışkanlıklarıyla, velhâsıl bütünüyle ele alıp silkelemeden kayda değer sonuca ulaşılamayacağını daha ilk etapta kavrıyor. Bütüne dair, temele dair, esas meselenin ne olduğunu kimsenin gözlerden gizleme şansı artık yok: Salgınlar gibi, onlardan daha beter ve daha karşı konamaz olacağı belli iklim felaketi de ancak küresel dayanışmayla alt edilebilir. Hattâ dayanışma kavramı bile yetersiz, yüzyüze kalınan tehlikenin boyutları karşısında; düpedüz, topluca katılım ve organizasyon gerekiyor. Küresel örgütlenme. İnsanlığın şu haline bakınca ütopya olarak telaffuz edilmesi bile kulafa tuhaf geliyor.

Üstelik, insanlığı felaketten kurtarmaya yönelik küresel organizasyonun somut olarak neleri hedefleyeceği, neleri gerektirdiği söze dökülmeye başlandığında, buna kimlerin daha baştan niye nasıl engel olacakları da görülebiliyor ve engel olacağı varsayılanlar ne yazık ki günümüzün egemen, ayrıcalıklı sınıfları, zümreleriyle silahlı, askerli polisli muktedirler.

Yine de, bütün insanlığın selameti bakımından onları alt edebileceğimizi varsayarak düşünmek zorundayız. Ya da felaketin kaçınılmazlığını ve karşı konamazlığını kabullenmişlerin ermiş rahatlığıyla kendimizi akışa bırakmak… İkincisi için kafa yormaya, yazıp çizmeye gerek yok. İlkindeyiz.

Sahici Amazon ile Amazon A.Ş.

Neler gerekiyor, felakete karşı küresel organizasyon için?

Lafa genellikle herkesin etrafından dolandığı yerden bodoslama dalan Umair Haque, bu defa da öyle yaptı, şöyle yazdı: “Küresel sistemlere ihtiyacımız var. Derhal. Bütün canlıları kapsayan sağlık-bakım sistemi, yeterli gıda, asgarî temizlik koşulları, içilebilir temiz su. Tek tek her birey için… Kısaca, radikal şekilde yeniden tasarlanmış bir küresel ekonomi…”

Bunların anca salgınları önlemeye yeteceğine dikkat çeken Haque, “Peki ya iklim değişimi ve ekolojik çöküş?” diye sorup devam etti: “Bunlar için bütünüyle yeni bir küresel ekonomi inşa etmemiz lazım… Amazon’un kendisi, kelimenin tam anlamıyla hiçbir değere sahip değilken Amazon A.Ş.’nin trilyon dolarlar ettiği bir ekonomi değil. Gezegenin ırmakları ve rifleri ve okyanusları ve ağaçları sözlük anlamıyla hiçbir değere sahip değilken Facebook ve Google’ın trilyonlar etmediği bir ekonomi. Doğanın hesaplanamaz değere sahip olacağı, yani pratikte fiyat konamaz olacağı, böylece kimsenin onu talan edemeyeceği bir ekonomi.”

Toplum halinde yaşadığımızı hiçe sayan neoliberal kapitalizmin bugünkü egemenliğine kadar çeşitli tarzlardaki sömürü seferberlikleri için dünyaya ve insan topluluklarına edilmiş kötülükler birikti birikti, bugün bunların üzerinde yaşıyoruz. Burası sivri kayalarla bezeli, düz alanı bulunmayan bir tepe. Hem yükseklik tutkusuyla hem maden bulur yağmalarız diye tırmandıkça tırmanarak böyle bir yere vardık. Herkes de çıkamıyor. Öylesine engebeli ki, üsttekiler ancak bir alttakilerin omuzlarına basarak dengelerini sağlayabiliyor.

Haque’ın salgınla ilgili açıklayıcı sözü ve yargısını -mealen- aktarmak isterim: Yoksul ülkede, doğru dürüst sağlık hizmetinden yararlanamayan yoksul adam, sağlıksız koşullarda, yememesi gereken bir şeyi yedi ve dünya bu hale geldiyse sorulacak ilk soru şu: Bir defa, o adam niye yoksul? Yazarın verdiği cevap da aynı ölçüde basit, basitliğiyle sarsıcı ve canavarı kalbinden vuran cinsten: Çünkü, kendisine miras kalmış ayrıcalıklarıyla beyaz bir herif, “yatırım fonu yönetmek” gibi, gerçek değeri olmayan bir iş yapıyor. Kapitalizmi, sömürgeciliği, ırk üstünlüğü zırvalarını sayıp döktükten sonra, dünyanın yoksul ülkelerinde insanların neden doğru dürüst sağlık hizmeti ve besinden yoksun olduklarını tekrar soran Haque, şu muhteşem vecizeyi ortaya atıyor: Salgının sebebi tarihtir.

Eşitsizliği doğal saymak, patolojik durum

Söyleyeceklerimi ABD’de çıkan bir yayında yeralan yazının arkasına sığınarak söylemeye çalışmıyorum, değerli okurlar. Amacım kamuflaj değil. Dile getirmeye çalıştığım dert çok güzel ifade edilmiş, aktarayım istedim. Aynı zamanda, geleceğe dair sosyalistçe fikirlerin en büyük güvenle, en sık ortaya sürüldüğü ülke şu anda ABD; buna da dolaylı olarak işaret edebilmeyi umdum.

Dünyaya bir tür sosyalizm ya da en azından, sosyalistçe ilkeleri, kurumları olan, ilkelerini, şeklini şemalini henüz bilmediğimiz bir toplum düzeni gerekiyor, eğer insanca yaşamak gibi bir niyetimiz varsa. Çünkü insanların, başkalarının onları mecbur bıraktığı hayatları sürerek canlı kalabiliyor, ufak bir azınlığın keyfini sürdüğü eğlenceli hayattan artakalanlarla, itiraz etmediği sürece önüne atılan kırıntılarla besleniyor olması, insanca yaşamak değil.

Fakat meselemiz de ayrıcalıklı azınlığın yoksul çoğunluğa zorla modern kölelik tarzları dayatmasından ibaret değil. Hiç değil.

Bugünün umursamaz, küstah, saldırgan kapitalizminin, bırakın böylesine kendinden emin, pervâsızca sürdürülebilmesini, doğrudan ayrıcalıklı olmayan kesimlerden de destek bulabilmesi insanlık açısından patolojik bir durumdur. Öyle ki, çok basit gerçeklerin bile hatırlatılabilmesi, zorlu, zahmetli ikna faaliyetlerine bağlı. Kendilerini kötü bir hayata mahkûm eden eşitsizliği insanların bu kadar doğal sanması ve sayması zaten patolojik vaziyettir, 20. yüzyılda buna “menşei belirsiz” kurumsal, örgütlü rıza da eklenmiş durumda.

Rızanın koşulları

Peki bunu ne sağlıyor? Maalesef dünyanın düzeniyle derdi olan birçok insanın zihnini raydan çıkaran akıl-mantık arızalarının başında, bizzat kendi varsayım ve tezlerini çürüten tuhaf inanışlar gelir. Egemen sınıfların (“emperyalizm” diye birilerinin) herkesi kandırabildiği yollu garip kabul, bunların en meşhuru. Oysa yoksul ve yoksun insanları sınıfsal konumları konusunda kim nasıl kandırabilir? Hele ayrıcalıklı olanların nasıl yaşadığını herkesin neredeyse anbean izleyebildiği, zenginliğin gizli kapaklı tadılan hayat zevki olmaktan çıktığı, zengin olmayanların gözüne sokuldukça keyfine varılan, başlıbaşına eğlence kaynağı yerine geçirildiği günümüz dünyasında?

İsyan etmeleri gereken düzene insanların neden boyun eğdiği, hattâ onun mekanizmalarına giderek artan iştiha ve iştiyakla neden iştirak ettikleri, şüphesiz bir çırpıda cevaplanacak soru değil. İdeolojiler, dinler, hepsi devreye giriyor burada. Ancak aramamız gereken cevap, eğer olabilecekse değişimin sağlanacağı düzeyde, yani siyasî bir cevap. İnsanlar kendilerini ezen, değersizleştiren bir işleyişe neden bu kadar ısrarla rıza gösteriyorlar?

İsyan etmeye kalkarlarsa başlarına gelecekler yüzünden mi? Elbette bunun payı büyük. Ancak biliyoruz ki, korku toplumsal değişimleri önlemede öyle her şeyi tayin edebilen bir etken değil.

Ayrıcalıklı olanların yaşamı, önce televizyon, sonra internet sayesinde yoksunların o kadar yakınına geldi ki, oraya atlayabilme yanılsaması fena halde arttı, baskın ruh halini, fiilî sonuca da yolaçabilecek isyan duygusundan çok, karşı yakaya sıçrama ihtirası şekillendirmeye başladı. Bundan mıdır eşitsizliğe alttakilerin rızası? AVM’lerde öylesine dolaşırken, elleri torbalarla dolu üst orta sınıfla aynı havayı soluyan varoş gençleri belki geçici hayallere kapılabilirler. Ancak eşitsizlik makası öylesine açılıyor ki, aklını bütünüyle yitirmemiş yoksul, üsttekilerin arasına sıçrayabileceğini asla hayal edemez.

Peki güncel acımasız kapitalizm rızayı nasıl üretiyor?

İnandırıcı seçeneksizlik

O üretmiyor. Alternatif kendini imha ettiği için insanlar akıntıya kapılmış gidiyorlar.

İnsanlığa sosyalistçe toplum hayatının vaat ettiklerini anlatmaları beklenen günümüz sosyalistlerinin en vahim handikapı, varolmuş -reel!- sosyalizm deneylerinin insanlığın hafızasında tuttuğu nâhoş yeri yok saymaları. Buna da hem bizzat o deneyler hakkında muazzam bir cehalet hem de sosyalizmin mümkün yegâne varoluş tarzının onlar gibi olabileceği yollu ufuksuzluk yolaçıyor.

Başka hayatî sebepler de var. Sosyalizmi devlet iktidarını ele geçirerek tepeden aşağı kurulabilecek bir disiplin mekanizması sanmak, yeryüzünden -ve ne yazık ki son ferde kadar her sosyalistin kafasından- silinemedi henüz. Kapitalist göz boyama, anti-komünist propaganda, sosyalizmin hem bireye hem topluma yönelik olarak içerdiği parlak ve zengin gelecek vaadini bütünüyle örtemez, çarpıtamazlar. O vaat bunun için fazla parlaktır. Ancak toplandığında içeride üç yüze yakın dolar milyarderinin biraraya geldiği “halk kongresi”yle, esir gibi muamele gören işçilerinin sırtında yükselmiş Çin “Halk Cumhuriyeti”ni kodamanlarının oğulları kızları Instagram’da lüks yatlardan fotoğraf paylaşan Çin “Komünist Partisi”nin yönetiyor oluşunu yok sayarak insanlara “komünizm aslında şöyle bir şeydir” demek, gerçekle bağını koparmış vahim aymazlık oluşunun yanısıra, bütün gelecek vaatlerinin baştan üzerine pislemek gibi bir şey.

Çok canlı bir örnekle meramı kısa yoldan anlatmak gerekirse: Nasıl DAİŞ/IŞİD artık hiçbir İslâmcının toplumsal geleceğe dair hiçbir vaadini kaale alınmaz kıldıysa, Kızıl Khmer’ler de sosyalizm cephesinde aynı şeyi yaptılar. Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku” rejimlerinin uğursuz gölgesiyle birlikte yeryüzüne köşe bucak uzanan zehirli iktidar havası, işçi sınıfı kahramanlarını konformist siyaset bürokratlarına, gözüpek Üçüncü Dünya gerillalarını menfaat düşkünü acımasız diktatörlere dönüştürdü, ama dünya çapında sosyalistler bütün bunlar hakkında doyurucu, açıklayıcı yaklaşım, özeleştirel tavır yaratamadılar. Enternasyonal eşitlik ideali gibi bir güzelliğin yüzüne kezzap atan Stalin’e hâlâ sosyalizmin kurucu babalarından biri muamelesi yapılabiliyor. Sosyalizmi sahiplenenler, temsil ettikleri şeyin belirli dönemle, belirli deneylerle, hele belirli laflarla sınırlı bir siyasî hedef olmayıp, insanlığın yüzyıllar boyunca bin türlü dile getirdiği, peşinden koştuğu eşitlik-özgürlük idealleri olduğunu kendilerine hatırlatmayı başaramadıkları için haliyle başkalarına da anlatamadılar.

Hakikate kapalılık, sosyalistleri hiçbir yerde hiçbir zaman güncel, sahici hiçbir siyasî gelişmeye etkide bulunamaz kıldıktan sonra ise, sosyalizm pratik bir gelecek vaadi, tavırlarda ifadesini bulan canlı, hareketli eleştirel yaklaşım olmaktan çıktı. Değiştirme iddiasında olduğu toplumunkini değil kendi gündemini takip eden, gelişmelerin dışından, baştan beri ve yalnız kendisinin bildiği doğruları tekrarlamakla yetinen sosyalist odağın kimseye cazip gelmesi, hele istikbale dair güven vermesi için sebep kalmadı. Son hızla bunalıma sürüklenildiğini fark edip çıkış yolları arayanları da, her ülkede kendisine ayrı mecralar ve kurumsallıklar bulan ana akım sosyalizm üzerine çullanıp boğdu.

Gereken

Oysa bugün dünyaya tam da vaktiyle Marksizmin yapabildiği gibi, bir kökten, toplu çözüm önerisi gerekiyor. İşe belki sosyalizm değil “sosyalistçe”den başlamalı. Meselâ sosyalistçe yaşansa, sağlıkçıların yeterli ekipman bulamaması diye bir mesele olamaz. Sosyalistçe ilkeler toplum hayatında daha etkili olsa, virüsü Marmaris’e, Bodrum’a taşımak için seferber olmuş orta sınıf daha bir kendini bilir, başkalarının hayatını hiçe sayan davranışları böylesine rahat benimseyemez, yapamaz. Sosyalistçe zihniyetin örgütleyeceği sağlık hizmeti, en yoksul bireyi dahi gözetir, güvenceye alır.

Uzatmayayım. “Serbest piyasa” gibi, gerçekte hiç varolmamış ve varolması imkânsız bir idealin arkasına sığınarak, düpedüz eşitsizlik ve ayrıcalık düzeni olan bir toplumsal sistemin kendini bu kadar uzun süre, böylesine rıza üreterek var edebilmesi üzerine oturup kafa yormak, eşitsizlik ve adaletsizlikten rahatsız olan, birey özgürlüğü ve toplumsal dayanışmayı birarada var edebilirsek insanca yaşanacağına inananlara düşer. Değişim dinamizmini hem temsil hem var etmesi gereken bu kesimin zaten her şeyi çözmüş, her şeyi biliyor, kendisine kulak verilse bütün meselelerin halledileceği sanısı içerisinde, etkisiz kalışı son bulmalı. Bugünler insanlığın belki de yeni bir hayat tarzına doğru ilerlediği günler. Henüz azıcık da utangaç şekilde “toplumsal dayanışma” kavramıyla ifade edilen şey, yalnız daha güzel ve güvenli hayat değil, belki de yedi buçuk milyarın üçünü dördünü -bugün bazı ufak başlangıç girişimlerini gördüğümüz şekilde- hunharca gözden çıkarmadan insanlığın yaşamını sürdürebilmesinin tek koşulu. Bunun ucundan kıyısından sezilmeye başlandığı günlerdeyiz.

Hakikat anlatıcılığına soyunmanın tam zamanı. Hakikat diye içinde yaşatıldığımız şeyin tek seçenek olmadığını, pekâlâ değiştirilebileceğini anlatmanın.

Tabiî bunun için evvelâ hakikatle komplekssiz ilişki kurabilecek hale gelmek lazım. Allah vere de idrak ve intibak süreci uzun sürmese.

Print