2024-10-10
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Kemal Burkay
 
TANRI VE ŞEYTAN...
2020-11-11 14:42
Kemal Burkay


Kemal Burkay

Değerli okurlar,
Bu yazımı 1997 yılında, yani 23 yıl önce yazmışım. Ama ilk kez yayınlanıyor. Kilerimde öylece duruyordu. Bazı nedenlerle bugüne kadar bekletmiş olmalıyım. Eski defterleri karıştırırken bir kez daha okudum ve neden yayınlanmasın ki diye düşündüm...

* * *
Bazen bu yazdıklarımız ne işe yarar diye düşünürüm. Kuşkusuz, sözün kılıç karşısında bir işe yaramadığını düşünenlerden değilim. Söz bazen kılıçtan da keskindir. Doğru söz insanlara doğru yolu gösterir; yalan ve fitne ise insanları şeytanın yoluna sokabilir.

Ama, “insanlara yol göstermekte kim daha etkin, tanrı mı, yoksa şeytan mı?” diye sorarsanız, orada dururum. Dünyada olup bitenlere, insanların işine bakınca bu soruya cevap vermek kolay değildir.

Tanrı insanlara doğru yolu göstermeleri için peygamberlerini gönderdi; ama şeytan da boş durmadı elbet; onun da adamları harıl harıl çalışıyorlar...

Örneğin savaş kimin işidir, tanrının mı, şeytanın mı? Tanrı yarattığı insanların acımasız kurtlar gibi birbirlerinin boğazına sarılmasını, birbirlerini kan revan içinde bırakmasını, kendi elleriyle kurup şenlendirdikleri kentleri köyleri yakıp yıkmasını ister mi? Buna gönlü razı olur mu?

Biz tanrının iyi yürekli olduğunu biliriz, öyle değil mi? Doğal olarak iyi bir dünya ve iyi yürekli, yardımsever, barışçı kullar isteyen bir tanrı neden savaş istesin?

Ama insanlığın başından beri savaş var. Daha on bin, yirmi bin yıl önceki klanlar, av alanlarını ele geçirmek ya da korumak için birbirleriyle savaştılar hep. Devletler ortaya çıkınca bu iş daha da organize biçimde, ordularla yapılır oldu. Gücü yeten ötekileri öldürdü, korkuttu, kaçırdı; malını talan etti, badenini köleleştirdi.

Çağımıza kadar sürüp geldi bu... Dünyamızı cehenneme çeviren Birinci ve İkinci dünya savaşlarının, savaş alanlarında mermiyle, süngüyle, topla toprağa düşen milyonlarca genç insanın, bombalanan kentlerin, toplama kamplarında çekilen acıların, yakılan canların anıları daha tazedir.

Tanrının bütün bunları istemiş olması, ya da bunu yapan insanların tanrının buyruklarına göre davranmış olması düşünülebilir mi?..

Besbelli bunlar, küçüklü büyüklü tüm dinlerin söylediğine göre, şeytanın isteyebileceği işler. Demek ki şeytan da boş durmuyor ve insanoğlunu kendi yoluna sürüklemekte oldukça başarılı...

Ben dindar değilim, ama dindar insanlara karşı önyargılı da değilim, onları hor görmem. Din insanoğlunun bir iyilik arayışıdır; ölümsüzlük ve adalet arayışıdır. Öte yandan, her dindar görünenin gerçekte dindar olduğuna da inanmam. Kiminde dindarlık salt aldatıcı bir örtü, bir maskedir. Dil başka yürek başkadır...

Evet, dindar değilim, bu nedenle tüm bu işlerin, iyilik ve kötülüklerin herhangi bir tanrının ve şeytanın marifeti olduğu kanısında değilim. Kanımca, bize göre iyi ya da kötü olsun, insan eliyle yapılanlar tümüyle insanların kendi eseridir.

Adem ile Hava öyküsüne inanmam, bilimsel evrim yasasına inanırım. Biz milyonlarca yıl içinde değişip evrilen maymunların devamıyız. Memeli hayvanların taşıdığı içgüdüleri şu ya da bu oranda taşırız. Onlar gibi besleniriz; ot da yeriz et de. Yerine göre yırtıcı, yerine göre şefkatliyizdir. Onlar gibi çoğalırız. Aşk ve çoğalma güdüsü doğanın bize verdiği bir duygudur. Onlar gibi korkar, bulunduğumuz yöreyi, hayat alanımızı ve neslimizi koruruz. Bazen bir hayvan gibi bencilizdir. Onlar gibi yaşama sevinci duyar, oynar, şarkı söyleriz.

İnsanoğlunun hayvandan farklı olarak bir akla ve dile sahip sahip olduğunu, alet yaptığını söyleriz. Aklı, bir başka deyişle zekâyı ise çevreye uyum sağlama olarak anlatırız. Eğer öyleyse, hayvanlar çevreye uyum sağlamakta bazen bizden daha usta değiller mi? Doğa bu konuda onları donatmamış mı? Örneğin soğukta kışın uykuya yatan bir yılan ya da ayı, mevsimlere göre göç öden kuş, önce tırtıl, sonra kelebek olmak üzere yumurta bırakan kelebek doğaya uyum sağlamakta bizden daha mı başarısız?

Ağını insanoğlunun en gelişkin tekstil makinasından daha ustalıkla ören örümcek, her yıl denizdeki binlerce kilometrelik yolu hiç şaşmadan gidip gelen kaplumbağa bizden daha mı az ustadır?.. Ya binlercesi birbiriyle şaşırtıcı bir uyum içinde çalışan, yuva yapan, yuvasını savunan, peteklerini ören ve balla dolduran arılar ve karıncalar bizden daha mı az sosyaldır?
Bize akıl veren doğa onlara da bizi şaşırtacak kadar mükemmel yetenekler sunmamış mı?

Dil eğer insanlar arasında bir anlaşma aracıysa, hayvanların kendi aralarında ve aynı zamanda bizlerle anlaşmak için çıkardıkları sesleri, koklaşmaları ve türlü davranışları nasıl açıklamalı? Kuşların dallarda, uzaktan uzağa birbirlerine türlü biçimde seslenişleri, bir köpeğin tehlike anındaki çılgınca havlaması ile sahibini görünce çıkardığı sesler, kuyruk sallayışı ve beden dili de bir anlaşma aracı değil midir?

Sabahları ve akşamları, gün doğup batarken neşeyle öten kuşların şarkılarıyla bizim neşeli ve kederli anlarda söylediğimiz şarkılar, yaptığımız danslar arasındaki fark ne? Hayvan yavruları da bizim yavrularımız gibi oynamayı sevmezler mi?..

Denebilir ki düşünme, muhakeme etme yetisi, diğer bir deyişle akıl, dil ve alet yapma, gelişim sürecinde bizi maymundan ayırıp bir üst gelişme düzeyine çıkardılar. Biz insanlar bu yetilerle ve binyıllar içinde yarattığımız uygarlıkla övünürüz. Ne var ki söz konusu yetiler ve söz konusu hünerler; bilim, sanat ve bunca ürün; bulduğumuz yazı, kurduğumuz kentler, bir balık gibi yüzdürdüğümüz gemiler, bir kuş gibi uçurduğumuz uçaklar bizi gereği gibi uygar etmeye yetmedi henüz. Birbiriyle savaşan, öldüren, acımasız, bencil, bir başka deyişle nesline ve öteki canlılara kötü davranan, doğayı ve doğal dengeyi bozan insan ne derece akıllı ve uygardır?

Kanımca, şu uygarlık işinde hâlâ yolun başındayız. Hâlâ bilinçsiz bir hayvan gibi yırtıcı ve vahşiyiz. Üstelik bu halimizle herhangi bir yırtıcıdan, bir aslandan, bir yılandan, alıcı kuştan bin kat, milyon kat daha tehlikeliyiz... Ürettiğimiz silahlar, zehirler, bozduğumuz doğal denge, kendi hayatımız dahil, dünyamızdaki tüm hayatı tehdit ediyor...

İyiliğe ve kötülüğe gelince, tümüyle kendi eserimiz olan bu işleri bazen tanrıya ve onun bize uygun bulduğu “alın yazısı’na, bazen de kötü yürekli şeytana bağlarız. Ne var ki tanrı da şeytan da içimizdeler, bizden bir parçalar, bunlar bizim birbirine zıt ve birbiriyle çekişen iki yanımız...

Kötülüklerden, bizi kötülüğe iten hırslardan, kinden, bencillikten, yalandan, benzer tutkulardan ve olumsuzluklardan arınıp dürüst, barışçı, sevecen, iyiliksever yanımız ağır bastığında, bir “însani kâmil” olduğumuzda tanrıya yaklaşırız. Tasavvuf felsefesinde buna “enel hak” denir. Bunun tersi ise bizi şetanlaştırır, iblisin dünyadaki somut varlığına dönüştürür...

Biz insanlar arasında her iki tür de var. Çoğu zaman da aynı insanda hem iyiliğin, hem kötülüğün izlerini görmek mümkün. Bir rubaimde şöyle diyordum.

Dostum, eşzaman ve hemmekândır insan ve yaban
Aynı bedende yaşar sofu kişi ve şeytan
O güzel düşlere yazık, toprak ham, zaman erkendi
Geçmişten aldın, geleceğe kalsın bu soylu tohum

Sonuçta insanlık nereye varacak? Dünyamızda barış, eşitlik, diğer bir deyişle güzel duygu ve düşünceler, güzel insanlar mı egemen olacak, yoksa hırsı dizginlenemeyen benciller, gözü doymazlar, savaşçılar, acımasızlar mı? Kestirmek zor.

Şu anda dünyanın hali hiç de iyi görünmüyor...


Print