Bu bir uygarlik krizidir…
Fikret Baskaya
1. Bu günün burjuva toplumlarinin gerisinde, her ikisi de az-çok eszamanli olarak XVIII. yüzyilin son çeyreginde ortaya çikmis iki devrim veya ‘kopus’ bulunuyor: Ingiliz sanayi Devrimi ve Büyük Fransiz Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldigi teknolojik temeli olustururken, ikincisi de politikanin nasil yapilacaginin kurallarini vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çikisi daha önceye rastliyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzi veya uygarlik modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasiyla [1492] basladigini söylemek mümkündür. Baska türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklasik bes yüz yol kadar gerilere gidiyor.
Ingiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yasam kosullarini tasfiye edip kapitalizmi dünyanin geri kalanina dayatirken, Fransiz devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarini tasfiye etti. Artik egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, gelenege ve dine dayali sistem geçerli olmayacakti. Insan haklarina ve ‘genel iradeye’ dayali bir yönetim tarzi geçerli olacakti. Geride kalan iki yüzyili askin dönemde, insan haklarini güvence altina almak üzere yürütülen özgürlük ve esitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] siniflarin burjuva egemenligini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarinin uyusmasi zaten mümkün degildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak genis toplum kesimlerini mülksüzlestirerek, yoksullastirarak, üretmek ve yasamak için gerekli araçlardan yoksunlastirarak, proleterlestirerek mümkündür. Dolayisiyla yasam araçlari küçük bir mülk sahibi [sermaye] sinifinin elinde toplandikça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinlesmeye devam ettikçe, Fransiz Devriminin temel sloganlari olan ‘özgürlük, esitlik ve kardeslik [fraternité] içi bosluktan kurtulamazdi ve kurtulamadi. Zaten esitligin olmadigi yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi siniflarin özgürlügüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak esitligi varsayar. Eger bir sistem esitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak esitsizlikleri daha çok derinlestirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarindan söz etmek abestir…
Gerçi kapitalizmin ‘yaratici yikicilik’ oldugu söylendi [J. Schumpeter ve baskalari] ama sistemin yikiciligi her dönemde yaraticiligina baskindi. Her asamada yaptigindan daha çogunu yikarak yola devam edildi ama insanlara yikilan, yok edilen degil, yapilan gösterildi. Insanlar daha çok yapilani görmeyi ‘yeglediler…’ Velhasil, burjuva egemenliginin demokrasi, özgürlük ve insan haklari… söylemiyle mesrulastirilmasi geride kalan yaklasik iki yüzyilin rahatsiz edici çeliskisiydi…
2. Kapitalizm, temel egilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Baska türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm kosullarinda üretimle tüketim arasindaki dogrudan bag kopmus durumdadir. Üretim kararlari anarsik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [mütesebbis] tarafindan veriliyor. Her bir kapitalis toplam arti-degerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir esik asildiginda üretilen mal stogu satilamiyor ve sistem krize giriyor. Asiri sermaye birikimi olusuyor. Iste kriz, bu sermaye fazlasini yok etme islevi görüyor. Eger kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savas devreye giriyor. Dolayisiyla krizler de, savaslar da kapitalizmde içerilmis [mündemiç] durumdadir. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaslarin, baska türlü ifade edersek, yikimin tarihidir… Krizler de iki sekilde tezahür ediyor: Yaklasik 3-5-7 yillik araliklarla ortaya çikan devrevi krizler ve 20-25-30 yila yayilan yapisal krizler. XIX. yüzyilda devrevi krizler daha sik ortaya çikiyordu. Zira o dönemde isçi sinifi tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayaniyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizligi durumu ortaya çikariyordu. XX. yüzyilda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- isçi sinifinin kapitalist isletmelerin mallarini daha çok tüketmesi, kamu personeli sayisinin artmasiyla talebin görece istikrara kavusmasi, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulmasi, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayisini azaltti hem de yogunlugunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dinamik ve egilimler var oldukca, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldirmak için yeterli olmazdi…
3. II. Emperyalistler arasi savas sonrasinda kapitalizm üç odak tarafindan ‘uyumlanmaya’ zorlandi. Emperyalist ülkelerde isçi sinifinin pazarlik gücü fasizmin yenilgiye ugratilmasiyla artti. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alinan vergiler dolayisiyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçli harcamalar büyüdü. Bunun anlami sermayenin kâr oranlarinin düsmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr orani düsüktür… Ikincisi, sömürge halklari kolonyalizme bas kaldirmislardi ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardi. Üçüncüsü de ‘planli ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varligiydi. Bu üçünün yarattigi baski, sermayeyi ödünler vermeye zorlamisti. Savasin ortaya çikardigi yikimin sonucu olan genisleme 1960’li yillarin sonuna gelindiginde sinirina ulasti ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz’ degildi. Artik kapitalist dünya sistemi yapisal krize girmisti. Neoliberal saldiri sonucu söz konusu üç odak etkisizlestirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettigi mevzileri birer birer geri almayi basardi. Reel ücretler düstü, sosyal harcamalar kisildi, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist isletmelerin çogu ‘ucuz isçi cenneti’ denilen Çevre ülkelere tasindi, borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve esit olmayan ticaret sayesinde deger transferi, yani Güneyin yagmasi derinlestirildi, bizde bir zamanlar KIT denilen Kamuya ait ekonomik isletmeler özellestirildi, daha sonra özellestirme tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarini da [egitim, saglik, iletisim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi… Artik sermayenin bir kâr alani ve aracina dönüstürmedigi hiçbir sey kalmamisti… Dünyanin her yerinde isçi örgütleri etkisizlestirildi, tabii kâr oranlari yükseldi… Gelir dagilimi mülk sahibi [sermaye] siniflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettigimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldi. Kapitalist rasyonellige uygun olarak yatirilmasi [degerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir ‘sermaye fazlasi’ ortaya çikti. Bunun anlami sermayenin degersizlesme riskiyle karsi karsiya gelmesidir… Iste finanslasma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandi. Bu, parayla para kazanma çilginligiydi ama ‘bilimsel’ söylem baska dili konusuyordu…
Krizin genellestigi ve tüm ekonomileri etkisi altina aldigi 1974-75 sonrasinda sermaye lehine yapilanlar, kâr oranlarini restore etmeyi basarsa da, bunu ekonominin temelini asindirma pahasina gerçeklestirebildi. Pesi sira gelen bir dizi finansal krizin ardindan, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadigi ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadina yetisti, kamu kaynaklari oligopollere [büyük sermaye gruplarina] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor…
Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz degil
4. Artik kapitalizmin derinlesen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret degil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasiyla ilgili bir durum da söz konusu degil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sinirli olsaydi, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebilecegi söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yasamin tüm veçhelerini kapsar hâle gelmis durumda… Sadece finansal-ekonomik kriz degil, ayni zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gida maddeleri [beslenme] krizi, insan iliskileri krizi, politik kriz, kent krizi, egitim krizi, aile krizi, vb… Velhasil ‘krizler’, insan ve toplum yasaminin tüm veçhelerini kapsar duruma gelmis bulunuyor… Netice itibariyle bir uygarlik krizi ki, uygarlik krizi söz konusu oldugunda, geçerli durumu tanimlamak, adlandirmak için uygun kavram veya kelime de artik kriz degil, dekadans olabilir. Bilindigi gibi latince cadere’den türetilmis bir kavram olan décadence, çöküs baslangici anlamindadir. Ekseri Roma Imparatorlugunun uzun zamana yayilmis çöküsüne gönderme yapiliyor. Eger hastalik bünyenin tamamini sarmissa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artik yeterli degildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayi ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüs imkân dahilindedir. Ortaya çikan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildigindeyse, artik onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadigi bir durumdan söz ediliyor demektir… Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküs baslangicidir ve geri dönüsü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sinirlar içinde yavaslatilabilir ama asla geri döndürülemez… Zira söz konusu olan zamana yayilmis bir çöküstür… Simdilerde burjuva uygarliginin içine sürüklendigi durumdan çikis artik mümkün degil. Zira burjuva uygarliginin kendi çeliskilerini asma yetenegi yok, üstelik insanliga teklif edecegi bir sey de yok… Zaten uygarliklarin kendi iç çeliskileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].
Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi oldugunu söylemek degildir. Toplum yasami insan yasamindan daha uzundur. Söylemek istegimiz su: artik geri dönüsü olmayan bir yola girilmistir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküs olmakla birlikte, sürecin nasil seyredecegi, egemenler cephesiyle, egemenlik altindakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karsisinda alacaklari tavra bagli olacaktir. Bu süreçten zarar görenler, yasami savunmakta ve kurtarmakta çikari olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardi, dekadans durumu asilabilir, araç ve rotasi vakitlice degistirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yoklugunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattigi çürümekte olan düzeni asma iradesinin yoklugu veya yetersizligi, dekadansin varlik nedenini olusturuyor. Ne yazik ki, gönüllü kölelik durumu simdilik asilmis degil. Insanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarligi dahilinde durumlarinin iyilesecegini saniyor. Hiç degilse öyle düsünenler çogunlukta… Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu… Eger geç kalinirsa, ekolojik dengenin daha da bozulmasi kaçinilmaz ki, bunun anlami canli yasamin temelinin hizla asinmasidir. Zaten kritik esigin asilip-asilmadigi tartismali ama henüz asilmamis bile olsa, bu yolun sonunda asilmasi mukadder… Bu kadarini yapan neden sonunu getirmesin?
Iki seçenekten biri…
5. Insanligin ve uygarligin ulastigi ‘kritik esik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü egilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef simdilik hakim egilim bu yönde. Bunun sonucu, basta ekolojik yikim ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinlesmesi, müzminlesmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattigi sorunlari çözme, krizleri asma yetenegi yok. Üretimin yönü, tüketim aliskanligi, yasama tarzi, dogaya ve insana bakisin radikal olarak degismedigi kosullarda, aracin beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçinilmazdir. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacagimiz XXI. yüzyil fasizmleri, her türden otoriter rejimler, siki yönetimin siradanlasmasi, emekçi siniflara yönelik katliamlarin, kiyimlarin ve siddetin derinlesmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal disi degildir. Zira, kitle imha silahlari çoktan insanligi ve uygarligi yok edecek büyüklüge ulasmis bulunuyor. Velhasil, insanlik ve uygarlik kitle imha silahlarinin [nükleer kazalar, nükleer savas riski basta olmak üzere], son dönemde sayilari ve yogunlugu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneginden yoksun rejimlerin girdabinda koyu bir barbarliga sürüklenebilir…
Ikinci seçenek, sistemin krizini bir sansa ve olanaga dönüstürmekte çikari olan genis emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü degistirmek üzere sahneye çikmasidir. Baska türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmis geçerli paradigmanin disinda alternatif bir uygarlik projesi ortaya koymasidir… Eger bu basarilirsa – ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, esitligi, özgürlügü, kardesligi, dayanismayi, dogaya saygiyi, bölüsme ve paylasma bilincini esas alan, kavramin jenerik anlaminda komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarina gerçeklesecek bir sey degildir. Ancak uzun bir geçis döneminden söz edilebilir. Uygarlik krizi derinlestikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale sansi ve yetenegi de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapilmasi da büyük öneme sahip olmak kaydiyla… Solun simdilik bir alternatif toplum ve uygarlik projesi olmasa da, dünyanin her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler… alternatifin olusmasi yönündeki arayislara bir temel olusturuyor diyebiliriz. Geçis döneminin baslangicinda özgürlükler alanini genisletmek ve özgürlügü bir retorik olmaktan çikarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar kesfetmek, sosyal esitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanismayi ete-kemige büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç olusturmak, hiyerarsik olmayan, demokratik isleyisi esas alan yatay örgütlenme modelleri gelistirmek, demokrasiyi içsellestirmek, burjuva uygarliginin unutturdugu dogada yasadigimizi hatirlamak ve geregini yapmak, uzun geçis için iyi bir baslangiç olabilir… Tabii inandirici, uygulanabilir, güven veren projelerle insanlarin karsisina çikmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptigi gibi ‘biz gelirsek isler yoluna girer’ aymazliginin bir kiymet-i harbiyesi yoktur. Dönüstürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanilabilir. Tabii politika yapmanin yeni araç ve yöntemlerinin de kesfedilmesi sartiyla… Itibar edilmemesi gereken bir sey de, geleneksel solun tüm sorunlarin çözümünü iktidarin ele geçirilmesi anina erteleme aymazligidir. Degistirme ve dönüstürme, yeniyi yaratma, belirli sinirlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mi? Bu da, kapitalizmen çikisin bu günden baslatilmasinin mümkün ve gerekli olmasi demektir…
Iste size bir örnek…
6. Simdilerde insanlik, sürekli olarak derinlesen, çesitlenen ve birbirlerini azdiran bir krizler sarmalina hapsolmus durumda. Gida krizi bunlarin özel bir öneme sahip olani, zira insan yasamini dogrudan angaje ediyor. Neoliberal küresellesme çaginda insan haklarindan çok söz ediliyor. Beslenme, karnini doyurma hakki insan haklarina dahil degil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayilmiyor… Aksi halde her bes saniyede on yasin altinda bir çocuk açliktan ölmezdi… Bir milyar insan da açikça açlik sinirinda yasamazdi… Öyleyse neden insanlar açliktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemedigi için mi? Birlesmis Milletler Gida ve Tarim Örgütü [ FAO], dünya tariminin 12 milyar insani besleyebilecegini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kisiden biri açlikla cebellesiyor! Neden? Nedeni çok açik, emperyalist ülkeler tarimsal dumping uygulayarak, dünyanin geri kalanindaki [Güneydeki] tarimsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtigimiz yil kendi tarimlarina [ üretim ve ihracat asamasinda] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptilar. Bu sübvansiyonlu tarim ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da baska bir Güney ülkesinde nasil bir manzara ortaya çikariyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satilmasi demektir. Yerli tarim bu saldiri karsisinda varligini sürdürebilir mi? Afrika’daki açligin birinci nedeni bu. Ikincisi, sanki dogrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüs gibi, Afrika topraklari çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafindan ya satin aliniyor ya da 99 yilligina kiralaniyor ve insanlar topraklarindan kovuluyor… Geçen yil 41 milyon hektar verimli topragin satildigi veya kiralandigi söyleniyor… Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettiklerinde karsilarinda silahli güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar… Topraklarindan kovulan bu insanlarin ‘barinabilecegi’ yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçlari 2009 yili sonunda 2100 milyar dolardi ve ihracattan sagladiklari gelirin nerdeyse tamami faiz ödemelerine gitti… Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyati üç kat artmisti… Gida maddeleri fiyatlarinin yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklik yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asil neden de degildi. Asil iki neden, gida maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakit [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gida fiyatlarini %37 oraninda yükselttiler. Geçen yil sadece Amerikalilar 144 milyon ton misirdan ve bir kaç yüz milyon ton bugdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yilinda ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakit üretmek için kullanildi ki, dünya hububat üretiminin %14’üne esit… Bu, gida maddesini yakmaktan baska nedir? Eger bunlar her 5 saniyede bir çocukun açliktan öldügü, her 7 kisiden biri açliga mahkûm edildigi bir dünyada yapiliyorsa, hangi insan haklarindan söz ediliyordur?
Gida maddeleri mülk sahibi siniflarin elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon araci olmaya devam ettikçe, sermayenin çikari insanlarin temel ihtiyaçlarinin tatmin edilmesinden ve yasamdan daha önemli sayildikça, açlarin sayisinin artmasiyla, egemen siniflarin sürdürülebilir kalkinma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir…
7. Kapitalizm, iki egilime göre isliyor: Birincisi, mülk sahibi siniflarla mülksüzlestirilmis siniflar arasindaki farki her seferinde daha çok büyütüyor, derinlestiriyor; Ikincisi, sermaye sinifi içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koydugu kaynagi büyütüyor. Bunun anlami, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklasmasi, baska türlü ifade edersek, krizin kaçinilmaz olmasidir. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmus gibi yapilarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün degildir. Geçerli düsünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayisiyla ‘yasaklanmis, korunmus’ alandaki bir seydir. Bu da mülkiyet kavraminin bulaniklastirilmasiyla saglaniyor. Sirtimdaki ceket, üzerinde oturdugum sandalye, cebinizdeki çaki, bir çiftçinin küçük topragi, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla… bir çok devletin sahip oldugundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip oldugu üretim araçlari sanki ayni seymis gibi bir algi yaratilmis durumda… Oysa, yasam için gerekli olan seyler mülkiyet tanimina dahil edilemez. Mülkiyet baskasinin emeginin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktir… Mülkiyetin kutsandigi, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildigi bir dünyada, insan haklarindan, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek degil midir? Sosyal esitligin olmadigi yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük degil midir? Deniyor ki, senin özgürlügün, benim özgürlügümün bittigi yerde baslar! Üçyüz bin dönüm verimli topraga sahip olanin özgürlügü nerede baslar nerede biter, üçyüz metre kare topragi olanin özgürlügü nerede baslar nerede biter? Dünyanin en zengin ‘isbitirici’ kapitalisti Meksikali Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlik serveti var. Iyi de sadece 74 dolari olanin özgürlügü nerede baslayip nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek ayni zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmedigi yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten baska bir sey degildir, dolayisiyla bir kiymet-i harbiyesi de yoktur… Demek ki, ise, seyleri adlariyla çagirarak ve seylere dair gerçegi söyleyerek baslamamiz gerekiyor…
Fikret Baskaya