Bir Erivan-Mardin-Duhok yolculugu
Erivan’da bir ‘Zaza Konferansi’
Ekim ayi baslarinda degerli muzisyenimiz Mikail Aslan, telefonda ‘Erivan’da Kirmanclar (Zazalar) üzerine bir konferans düzenleniyor, bir tanidik bana katilabilecek kisilerin isimlerini sordu, ben de senin adini verdim,’ dediginde, içimden ‘çok tuhaf’ demekten alamadim kendimi. Gerçekten de tuhaf bir durum ile karsi karsiyaydik. Erivan Ermenistan’in baskentidir. Bu ülkede kirmanclarin (Zazalarin) yasamadigini biliyorum. Hal böyle iken orada Kürtlerin bu kesimi ile ilgili konferans düzenlenmesi pek te normal bir durum sayilmazdi. Sayilmazdi ama kimi Ermenilerin ylilardir, ‘Zazalar Kürt degiller’ hatta ‘Kürt degil Ermenidirler,’ görüsünü yayginlastirmak için harcadiklari çabanin yabancisi olmadigim için, bu is bana sasirtici gelmedi.
Adi ‘The Zaza People: History, Language, Culture, Identity’ (Zaza Halki: Tarih, Dil, Kültür ve Kimlik) olan Konferans ‘The International Journal Iran and the Caucasus (Uluslarasi Iran ve Kafkasya Dergisi)nin yayina baslamasinin 15. Yili kutlamalari çerçevesinde düzenlenmisti.
Sonraki günlerde konusma özetleri ve program elime geçtiginde, onun politik amaçlarla düzenlenen bir konferans olduguna iliskin kanimin ne kadar hakli oldugunu gördüm. Ve önce tereddüt ettiysem de sonradan katilmaya karar verdim.
Erivan’a yolculuk
Erivan yolculugum 27 Ekim 2011 günü, Van depreminin yaratigi üzücü bir ortamda basladi. Yolculuk, önce Berlin’den Prag’a, oradan da Erivan’a uçarak gerçeklesti.
Erivan’a vardigimda saat sabaha karsi 04.15’ti. Vize bürosuna ugrayip gerekli formlari doldurmak, Erivan Havaalani’nda yaptigim ilk is oldu. Dogrusunu söylemek gerekirse bu is tahmin ettigimden daha kisa sürede gerçeklesti. Ama sira pasaport kontrolüne gelince, çabukluktan eser kalmadi ve yüzün üzerinde yolcu, bilmedigimiz bir nedenle, en az bir saat beklemek zorunda kaldik. Bu arada, kontrol noktalarinin bulundugu yerden bir kaç kez bagirtilar geldi fakat Ermenice bilemedigim için ne oldugunu anlama sansim olmadi. Sonra ise kontrol isi 12 noktada birden basladi ve oldukça hizli bir sekilde sonuçlandi.
Pasaport kontrolünden sonra valizimi alip disariya çiktigimda, saat 06’ye yaklasiyordu. Gözlerim, hemen beni beklemesi gereken Hamo’yu aradi ama bosuna. Hamo, ortalikta yoktu. Telefon açtim fakat yanit alamadim. Telefon kapaliydi.
Onu bulamayinca yapabilecegim tek seyi yapip taksicilere yaklastim. Gidecegim otelin adi ‘Tüfenkyan’di, onu biliyordum ama elimde adresi yoktu. Sordugum taksicilerden kimi oteli tanimiyor, kimi ise ayni adla iki otel oldugunu söylüyordu.
Derken iki kisi önüme düstü ve yola çikmak üzere taksiye davet ettiler beni. Biraz yürüdük, ne var ki önüme düsenler duraktaki taksilerden biri yerine kapali garajda bekleyen sivil bir arabaya yaklastilar. Onu görür görmez, gitmekten vazgeçtigimi söyledim, hiç itiraz etmediler ve yine birlikte duraga geri geldik. O iki kisi durak yöneticisi ile konustuktan sonra uzaklastilar. Anlasilan kaçak taksicilik yapanlar vardi.
Bir süre konusup tartistikta sonra nihayet taksilerden birine bindim ve otele gitmek üzere havaalanindan uzaklasmaya basladim.
Bu yolculukta ilk soru, biraz Ingilizce bilen taksiciden geldi. Erivan’a daha önce gelip gelmedigimi ögrenmek istiyordu. ‘Hayir’ yanitini verince de ‘Erivan çok güzel bir kenttir,’ diye ilave etti.
‘Nüfusu ne kadar?’
‘Bir milyon civarinda’.
‘Ermenistan’in toplam nüfusu?’.
‘Üç milyondan fazla, dört milyona yakin’.
Sorulu yanitli sohbetimiz sürerken sözü ekonomiye getiriyor ve ‘Ekonomik durum nasil?’ diyorum. ‘Aslinda kötü degil, iyi ama hükümet para yok deyip duruyor. Bana kalirsa hükümet dogru söylemiyor, para var fakat inkar ediyorlar. Rüsvet çok’.
‘Rüsvet mi dedin?’
‘Evet, rüsvet var hem de çok’.
Soförümüz uzunca bir süre Belçika’da kalmis. Ailesi hala da orada. Esi ve çocuklari Belçika’da olmalarina ragmen kendisi buraya gelmis, sansini kendi ülkesinde denemek istiyor. Sonraki günlerde, baska ülkelerden Ermenistan’a dönmüs birçok kisi ile karsilasiyoruz. Anlasilan diyaspora Ermenileri arasinda böyle bir egilim var.
Ne var ki Ermenistan’dan baska ülkelere göç çok daha fazla. Özellikle gençlerden firsati bulan kaçiyor. Su an ülkenin karsilastigi en önemli sorunlardan bir buymus.
Bu arada telefonum çaliyor ve karsima Hamo çikiyor. ‘Havaalaninda seni bulamadim, niye gelmedin?’ diye soruyorum, karsilik olarak ‘Ben oradayim, sen gözükmedin?’ diyor. Meger müzisyen Cemil Koçgiri de ayni saatlerde gelmis. Hamo, onun isleri ile mesgul olurken, içeride bir büroya gitmis ve dogal olarak görüsememisiz. Beklemeden telefonu taksi sürücüsüne veriyorum, oteli tarif ediyor, yola devam ediyoruz.
Kent merkezini geçip yokus boyunca epeyce gittikten sonra bir otel için oldukça küçük sayilacak bir binanin önünde duruyoruz. ‘Geldik’ diyor soför. Inanmamis bir havada ‘Otel burasi mi?’ diye soruyorum.
‘Evet burasi’.
‘Bir yanlislik olmasin?’
‘Hayir hayir, burasi’.
Parasini ödüyor ve iniyorum. Az sonra Hamo karsima çikiyor. Cemil de orada. Odaya çikiyoruz, saat 07.00. Uyumak için sadece bir saatlik zamanimiz var. Nitekim saat 08.00 de telefon çaliyor ve uyaniyoruz. Kahvalti salonuna indigimizde, Konferansa katilmak üzere Türkiye ve Kürdistan’dan gelmis olanlarla karsilasiyorum. Bilal Zilan disinda içlerinden kimseyi sahsen tanimiyorum ama çogu ile giyaben tanisiyoruz. Neseli bir kahvaltinin ardindan otobüse binip konferansin yapilacagi Congress Hotel’e dogru yola çikiyoruz.
Daha sonraki günlerde anlatilanlardan ögreniyoruz ki Erivan üç bölümden ibaret sayiliyor. Daha dogrusu ‘üç katli!’ bir kent burasi. Ilk bölümü ya da kati ovada olan kisimdir. Buraya zemin kat ta diyebilirsiniz. Onu hafif yamaçlardan olusan ikinci kat, onu da dik yamaçlardan olusan üçüncü kat izliyor. Bizim otelimiz en yüksegi olan 3. kattadir.
Içerigi ile bize hayli yabanci bir konferans
Kayit islemlerinden sonra toplanti basliyor. Gün 28 Ekim. Açilista konusanlar dogal olarak düzenleyiciler oluyor. Tümü ayni ortak noktaya vurgu yapiyorlar: ‘Zazalar bir Kafkas halkidir!’ Tabi bunun arkasinda gizli asil vurgu, ‘Zazalar Kürt degiller,’ oluyor.
Türkiye ve Kürdistan disindan gelenlerle öteki bir-iki kisi disinda kalan katilimcilarin ayni anlayista olanlardan olusmasi, bastan beri dikkatimi çekiyor. Sonradan anliyoruz ki Konferans düzenleyicileri, Türkiye’den gelen grubun, Kirmanclarin (Zazalarin) etnik kimligi ile ilgili görüslerini bilmeden kendilerini davet etmisler ve tabi bu da amaçlariyla uygun bir durum degildi.
‘Zazalar Kürt degiller’ anlayisina sahip olanlarin tebligleri de içerik olarak yetersiz hatta bilimsellikten uzakti. Diyelim ki Kirmanca (Zazaca)dan bir harfi ya da kelime seçiyor, bunun Kafkas dillerindeki harf ya da sözcüklerle yakinligini dile getiriyor ve bundan hareketle Kirmanccanin bir Kafkas dili, Zazalarin bir Kafkas halki oldugunu iddia ediyor. Diyebilirim ki bu çizgideki konusmacilarin büyük çogunlugu, Kirmancca (Zazaca) konusan halkla ilgili siradan bilgilere dahi sahip degillerdi. Konferans programinin adeta merkezine oturtulmus olan Dersim ile ilgili bilgiler bakimindan da durum farkli degildi. Bir kere bölge olarak Dersim’de Kirmancca konusanlar kadar, Kurmancca konusanlarinlar da yasamakta oldugu gerçegi sürekli göz ardi edilmek istendi. Dini inanç dahil gelenek ve töreler, yasam tarzi bakimindan bu iki kesim arasinda herhangi bir fark olmamasina ragmen, onlar Dersim ile ilgili sunumlarda bir gözlerini hep kapali tuttular. Dersim kültür ve geleneklerini sirf Kirmancca konusanlara aitmis gibi göstermek için ter döküp durdular.. ‘Zaza Aleviligi’ terimini de yine onlar sayesinde ilk kez bu konferansta duyduk.
Benim konusmam ilk gün ögleden sonraydi. Bu konusmada yaptigim ilk is, konferansin adinin yanlisligina vurgu yapmak oldu. Çünkü konferansta ‘Zazalar’ dense de asil tartisma konusu Dersimlilerdi. Dersimliler ise geleneksel olarak ‘Zaza’ degil, ‘Kirmanc’ terimini etnik kimlik olarak kullaniyor ve dolayisiyla de ‘Zaza’ terimi bu yöre halki için bir etnik kimlik adi teskil etmiyordu. Beri taraftan, ‘Kirmanc’ ise pratikte sadece ‘Kirmancca (Zazaca) konusanlari degil, Kürdistan’in degisik yörelerinde Kurmancca ve Soranca konusan Kürtler için de kullanilan bir etnik kimlik adiydi.
Üzerinde durdugum ikinci nokta, Kirmancca konusan halkimizla ilgili olarak yapildigi gibi, politik amaçlarla bir halka disaridan kimlik bulma çabalarinin yanlisligina ve hatta sakincalarina dikkat çekmek oldu. Bu tutumun, o halkin iradesine haksiz bir müdahale oldugunu, bu bakimdan kendi dili, kültürü ve kimligi ile ilgili karar verme hakkinin sadece halkimizin kendisine ait oldugunu çok açik sekilde dile getirmek oldu.
Üçüncü asamada ise hem tarihi örneklerle hem de Kirmanclarin son yüz yilda Kürt ulusal kurtulus mücadelesindeki rollerine dikkat çekmek suretiyle, bu lehçeyi konusanlara Kürtten baska bir etnik kimlik bulamanin temelsizligini ortaya koymaya çalistim. Bu arada, Türk devletinin Kürtleri bölmek ve mücadelelerini güçten düsürmek amaci ile ‘Zazalar Kürt degil’ tezine sarildigini, günümüzde bunu bir kampanya seklinde sürdürdügünü de belirttim.
Dersim’de Kirmancca ve Kurmancca konusan halkin iç içe yasadigini, lehçeleri disinda ekonomik, sosyal ve dini inanç dahil kültürel olarak aralarinda her hangi bir farklilik bulunmadigini belirtmek, üzerinde durdugum temel noktalardan bir digeri oldu. Kaldi ki pek çok Kürt asireti, bir yerde Kirmancca konusurken baska bir yörede Kurmancca konusuyordu. Bir yörede Alevi iken baska yörede Sunniydi. Sirf bu nedenle de olsa iki lehçeyi konusan halk arasinda ulusal kimlik açisindan ayirim yapmak gerçekle bagdasmazdi.
Sonraki iki gün içerisinde çogu Artuklu Üniversitesinden gelmis genç arkadaslar; Serdar Yildirim, Nadire Güntas Aldatmaz, Mehmet Ali Demirag, Nazmi Çiçek, Bilal Zilan, Adnan Oktay, Zübeyde Demirel, Nevzat Anuk ve Ahmet Kirkan, birbirinden güzel sunumlarla hem dil, kimlik, edbiyat ve kültürel açidan hem de Kirmancca (Zazaca) ile ilgili olarak yapilmakta olan çalismalar yönünden toplumumuzu tanitmis oldular; Türk asimilasyon politikasinin somut sonuçlarini, toplumuzdaki kimi sosyolojik degisiklikleri göz önüne serdiler.
Yerinde müdahaleler ve somut verilere dayali olarak verdigimiz bilgilerle konferansi düzenleyenler umduklari sonucu elde edemediler. Tersine kendi görüslerinin ne ölçüde temelsiz, toplumumuzun gerçeklerine ne ölçüde uzak oldugu ortaya çikmis oldu. Bu nedenle de toplantiya katilmanin çok yararli oldugunu rahatça söyleyebiliriz. Öteden beri bu tür toplantilara katilmayi reddetmek yerine, onlarda yer almanin dogru ve gerekli bir tutum oldugunu söyleyenlerdenim.
Ermeni televizyonunun çirkin tutumu
Ikinci günün aksami, bir ara televizyonda katildigimiz konferanstan bahsedildigini gördük ve görür görmez de sesimizi kesip bakmaya koyulduk. Ancak, program Ermenice oldugu için bir sey anlayamadik. Hakkinda konusulan halk, bizim halkimiz olmasina ragmen bizlerden tek bir söz bile aktarilmadi. Televizyonun mikrofon uzattigi kisiler, konferans düzenleyicilerinden üç tanesi ile onlara paralel düsünen bir Italyandi. O an yanimizda bulunan Ermenistan Kürtleri, konusanlarin ‘Zazalarin Ermeni olduklarini söylediklerini’ belirttiler.
Televizyonun yaptigi elbet komik, komik oldugu kadar da basin ahlaki ile bagdasmayan çirkin bir seydi. Dili, kültürü, tarihi ile bir halki konu edinen bir konferanstan bahsedeceksiniz ama o halktan katilimcilarin görüslerine bir tek kelime ile bile deginmeyeceksiniz. Bu da ‘Kafkas Demokrasisi’ olsa gerek!
Neyse ki Koçgirili müzisyen Cemil Qoçgiri ile Ermeni sanatçilar iki aksam sunduklari kisa müzik programi ile konferansa renk kattilar, ona hakim olan can sikici ortami biraz olsun dagittilar.
Kent olarak Erivan, müzeler, Soykirim Aniti
28 Ekim günü, beni otele götüren taksi soförünün de söyledigi gibi Erivan hayli güzel bir kent. Kesme tasli duvarlari ile oldukça hos mimari özelliklere sahip bina sayisi bir hayli fazla. Caddeler genis ve temiz. Ne var ki kahverenginin hakim oldugu binalar bir süre sonra montonlasip sikici olmaya basliyor. O kadar ki kaldirimlarda hayli bol olan agaçlar bile bu monotonlugu gözden uzak tutmaya yetmiyor.
Erivan’da dikkatimizi çeken diger bir nokta, caddelerdeki tenhalik ve durgunluktu.
Konferansin ikinci günü Tarih Müzesi’ne, üçüncü gün ise I.S. VI. Yüzyildan kalma Geghard Kilisesi’ni gezmek, kuskusuz Erivan’daki programimizin en ilginç noktalariydi. Elbet, Erivan’a gelipte Soykirim anitini görmeden gitmek de bizim için büyük bir eksiklik olacakti. Bu yüzden de konferansin üçüncü günü, Kürt katilimcilar olarak bu yöndeki istemimizi konferansi organize edenlere ilettik ve programda olmamasina ragmen 6 kisilik bir grup halinde onu görmeye gittik.
Kabul etmek gerekir ki bu aniti gezmek, bizler için benzer baska yerleri gezmekten çok farkliydi. Çünkü bizler, 1915’te yaratilan bu büyük insanlik trajedisinin yasandigi topraklarin çocuklariyiz. Hepimiz, su veya bu sekilde, dünyanin gözleri önünde soykirima ugratilmis olan bu halka ait anilarla büyüdük. Ondan da öte, çevremizdeki birçok yerlesim biriminin adi bu gün hala da Ermenicedir. Içimizde, büyüklerinden Ermenilerle ilgili hikayeler dinlemeyen yok gibi. Üstelik, 1915 soykirimi sirasinda Ermeni kardeslerine yardim elini uzatan Kürtler oldu ama bizzat bu insanlik suçunun islenmesinde rol üstlenen Kürt egemenlerinin sayisi ve yaptiklari da unutulacak gibi degil.
Kuskusuz, bu trajedinin gerçeklestirilmesi kadar, onun, günümüzde hala politik nedenlerle uluslararasi alanda geregi gibi kabul edilmemis olmasi da büyük bir trajedi, utanç verici bir durumdur.
Ekonomiye dair bir kaç söz
Ermenistan’a adim atar atmaz, firsat buldukça çevremdeki insanlara ekonomik durum ile ilgili sorular yönelttim. Aldigim yanitlarin beni ulastirdigi sonuç su oldu:
Her seyden önce Ermenistan hem cografi ve hem de nüfus olarak küçük bir devlet olmanin dezavantajlarini yasiyor. Bu ülke, yeralti kaynaklari bakimindan kayda deger bir zenginlige sahip degil. Endüstri yok denecek kadar zayif. Buna karsilik nakliyecilik ve ticaret, Ermenilerin hayli aktif olduklari iki alani olusturmaktadir. En büyük ticaret ortaklari kuzeyde Rusya güneyde ise Iran’dir. Zaten nakliyeciligin de asil olarak yöneldigi yerler bu ikisidir.
Hayvancilik ve tarim, ticaretten sonra ki iki büyük ekonomik sektörü olustururlar. Bir süre önce çikartilan bir yasa, tarim arazilerinin yüzde 80’ìnin, 40 dolayinda olan aile tarafindan satin alinmasina neden olmus. Yani Ermenistan’da tarim ‘monark’ denilen 40 aile ya da isletme grubunun elindedir. Bundan da öte ülke ekonomisi bir bütün olarak diyaspora Ermenilerinin denetimindedir. Dolayisiyla politikada da bu kesim çok etkin durumda bulunuyor. Ermenistan’da diyasporaya ragmen her hangi bir hükümetin her hangi bir konuda ciddi kararlar alip uygulamasinin olanaksizligi degisik kisiler tarafindan dile getirildi.
Ekonomik ve askeri olarak ülke Rusya’ya çok bagli gözüküyor. Konferans katilimcilarindan Avustralyali Prof. Gary Trompf, bir sohbetimiz sirasinda ‘Bu ülkede ekonomi diye bir sey yok. Burasi Rusya’nin bir vilayeti gibi,’ diyerek mevcut bagimliligi dile getirdi. Ermenistan-Türkiye sinirina da Rus ordusuna bagli askeri birlikler yerlestirilmis. Yani bu siniri onlar koruyorlar.
Tarih ile ilgili abartmalar
Konferans süresince degisik çevrelerden kisilerle karsilastik; onlarla çesitli konularda sohbet ettik, söylenenleri dinledik. Konustuklarimiz arasinda Türkiye’den Ermenistan’a göç etmis olanlar da vardi. Bu iliski, bazi önemli gözlemler edinmemize yardimci oldu.
Konustugumuz Ermeniler içerisinde, bölge tarihini ve uygarliklarini adeta sadece Ermenilere mal eden bir anlayis sik sik karsimiza çikti. Bir bakiyorsunuz adam çok bilgiç pozlarda, eski Misir’daki günes kültürünün aslinda Ermenilerden alindigini söyleyebiliyor. Zerdüstlügü Ermeni kültürünün bir parçasi olarak sunabiliyor. Bir keresinde, bu tarz ‘sohbetine’ kulak misafiri oldugum birine: ‘Misir uygarligi Ermenilere ait oldugu söylenen uygarliklardan daha eskidir. Dolayisiyla da söyledikleriniz tartisma götürür. Acaba bahsini ettiginiz seyleri Ermeniler Misirlilardan almis olamazlar mi? Zerdüstlük bakimindan da durum farkli degil,’ deyince, hayli sert ve bilgiç bir tarzda karsilik ‘söyledigin gibi degil’ dedi. Bize tarihçi olarak tanitilan adamin saçmaliklarini daha fazla dinlememek için yanindan ayrildim.
Ister geçmis, isterse günümüze ait olsun; Kürdistan’la ilgili hangi gelenek ve töreden, hangi pozitif olaydan bahsedersiniz ‘Ermenilere ait’ deyip geçen tipler üç gün boyunca sürekli olarak karsimiza çikti. Istediginiz kadar bir arada ya da yan yana yasayan halklarin kültür alisverislerinin karsilikli oldugunu, Ermeni halkinin da baska halklardan pek çok sey aldigini söyleyin; bunu kolay kolay kabul ettiremezsiniz. Hata böyle bir seyi düsünmeye deger bulmayanlari bile gördük.
Yeri gelmisken sunu da belirteyim; bahsini ettigim abartili degerlendirmeleri kimi kisi veya gruplara ait olarak ta görmemek gerekir. Belki ayni ölçüde degil ama bunu resmi politikanin bir yansimasi olduguna iliskin örneklere de sahsen rastladim. Örnegin tarih müzesini gezerken, M.Ö. 600 yillarina ait bir harita ile karsilastik. Bu, Ermenilerin çok büyük önem verdigi ve Hazar kiyilarindan Akdeniz’e kadar olan genis bölgeyi kapsayan ‘Büyük Ermenistan’ haritasiydi. Bize kilavuzluk eden müze görevlisinin haritayi isaret ederken ‘O dönem, bu alanda yasayan bütün kabileler tek bir dil konusuyorlardi. Bu dil Ermeniceydi. Bu nedenle biz, Ermeni ulusunun geçmisini M-Ö. 600 yillarina kadar götürüyoruz,’ demesi birçogumuzun saskinca bakismasina neden oldu.
Bu tutum, ister istemez bana 1930’larda insanligin yarattigi belli basli uygarliklarin tümünü Türklere maletmek için çirpinan Kemalist irkçilari hatirlatiyor. Kaldi ki insan Türklerin bu tür kof böbürlenmelere basvurma nedenini anlayabiliyor. Sonuçta Türkler askerlikte, devlet yönetmede basarili olsalar da yikiciliktan kurtulup yaratici olmayi, bu çerçevede tarihe olumlu katki sunmayi basarabilmis degiller. Oysa Ermeniler öyle degil. Onlar, tarihte, insanligin kültür hazinesine degerli katkilar sundular. Özellikle de insaatta, tarim, ticaret ve el sanatlarinda çok yetenekli olan bu halkin çocuklarinin, böylesine gerçek disi böbürlenmelere ihtiyaç duymasi için her hangi bir neden olmasa gerek. Ayrica böyle olmayabilirlerdi de. Böyle olmamak, yani tarihe zengin katki sunmamis olmak, bu tür çarpik ve yanlis bir tarih anlayisini hakli çikartmaz.
Can sikici öteki bazi söylemler
Bizim Kuzey Kürdistan dedigimiz topraklarin önemlice bir bölümü Ermeniler için Bati Ermenistan’dir. Üstelik bu adlandirma, yine sadece belli kisi ve gruplara ait degil, genel olarak hem Ermeni halkinin hem de devletin görüsü bu yöndedir. Dogaldir ki konunun, tarihi açidan degerlendirilmeyi gerektiren yanlari var. Ama sözünü ettigimiz topraklarin ‘Bati Ermenistan’ ya da ‘Kuzey Kürdistan’ olarak degerlendirilmesi, su an pratikte fazla bir sey ifade etmiyor. Resmiyette ve buna bagli olarak uluslararasi belgelerde buralar ‘Dogu ve Güneydogu Anadolu’dur. Üstelik buralari ne biz yönetiyoruz ne de Ermeniler. Bu topraklar Türk egemenligi altindalar, onlar tarafindan yönetiliyorlar.
Ne var ki Ermenilerin tersine Kürtler bu topraklarda yasiyor ve Türk sömürgeciligine karsi zorlu bir mücadele yürütüyorlar.
Erivan’da konustugumuz kisiler içerisinde düsmanlik derecesinde Kürtleri sevmeyenleri gördük. Bu arada ‘Kürtler bizi katletti Zazalar ise korudu, günü geldiginde bunu göz önüne aliriz,’ diyenler de oldu. Ermeniler arasinda Kürtlere karsi var olan bu anti-patiyi, daha önce Ermenistan’da yasamis olan Avrupa ülkelerindeki kimi Kürtlerden duydugum için bana faza yabanci gelmiyor.
Diger taraftan, insan bu tür görüslerle karsilasinca yine de iki noktayi düsünmekten alamiyor kendini.
1) Acaba Kürtlere düsmanlik derecesinde anti-patisi olanlarin toplumdaki orani ve etkileme gücü ne kadardir?
2) Bu anlayis karsisinda devletin tutumu nasildir? Diger bir deyisle Ermenistan, devlet olarak hastalik dercesine vardirilmis olan bu anlayisa karsi hosgörülü mü, onu kolluyor mu, yoksa karsi mi?
Bunun için, yine daha önceki dönemlerde Ermeniler arasinda yasamis olan Kürtlerin görüslerine basvurabiliriz:
Bunlarin dile getirdikleri ortak nokta, Ermenilerin Kürtleri 1915 soykiriminin suçlulari olarak gördükleri seklindedir. Ne var ki bu suçun derecesi ve kapsami bakimindan aralarinda tam bir birlik oldugu da söylenemez. Kimine göre Kürtler dogrudan, kimine göre Osmanli yönetiminin yedek gücü olarak oynadiklari rol nedeniyle suçlular. Kimi ayirim yapmadan bütün Kürtleri suçlarken, kimileri o dönemde Kürtlerden gördükleri destegi unutmamanin önemine dikkat çekiyorlar. Kimine göre ‘Bati Ermenistan’ denilen topraklar, isgal edilmis Ermeni topraklaridir. Kimine göre bu topraklar Ermenilerle Kürtlerin ortak yurdudur.
Kanimca, ‘Zazalar Kürt degil Ermenidirler’ tezinin gerçek nedenlerini de yine bu nokta aramak gerekir. Istesek de istemesek de günümüzde Ermenilerin ‘Bati Ermenistan’ dedikleri topraklarda yasamakta olan Ermeniler sayisal olarak ‘yok’ denilecek kadar azlar. Kati Ermeni milliyetçilerinin hesabina göre gelecekte bir gün bu topraklara döndüklerinde, buralarda yasamakta olan ‘Ermenilere’ gereksinmeleri olacak. ‘Dersimli Kirmanc (Zaza)lar, bu yönden uygun bir grubu teskil etmekteler. Ama bunun için onlarin aslen Kürt degil Ermeni olduklarinin tescil edilmesi gerekir. Katildigimiz konferans da dahil, Kirmancca konusan Dersimlilerle ilgili olarak süregelen etnik kimlik spekülasyonlarini bi çerçevede görmek gerekir.
Öte yandan Kürtler Türk sömürgeciligini yenilgiye ugratir da özgürlesirlerse, uluslararasi planda isgalci bir güç olarak degil, o topraklarin sahipleri olarak kabul görecekler; bu bilinen bir sey. Bu da Ermenilerin ‘isgal altindaki Ermeni Vatani’ iddiasini zayiflatan bir durum olacak. Ötekilerine ek olarak bu nedenle de ‘Zazalar’ ya da ‘Dersimliler Kürt degil’ tezi önem kazanmaktadir.
Öte yandan, devlet ne kadar bu isin içerisinde; bu konuda da kesin bir sey söylemek kolay degil. Ama tümü ile olmasa da bir kesimi ile devletin bu projenin perde gerisindeki destekleyicisi olmadigina inanmak kolay degil. Elbet bunun, iktidarin yapisiyla da ilgisi var. Bagnaz milliyetçi bir gücün iktidari elinde tutmasi baska, demokratik nitelikte bir hükümetin isbasinda olmasi baskadir. Günü geldiginde Kürtleri yok etmek isteyen bir anlayisin sahipleri ile onlarla birlikte ya da yan yana yasamayi önemseyen Ermeni çevrelerin farkli kulvarlarda yüzecekleri açiktir.
Ermeni-Kürt iliskilerini nasil olabilir ya da olmali
Ben sahsen Ermeni halkinin ve özellikle de entellektüellerinin, Birinci Dünya Savasi yillarinda yasanmis olaylarla ilgili olarak Kürtleri elestirmelerinde, ondan da öte suçlu görmelerinde yadirganacak bir yan görmüyorum. Tersine bunu, olmasi gereken bir durum olarak degerlendirmekteyim. Ancak bu isi yaparken, ne onlarin ne de baskalarinin iki noktayi göz ardi etmemeleri gerektigini de belirtmek isterim.
1915 Soykirimi, Kürtleri temsil eden her hangi bir otorite tarafindan kararlastirilmis, planlanmis ve uygulanmis bir jenosid olayi degil. Kürt egemenleri içerisinde, Osmanli devletinin kilici rolünü oynayarak ya da ferman çikmisken, mal-mülk edinme amaciyla bu soykirima katilan ve bu çerçevede suç isleyenlerin varligini kimse inkar edemez. Ama Kürtlerin bir kisminin da tam tersi bir tutum takinarak Ermenilere destek verdigi, onlari korudugu noktasi da göz ardi edilemez. Bu bakimdan, Kürtlerin bu soykirimla iliskisini irdelerken suçlu ile suçsuzu ayni durumda görmemek, onlari ayirmak önem kazaniyor. Aksi takdirde Ermenilere destek olmus insanlari, bir çirpida katile durumuna düsürebiliriz.
Beri taraftan, elbet soykirimin taninmasi ve sonuçlari uluslararasi hukuka uygun tarzda olur, daha dogrusu olmalidir. Ama yasanan trajedinin boyutlari ne kadar büyük olursa olsun, bunun, bir kin ve nefret aracina dönüstürülerek baskalarina karsi düsmanca emeller beslenmesini de hakli kilmaz. Yahudiler, Ikinci Dünya Savasi yillarinda baslarina gelmis olanlardan ötürü Alman halkini düsman olarak görebilirler mi? Böyle bir tutumun günümüz dünyasinda hakli oldugu savunulabilir mi? Yine biz Kürtler özellikle de Türk devletlerinden çok zulüm gördük. Inkar edildik, asagilandik, basta düsüncelerimiz olmak üzere bütün özgürlüklerimizden yoksun birakildik, öldürüldük, sürüldük vs. Yasadigimiz bunca aciya ragmen Türk halkina düsmanlik etmeyi mesru gösterebilir miyiz?
Son yüzyilda sinirsiz zulme ugrayan ve çok agir bedeller ödeyen Kürt ve Ermeni halklari bakimindan yapilmasi gereken tek dogru sey, aralarindaki sorunlari diyalog ve uzlasma yolu ile barisçil bir tarzda halletmeye çalismalaridir. Her ikxkisinin de bundan baska her hangi bir seçenekleri yok.
Beri taraftan hiç kuskusuz, Ermeni-Kürt iliskileri 1915 trajedisinin kaliplari içerisine hapsedilemeyecek kadar uzun bir tarihi geçmise sahiptir. Bu iki halk, binlerce yil genellikle yan-yana, iç-içe baris içerisinde yasadilar. Gerektiginde aciyi da tatliyi da paylasmasini bildiler; birbirlerine arka çiktilar, güçlükleri birlikte gögüslediler.
Örnegin, Kigili Ermeni Papazi Andranik, 1890’larda çiktigi Dersim gezisi ile ilgili anilarinda, Osmanli saldirganligi karsisinda, Kürtlerin Ermenilere nasil sahip çiktigini örneklerle anlatiyor. 1915 soykirimi sirasinda da Dersim Kürtlerinin durumunda bir degisiklik gözükmedi.
Geçtigimiz yüz yilda, Türk sömürgecileri Kürt halkina nefes aldirtmaz iken Sovyet Ermenistan’inin Kürt dili ve kültürüne yaptigi hizmetleri kimse unutturamaz bizlere. Ister Kirmancca (Zazaca) ister Kurmancca konusuyor olsunlar; Erivan Radyosunun, yaptigi Kürtçe programlarla Kürtlerin yüreklerinde olusturdugu derin dostluk duygusu silinecek türden degil. Yine Karabetê Xaço ile Aramê Tigran gibi Ermeni sanatçilarin Kürt müzigine yaptiklari hizmeti, hangi Kürt unutabilir?
Iste iki halkin gelecegine damgasini vurmasi gereken, bu tür duygu ve düsünceler olmali. 1915 basta olmak üzere, gerektiginde kimi tarihi olaylarin objektif olarak ve cesurca sorgulanmasi, baris, diyalog, hak esitligi ve dayanismaya dayali bir iliskiler aginin olusturulmasi! Bütün bunlari, ne Kürtler olarak biz ne de Ermeni dostlarimiz, göz ardi etmek gibi bir sansa ya da lükse sahip degiliz.
Erivan Kürtleri ile
Erivan’da kalma süremizin kisa olusu ve programimizin yogunlugu, bu ülkede yasayan Kürtlerle görüsmelere yeterince zaman ayirmamizi engelledi. Oysa bu, bizim için çok önemliydi. Örnegin olanak bulsaydik ta Erivan’daki Kürt entellektüelleri ile görüsebilseydik, derneklerini, Kürtçe radyo program yöneticilerini hatta bir kaç Kürt köyünü ziyaret edebilseydik çok iyi olacakti ama maalesef bunu gerçeklestirme olanagimiz olmadi.
Ancak yine de yapabildiklerimiz oldu. Bu bakimdan ilk gün, genç Yezidi Seyhi Qeyas’in konferans yerine gelmesi ve hatta katilimcilari selamlayarak bir Yezidi duasi okumasi bizim için bir sansti. Firsat buldukça Seyh ile ayaküstü sohbetlerde bulunduk. Yine onun vasitasi ile 3. gün aksam saatlerinde Prof. Karlanê Çaçan ile de görüsebildik. Bu arada, ayni saatlerde Aslan Beg adinda bir baska yezidi Kürt ziyaretimize geldi.
Ermenistan’a gitmeden önce, yezidi Kürtlerin kendi ulusal kimliklerini inkar etmeleri yönünde devletten baski gördüklerine iliskin bilgiler edinmistik. Hatta bu konu defalarca Kürt basinina da yansimisti. Yanit vermekte zorlanabileceklerini hatta söyleyeceklerinin baslarina is açabilecegini düsündügümüzden, karsilastigimiz Erivan Kürtleri ile bu konuyu konusmadik. Onlar da her hangi bir sekilde deginmediler. Ama tamami Yezidi olan ve Kürtçenin ayni lehçesini konusan Ermenistan Kürtlerinin bir kesiminin kendilerini Kürtlerden ayri bir halk seklinde tanimladiklari biliniyor. Bu nedenle de Erivan radyosunda iki ayri Kürtçe program yapiliyor. Her biri gruplardan birine ait.
Yine bize aktarilanlara göre Kürtçe kitaplar basiliyor. Yapmak isteyen olursa, dergi ve gazete yayinlamanin önünde her hangi bir engel yok. Kürt çocuklari kendi dilleri ile okuma-yazma ögrenmek üzere haftada 3 saat ders görüyorlar. Ekonomik yönden de Kürt köylerinin hayli iyi kosullara sahip olduklari söylendi bize.
Kars’a Gürcistan üzerinden ulasmak!
Biletim, Berlin-Prag-Erivan gidis-gelis ama ben dönüsü bu yolla yapmayi düsünmüyorum. Vate Çalisma Grubunun periyodik toplantilarinin 20.si Mardin’de devam ediyor. Oraya bir an önce ulasmam gerekli. Bu yüzden de Türkiye ve Kürdistan’dan gelmis arkadaslarla birlikte kara yolu ile dönmeye karar verdim.
31 Ekim günü sabaha karsi saat 03.30’da bir minibüsle ya yarim otobüsle Kars’a dogru yola çiktik.
Bir yandan yolculuga baslarken, bir yandan da Bu yolculugun mantiki olmayan yanini tartismaktan alikoyamiyoruz kendimizi. Erivan, Agri daginin dogu eteklerine kuruludur. Havanin kismen açik oldugu bir saatte baktik, gerçi bulutla örtülü tepesi gözükmüyordu ama dagin koca gövdesi bir adim ötede gibiydi. Hani elini uzatsan tutacakmissin türünden bir yakinlik
Gel gör ki Türkiye ile Ermenistan arasindaki iliskilerin normal olmamasi yüzünden o bölgeden gelis-gidisler yok. Dolayisiyla da Erivan’dan Türkiye’ye gidebilmek için Gürcistan yolunu kullanmak zorunda kaliyorsunuz. Hal böyle olunca da tas çatlasa bir saatte alacaginiz yol, 8-9 saate ulasiyor. Türkiye tarafinda gereksiz yere alinmasi gereken mesafe de isin cabasi
Büyük Ermeni sanatçisi Çarles Aznavur, bir süre önce Iki devletin iliskileri üzerinde dururken sadece Türk tarafini degil, Ermenistan’i da elestirmisti. Kanimca haksiz da sayilmazdi. Sirf burada aktardigim durum bile, iki devlet arasindaki iliskilere damgasini vuran mantiksizligi göstermeye yetiyor. Kafkas ve Ortadogu devletleri ne zaman insan hayatinin, iyi yasam kosullarina sahip olmanin önemini kavrayacaklar bilmiyorum. Bildigim tek sey varsa o da bu bölgede sinirlarin genellikle zulüm çizgileri özelligine sahip olduklari gerçegidir.
Neyse, o kosullarda yolculugumuz basliyor. 3 saatten fazla yol aldiktan sonra Ermenistan-Gürcistan sinirina variyoruz. Önce bir devletin topraklarindan çikis, sonra ötekine giris ve yeniden baslayan yolculuk bitmek bilmiyor.
Etraf alabildigine çiplak, hava soguk, toprak donuk. Gözlerim, çevreye yayilmis tek-tük köylerde; yasamin nasil oldugunu anlamaya çalisiyorum. Gördügüm köylerin hepsinde elektrik var. Ara sira açiktan giden havagazi borulari ile karsilasiyoruz. Ermenistan gibi Gürcistan’da da gaz borulari gömülmüyor, açikta dolasiyor. Hemen hemen her köyün yani basinda birer yama gibi duran ve köyün kendisi kadar büyüklükteki çamlik alan disinda agaç yok gibi. Gidis yönümüz Karadeniz’e dogrudur. Bu nedenle de yol aldikça agaç sayisi giderek artis kaydediyor. Sonra adini bilmedigimiz bir vadiye giriyoruz. Burada üç sey hep paralel gidiyor: Irmak, yol ve çogunu kavaklarin olusturdugu seyrek agaçlar.. Uzunca bir süre onu izledikten sonra önümüze çikan bir yokusu tirmaniyor ve sinira ulasiyoruz. Gürcistan siniri açik. Pas kontrolleri yapiliyor, geçiyoruz. Geçer geçmez de Türk bayragi asili binanin önünde buluyoruz kendimizi. Her kesin görebilecegi bir sekilde ‘Türk Gözü’ levhasi ile yüz yüzeyiz. ‘Türk Gözü Sinir Kapisi’dir burasi.
Ne var ki kapi açik degil. Açilisa bir saatten fazla zaman var. 8-9 saatlik yolculuktan sonra uykusuz ve yorgun halde bu süreyi beklemek pek kolay degil ama baska çaremiz yok.
Derken görevli memurlar geliyorlar. Alisik oldugumuz tarzda somurtkan insanlar degiller. Çalisma tempolari da hayli hizlicadir. Arkadaslarimiz, üç gün önce gelirken burada Kirmancca (Zazaca) konusan Kulplu bir görevli ile karsilastiklarini söylüyorlar. Dolayisi ile dönüste de gözleri onu ariyor ve çok geçmeden de görüyorlar kendisini. Yanimiza geliyor, hal-hatir sorduktan sonra vedalasip uzaklasiyoruz. Tabi onunla konusmalarimiz hep Kirmancca oluyor.
Türkiye tarafinda ilk anda Ormanlik alanlarda yol aliyoruz. Etrafta yamaçlara serpilmis köyler oldukça bakimli ve güzel gözüküyorlar. Ekonomik durumlarinin iyi oldugunu görmek zor degil. Ben bu yöndeki kanimi söyleyince yani basimda oturan Meray, ‘Bu bölgede çalistim, biliyorum. Buralar Azeri köyleri. Zengin ve çok ta gericiler. Kürt oldugum için ögretmenlik yaptigim köyde çok zorluk çekmistim. Hem Kürt hem Alevi, düsünebiliyor musun! Bir keresinde az daha linç edilecektim. Baktim olacak gibi degil, amcama telefon açtim ve ‘Ne yaparsan yap beni buradan baska yere göndert, hayatim tehlikede,’ dedim. ‘Çaresine bakariz,’ diye yanit verdi.
Aradan bir kaç gün geçti, bir gün baktim, çok sayida yol yapim araci köye geldi. Ekibin basinda olan adamin kahvenin önde durdu, adamin kendisi de indi, içeriye girdi. Meger amcam kendisini arayip durumumu anlatmis. O da köye o yüzden gelmis, ‘Bayan ögretmen arkadasimin kizidir, sakin karismayin, yardimci olun,’ demis. Ondan sonra da kimse bana bir sey demedi. Yardimci olmadilar ama kötü bir sey de söylemediler ya da yapmadilar,’ diyor.
Bu sözlerin ardindan, o kendisi gibi ögretmen olan amcasi kizi Nadire ile konusurken ben birden daliyorum. ‘Halk’ dedikleri de bu olsa gerek. Ögretmen olarak köylerine gelmis bir insana ulusal ve dini kimligi nedeniyle tahammül gösteremeyenler, devletin bir görevlisini görünce dut yemis bülbüle dönüyorlar,’ ne demeli?
Soyadlarindan Meray ile Nadirenin köylerini tahmin etmistim, dogruymus. Ikisi de Pilvankli. Almanya’dan yakin akrabalarini taniyorum. Daha bu yaz köylerini ziyaret etmistik. Ondan da öte Meray çok yakin bir dostumun kizi.
Kars’a dogru yolculugumuz devam ederken, bir süre sonra ne orman kaliyor ne de bakimli köyler. Bazen engebeli, bazen dümdüz ve çiplak bir arazide ilerledikçe, yasamin buralarda hayli zor oldugunu düsünmekten baska bir sey yapamiyorum.
Kars’a ulasmamiz, ögle saatlerinde gerçeklesiyor. Burada artik bölünüp ayri ayri yerlere hareket edecegiz. Kimimiz uçakla Ankara’ya, Izmir’e, kimimiz otobüsle Elaziz-Diyarbekir, Mardin’e dogru gidecegiz. Ama bunu yapmadan önce birlikte bir ögle yemegi yeme istegi ortak görüs olarak öne çikiyor. Uygun bir lokanta bulup oturuyoruz. Yemek bittikten sonra ise hiç beklemeden ayriliyoruz. Ayni otomobille gidecek olan biz bes arkadas, bu kez, Kars’a ugramisken kasar peyniri almadan gitmenin dogru olamayacagini noktasinda uzlasiyoruz. Aracimizi bir yere park eder etmez de yakinimizdaki dükkana daliyoruz. Dükkanda çalisan 3 kisi var, her üçü de bayan. Biri türbanli, ikisi ise basi açik. Bizler peynir seçimi ile ugrasirken içeriye köylü kilikli, ‘gariban biri’ diye düsündügüm bir bayan giriyor. Bir seyler aldiktan sonra siraya ödemeye geliyor ve o ‘gariban!’ kadin hiç düsünmeden banka kartini çikartiyor, ödemeyi onunla yapiyor. Bu biraz tuhafima gidiyor. Çünkü beklemedigim bir seydi bu. Insan uzun yillar ülkesinden uzakta kaldi mi, toplumdaki degisimleri görmekte yetersiz kaliyor. Bendeki tuhaflik ta bunun bir sonucu. Ülkeden ayrildigim 1980 yili ortalarindan bir yana köprülerin altindan o kadar çok su geçmis ki tahmin etmekte zorlaniyoruz anlasilan.
Kars-Erzurum-Bingöl-Diyarbekir-Mardin hattini izliyoruz. Bu yolu gündüz saatlerinde gitmeyi çok isterdim ama maalesef Erurum-Kars arasi disindaki yerleri karanlikta gitmek zorunda kaldik ve tabi çok istememe ragmen etrafi görme olanagim olmadi.
Vate Çaslisma Grubu Toplantisinda
Mardin’e ulastigimizda, saat gece yarisini geçmisti. Ertesi gün, Vate Çalisma Grubunun Kirmanccayi standartlastirma çalismalari çerçevesinde düzenledigi toplantinin 20.sine katilmak üzere yine yeterince uyumadan kalkmak zorunda kaliyorum. Toplanti 2 gün önce baslamis, ben ancak 3. gününe yetisebiliyorum.
20. toplantimizin Mardin’de yapilmasinin nedeni, Artuklu Üniversitesi’nin Grubumuzu davet etmesidir. Bu üniversitenin hem yönetim kademelerinde hem de ögretim üyeleri içerisinde Kirmanccaya sempati duyan ve buna bagli olarak grubumuzla iyi iliskilere önem veren dostlarin varligini öteden beri biliyoruz. Özellikle de Üniversite Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii’nin demokratik ve hosgörülü tutumu ile Rektör Yardimcisi ve Türkiye’de Yasayan Diller Enstitüsü Baskani Prof. Dr. Kadri Yildirim’in samimi çabalarina deginmeden geçmek olmaz. Kadri Yildirim dostumuza Mardin’de de söyledigimiz gibi, bu dostane tutum ve iyi iliskilerin bundan sonra da devam edecegini umariz.
4. gün çalismalarimiz bitiyor ve dagiliyoruz.
Bir süre önce Berlin’de görüstügüm Duhok Üniversitesi Rektörü Dr. Ismet ile Kirmancca (Zazaca) ile Alevilik konularinda bazi çalismalar yapabilecegimiz konusunda anlasmis, uygun bir zamanda kendilerini ziyaret etmeye çalisacagimi söylemistim. Mardin’e gitmis olmam bu bakimdan bir firsatti. Buna karar verince de kara yolu ile oraya dogru yola çiktim.
Mardin, her nedense her zaman Kürdistan’in dogal ve kültürel çesitliligini, güzelliklerini getirir aklima. Bu kez de bu durum degismiyor. Kentin o nefis tarihi evleri arasindan geçerken bir yandan Kürtler, Süryaniler, Araplar ve öteki halklar ile onlarin dilleri ve kültürleri geliyor gözümün önüne. Diger yandan Yahudilik, Yezidilik, Hiristiyanlik ve Müslümanlik gibi dini inançlar. Ülkemin, Çewlíg (Bingöl) ve Dersim yöreleri dogal güzellikleriyle ile ne kadar büyüleyici iseler, Mardin de tarihi ile öyledir. Tipki su siralar depremin yikici etkilerini atlatmaya çalisan Wan (Van) gibi
Gitmekte oldugumuz yolun Nusaybin’e kadar olan kismi bana yabanci degil. Buralarla tanidik sayilirim. Ama daha sonrasini ilk kez görüyorum, yani yeni tanisiyoruz. Türkiye-Suriye sinirina paralel uzanan yol boyunca çevreyi izlerken bu sinir hattinda her zaman oldugu gibi 20. Yüzyilin bize çektirdiklerini düsünmekten almiyorum kendimi. Bana, dünya da karsilasilabilecek en zor sey nedir? diye bir soru sorsaniz, hiç tereddüt etmeden yabanci boyundurugu altinda yasamak derim. Bunun acisi bir kez yüreginize isledi mi, yasaminiz boyunca onun yarattigi o kahredici aciyi bir kez olsun kendinizden uzaklastiramazsiniz.
Gide-gide sonunda Cizre’ye ulasiyoruz. Adini çok duydugum, filmlerde izledigim, fotograflarini gördügün tarihi kente ilk kez çiplak gözle bakiyorum. Daha sonra görecegim Silopi gibi burasi da oldukça düzensiz ve kalabalik gözüküyor. Yapilanma çok anarsik, çok sagliksiz ama caddeler çok canli. Insanlar kendilerine göre bir dünya kurmus, onunla idare edip gidiyorlar. Dicle nehri Cizre’den geçiyor. Görkemli Dicle, oldukça küçülmüs. Bir nehirden çok bulanik, büyükçe bir dereyi andiriyor. Iki yakasi otlar, çaliliklarla örtülü. Birileri el atsa mükemmel bir yesil alan, güzel bir park dogar diye geçiriyorum içimden. Ama nerde, kim yapacak! ‘Gelinde dil, kaynanada din iman yok,’ diye bir söz söylenir halk arasinda. Bizimkisi de öyle. Bizde olanak yok, Türk yönetimlerinde ise vicdan.
Habur sinir kapisi Silopi´dedir. Ilçeyi geçer geçmez, kamyon ve tir kuyrugu size eslik etmeye basliyor. Kilometrelerce gidiyorsunuz, hareketsiz araç kuyrugu sizden uzaklasmiyor. Bunlar, Güney Kürdistan ile Irak’a mal götüren araçlar, yani döviz getiren ihracat konvoyu. Sinirin iki yakasinda yasayanlar Kürt olunca, bu tür iskenceler de sasirtici olmuyor, tersine dogallasiyor.
Neyse ki yolcular bakimindan durum öyle degil. Kuyrugun sol yanindaki bos hatti izleyerek kisa sürede pasaport kontrol noktasina ulasiyoruz. Onu geçince ‘Kürdistan’a Hos geldiniz’ levhasi karsilasiyor bizi.
Beklemeden polis kontrol noktasina gidiyoruz. Temiz ve sakin bir salon kapisindan içeriye girerken otobüsümüzde muavinlik yapmakta olan genç pasaportlarimizi toplayip polise topluca veriyor. Az sonra da teker teker isimlerimiz okunuyor ve damgali pasaportlarimiz geri veriliyor. Oradan ayrilip otobüse gidiyoruz. Yol üstündeki bir polis kaçak binen olmasin düsüncesi ile olacak ki pasaportlarimizi kontrol ederken;
‘Tu ji ku yi?’ (Nerelisin) diye soruyor bana.
‘Ez ji Bakûrê me’ (Kuzeyliyim).
‘Tu ji Bakûri! way ser çava,’ (Kuzeyli misin, bas-göz üzerine,’ diyor gülerek.
‘Sipas, Xatirê te!’ (Tesekkür. Hosça kal).
‘Oxir be, oxirê xêr be’ (Ugurlar olsun. Iyi yolculuklar).
Cizre-Silopi ile Zaxo-Duhok farkiSinir kontrollerini geçer geçmez Zaxo’dayiz. Bu ilçeden geçerken bile, yakin geçmis ile bu günün büyük farkini görmek zor olmuyor. Bundan önce 1993 yilinda gördügüm bu ilçe yorgun, yikik-dökük ve cansiz bir haldeydi. Oysa simdi o hizla büyüyen, civil-civil modern bir Zaxo ile karsi karsiyayiz.
Zaxo’yu geride birakirken hava kararmaya basliyor. Yolun ondan sonraki bölümünü karanlikta gitmek zorundayiz. Derken, önce Duhok’un isiklari gözüküyor, sonra adim adim kendisi yaklasiyor, daha dogrusu biz ona sokuluyoruz. Ne var ki daha sehre yeni adim atmakta oldugumuz bir noktada duruyor otobüs. Durdugu yer bir köprünün de basi. Muavin kente girmeyeceklerini, buradan öte kendi olanaklarimizla gitmemiz gerektigini söylüyor. Itiraz ediyoruz ama bir ise yaramiyor. Otobanda, geçidi olmayan bir noktada iniyoruz. Berlin’de yasayan ve Mezopotamya Tip Günleri’nin 3. süne katilmak ve bu arada ailesini ziyaret etmek üzere buraya gelmis olan Dr. Derwes (Dervis)’i arayip durumu anlatiyorum ve hemen arkasindan da otobanin öteki tarafina geçip beklemeye basliyorum. Bulundugum nokta, apartmanlardan olusan bir yerlesim sitesinin giris kapisi. On-onbes dakikalik bir bekleyisten sonra Dervis ile yegeni geliyorlar. Arabaya binip devam ediyoruz. Ne onlar nereye gittigimi soruyorlar, ne de ben söylüyorum. Onlar sormuyorlar, çünkü benim misafirim ve dogal olarak evlerine götürüyorlar. Ben bir sey demiyorum, çünkü söyleyeceklerimin bir ise yaramayacagini biliyorum.
Bir süre sonra bir dar sokaklardan birine sapiyoruz, sonra sola dönüp ötekine giriyor ve bir kapinin önünde duruyoruz. Burasi Casim’in evi. Makina mühendisi olan Casim, Dervis’in büyügü. Içeri giriyoruz, dogalligi ve kalabalik hali ile tipik bir Kürt ailesi. Ancak evin kendisi klasik Kürt evlerinden degil, modern ve müstakil bir ev.
Kisa bir hos-besten sonra kendisi de yezidi olan Casim, yezidi piri Dr. Memo’nun davetlisi oldugumuzu ve oraya gidecegimizi söylüyor. Pir Memo ile tanisikligimiz 10 yili asiyor.
Berlin’den sonra onunla Duhok’ta da karsilasmak ikimiz için de memnunluk verici. Kapidan içeriye girdigimizde, Duhok Vali yardimisi Dr. Behzat’in orada oldugunu görüyoruz. Üniversite Rektörü Dr. Ismet daha sonra geliyor.
Yemek ile birlikte, degisik konulari içeren canli ve verimli bir sohbetimiz devam edip gidiyor.
Geç saatlerde Dr. Dervis ile birlikte Casimgile dönüyoruz.
Ertesi gün sabahleyin Pir Mamo ile birlikte bu kez Duhok Üniversitesi’ne gidiyoruz. Kentin batisinda genis bir alan üzerine kurulmus, modern bir üniversite burasi. Tip fakültesi gibi, insaati henüz devam eden bölümler de var.
Ilk isimiz Kürt Dili Bölüm Baskani Abdulwahab Xalit (Halit) ile görüsmek oluyor. Abdulwahab’i bu yil mayis ayinda Hakkâri Üniversitesindeki Kürdoloji konferansinda görmüstüm. Bu, ikinci görüsmemiz oluyor.
Hakkâri’deki görüsmemiz sirasinda, Kirmancca (Zazaca) ile ilgili bir kaç bilgilendirme toplantisi ya da konferans düzenlemek istediklerini, konusmaci olarak katilip katilamayacagimi sormustu; ben de memnuniyetle kabul etmistim. Duhok’a gelmisken bu konuda somut bir program yapabilirdik. Bu arada, gelen isteklere uygun olarak Alevilik ile ilgili bir kaç toplantiyi da gündemimize aliyoruz. Bir aksilik çikmazsa önümüzdeki yilin Nisan-mayis aylarinda bu toplantilari gerçeklestirecegiz.
Üniversitedeki isimizi bitirdikten sonra Pir Memo ile birlikte Duhok’un merkezini dolasiyoruz. Duhok’ta ana caddeler genis ve hayli de temizler. Yapilanma, yine oldukça düzenli. Kaçak yapiya rastlamak kolay degil. Insaat halinde olan bir tanesi disinda kentte gökdelen yok ki benim için bu bir olumluk sayilir. Ne var ki ara sokaklar, ana caddeler gibi degiller. Geleneksel olarak bu sokaklar dar yapilmis. Zemini bozuk olanlar az sayilmaz. Buralarda yol alirken araciniz sik sik besik gibi sallaniyor. Temizlik yönünden de ana caddelere göre kötü durumdalar.
Kentin ana caddelerinde, trafik akisi düzenli ama tikanma var. Böyle olmasi da dogal, çünkü Kürdistan’in bu parçasinin özgürlesmesi ile birlikte müthis bir otomobil akini baslamis kente. Bunun bir nedeni Duhok’ta kollektif trafigin henüz baslamamis olmasidir. Böyle olunca da insanlar bütün gereksinmelerini özel otomobiller ve taksilerle karsilamak zorunda kaliyorlar. Otobüs, tramvay ve metro yapimi ile ilgili çalismalar tartisma ve planlama asamasindaymis. Önümüzdeki yillarda bunlardan bazilari ya da tümü peyderpey hizmete girmeye baslayacakmis.
Bir diger neden ise halkin ekonomik durumunda hizli bir düzelmenin gerçeklesmis olmasi ile güçlü bir otomobil tutkusunun varligidir.
Gözlerim çok aramasina ragmen Duhok’ta bir tek eski araba görmedim. Kürdistan’da belli bir yasi geçmis otomobillerin alim-satimi yasak.
Kentte gezerken istegim üzerine kapali pazar yerlerinden birine girdik. Özellikle sebze ve meyve bölümünü merak ediyorum. Bu yiyecek maddelerinin temiz ve düzenli dizilmis halleri çok hosuma gitti. Önüme çikan ilk saticiya narin nereden geldigini soruyorum, Türkiye’den getirildiklerini söylüyor. Biraz ileride bir diger saticiya yine narlari sordugumda bu kez Hewraman diyor. Yesil sebzelerin bulundugu bir vitrine baktikça bu kez soruyu ona yöneltiyorum:
‘Bunlardan hangileri disaridan getirtiliyor, hangileri yerli?
Tamami Kürdistan’indir diyor. Süleymaniye, Hewler ve Kerkük’ten.. On yil önce sebzelerin hemen hemen tamaminin disaridan getirtildigini söyleyince, ‘Simdi bizimkiler var, çogu kendimizin,’ karsiligini veriyor. Piyasada Türkiye’nin hala çok büyük bir paya sahip. Ama bu etkinlik giderek geriliyormus. Türkiye’nin en büyük rakipleri Iran ve Çinler. Örnegin, eletronikte hakimiyet Çin ile Japonlara geçmis. Tekstilde ise Çin Türkiye’yi sikistiriyormus. Hindistan’in atakta oldugunu duydum. Otomobil piyasasinda Güney Kore bas sirada gözüküyor.
Zaxo (Zaho) ile Duhok’un son 10 yilda gösterdikleri büyük gelismeyi düsünürken, onlari sinirin hemen öteki yakasinda yer alan komsu Silopi ve Cizre ile karsilastirmaktan alamiyorum kendimi. Cizre ile Silopi de yoksulluk, kentsel yapi çarpikligi, düzensiz trafik o kadar belirginlik, üzerinde düsündükçe bogulacak gibi hissediyorsunuz kendinizi. Buna karsilik sinirin güneyindeki en yakin bu iki kentte; yani Zaxo ile Duhok’ta, yukarida kisaca aktarmaya çalistigim gibi, tersi bir manzara çikiyor karsiniza. Gelisme, göz kamastirici!
Kendi kendime bu farki yorumlarken ‘Özgür olmakla boyunduruk altinda olmanin farkidir. Sinirin güneyi özgür, kendi kendini yönetiyor, kuzeyi ise sömürgeci boyunduruk altinda,’ diye önce kendi kendime söyleniyorum sonra da Pir Memo’ya anlatiyorum bu farki. O da tipki benim gibi düsünüyor.
Elbet bunlari dile getirirken Güney Kürdistan’da her seyin güllük gülistanlik oldugunu söylemek istemiyorum. Kürdistan’in bu parçasinda halledilmemis sorunlar, güçlükler, yönetim zaaflari var. Rüsvet ve adam kayirma oldukça ileri düzeydedir. Sömürgeci yabanci kültürlerin ortasinda bir ada gibi duran özgür Kürdistan, bu kültürlere karsi direnmekte hayli zorlaniyor. Üstelik Arap kültürü, bölgeye Islami bir kilifla geliyor. Böyle olunca da ekonomide, alt yapida hizmetlerinde, egitim ve saglik hizmetlerinde kaydedilen önemli gelismeler, sosyal alanda ayni ölçülerde ortaya çikmiyor, hatta gerileme gözüküyor. Örnegin, eger gözlemlerim beni yaniltmiyorsa Arap televizyonlari, günlük yasamda Kürt televizyonlarindan çok daha fazla seyrediliyorlar. Arapçaya çevrilmis Türk televizyon dizileri, Kürt ailesinin degismez konuklari arasindalar. Bazen açik, bazen gizli tarzda devam eden toplumsal baski, kadini her gün biraz daha geri plana itiyor. Çarsi-pazardaki çarsafli kadin sayisi, bu gün düne göre daha çok daha yüksek orandadir. Aile içi siddet ve sosyal yasamin disina itilme durumu bakimindan Kürt kadininin bu gün Saddam dönemine göre daha geri planda oldugunu söylemek yanlis olmaz.
Ver elini Hewlêr
Duhok’tan Hewlêre gitmek üzere yola çiktigimizda, önce güneye dogru, Musul yönünde, sonra da doguya sapiyoruz. Sürücümüz Casim’in yegeni Named. Bu yüzden de en çok Yezidi köyünü görebilecegimiz yolu tercih ediyor. O arabayi sürerken Casim da iki tarafta, çiplak araziye serpilmis köyleri isaret ediyor. Su Yezidi köyü, su Süryani, ötekisi Keldani, berikisi Arap diye taraf ediyor. O yörede nüfusun büyük çogunlugu Yezidi Kürtlerden olusuyor; bu bilinen bir sey. Ama Keldanilerin, Süryanilerin, Araplarin ve Sebek Kürtlerin varligi da göz ardi edilecek gibi degil. Dilleri, kültürleri ve dini inançlariyla çok renkli bir görünümü var bölgenin. Arap terör gruplarinin Yezidi Kürtlerle Hiristiyanlara ait köyleri hedef haline getirip katliamlar yapmalarina iliskin birçok örnek olay dinliyoruz Casim’den.
Siki bir güvenlik denetiminden sonra nihayet Hewlêrdeyiz. En son ugradigim bes yil öncesine göre taninmayacak derecede büyümüs, gelismis, modernlesmis Federe Kürdistan’in baskenti. Sosyal ve kültürel alanlarda siçrama halinde olan Islami tutuculuk, burada Duhok’tan da güçlü durumdadir.
Hewlêr’de sadece bir gün kaliyorum. Ertesi gün, Pegasus Havayollari uçagi ile Ankara’ya uçuyorum. Sabaha karsi 04 siralarinda havalanan uçagimiz, saat 06. civarinda Esenboga’ya iniyor.
Kürtlerin Ana Gündemi: ‘KCK Davasi’
Hewleri geride birakip sabaha karsi Ankara’ya dogru uçarken sevinç ile hüznü bir arada yasiyordum. Sevinçliydim, çünkü elestirilecek bir sürü seye ragmen özgür Kürdistan’in kisa sürede kaydettigi büyük gelismeler, gerçekten de umut vericidir. Beklenmedik degisiklikler olmazsa gelecegi oldukça parlak gözüküyor ülkemin bu parçasinin. Hüzünlüydüm, çünkü ülkemin kuzeyi tam tersi bir durumla yüz yüze yasiyor. Zulüm ve terör azalmak ya da bitmek yerine artarak devam ediyor.
Ankara’ya uçmamin asil nedeni orada yasamakta olan annemi ziyaret etmekti. Anne, kardesler ve yegenler hep birlikte sohbet ederken, yasadiklari tedirginligi yüzlerinden okumak güç olmuyor. Son dönemde, asagi yukari gurbetteki bütün Kürtlerin durumu böyleymis. Yarin ne olacak endisesi hemen hemen herkeste var. Bilmiyormus gibi bir ara ‘Ortalik neden böyle gerginlesti?’ diye soruyorum.
Kardesim, ‘Erdogan’in durusuna, yüz hatlarina, sözlerine bak anlarsin. Bunlarin baslattigi yeni terör dalgasi 12 Eylül dönemini de aratacak gibi gözüküyor,’ diye yanit veriyor.
Onun bu sözleri, kisa bir süre önce genç bir Alman bayanin su ilginc degerlendirmesini hatirlatiyor bana.
‘Türkiye’deki gidis beni çok rahatsiz ediyor. Bizde nazist gruplar var, devlet onlarla mücadele ediyor, etkilerini kirmaya çalisiyor. Türkiye’de ise tam tersine devlet nazist yöntemlerle demokratlara, Kürt yurtseverlerine saldiriyor,’ diyor.
Haksiz mi? Bence degil.
Sonraki günlerde, Ankara’da bulundugum günlerde iki sey gündemimizden hiç çikmadi:
Bunlardan biri Van depremi, ikincisi ise ‘KCK Operasyonu’ adi altinda Kürtlere karsi sürdürülen tutuklama furyasi idi.
Ve ben hala oradayken Basbakan yaptigi konusmalarin birinde, bu davaya gerekçe olarak ‘KCK’nin devlete paralel bir devlet gibi hareket etmesini’ gösteriyordu. Bu, çok ilginç bir durumdu dogrusu. Basbakan, bu sözleri ile çok açik bir sekilde davanin politik bir sindirme operasyonu oldugunu bir kez daha itiraf etmis oluyordu. Daha da ilginci, bu dava çerçevesinde yapilan tutuklamalara karsi çikan ve elestirenler de yine Basbakan tarafindan ‘terör destekçileri’ olmakla itham edilmekteydiler.
Erdogan, ayni konusmasinda ayni dava çerçevesinde tutuklamalara devam edilecegini dile getirmekten de geri kalmadi.
Kuskusuz, nereden bakilirsa bakilsin, basbakanin söyledikleri politik bir skandal niteligindeydi. Örnegin ‘paralel bir devlet gibi hareket etmek bir yana’ bir halk için kendi devletini kurmasini istemek dahi, uluslararasi hukuk normlarina göre suç degil, tersine temel bir haktir. Siddet devreye girmedikçe devletin bu hakki isteyenlere karsi baski yöntemlerine basvurmasi mesru olarak kabul görmez. Ingiltere ayrilmak isteyen Iskoçyalilari, Italya Kuzey Italyanlilari, Ispanya Bask ve Katalonlari böyle bir gerekçe ile cezalandiriyor mu? Cezalandirabilir mi?
Hizini alamayan Basbakan’in, bu davayi elestirenlere karsi takindigi tutum ise tam anlamiyla12 Eylül 1980 darbesini yapanlarin mantiginin yasamakta oldugunu çok açik bir sekilde ortaya koyuyor.
Tabi 12 Eylül mantigi sadece iktidar cephesinde kendisini göstermiyor. Türk basininin paspas gibi yerlerde sürünmesi, bin bir dereden su getirerek mevcut politik soykirimi hakli göstermeye çalismasi, tiksinti verici bir rezillik örnegi olarak bu basinin siciline her gün yeniden isleniyor.
Türk basininda bu operasyonu ‘demokratik siyasetin önünü açacak bir adim’, ‘Teröre karsi mücadelenin bir parçasi’ hatta ‘fasizme karsi bir önlem’ seklinde degerlendirenlerden geçilmiyordu. Türkiye’de bulundugum günlerde, bu tür degerlendirmeleri okurken, siradan çikarlarin bile insanlari nasil çigirdan çikartip rezillestirdigini düsündüm durdum. Insan sormadan edemiyor; halkin oyu ile is basina gelmis belediye baskanlari ile il genel meclisi üyeleri, avukatlar, yazarlar hangi silahli eylemi yaparken yakalandilar acaba? Eger devleti yönetenler, yaptiklari isin dogruluguna inaniyorlarsa, basina yönelik susturma operasyonlarina neden basvuruyorlar acaba?
Ankara’dan büyük kaygilarla ayriliyorum
Ankara’dan ayrilirken kaygilarimin daha da büyüdügünü fark etmem zor olmuyor. Ne olacak bu isin sonu? Birçok insan gibi ben de Kürt sorununa çözün bulmak amaciyla olumlu adimlar atilacagini umarken, tam tersi gerçeklesiyor ve zulüm çarki yeniden hizlanarak dönmeye basliyor.
Türk sömürgecilerinin, ABD ve Avrupa’nin masasi olma rolünü üstlenmeye karsilik Kürtlerin kellesini istedikleri ve onlarla bu çerçevede anlastigi göz önünde olan bir sey.
Peki bunu basarabilirler mi? Kürt halki, bu operasyonlar sonucunda boyun eger mi dersiniz?
Yapilanlari asla küçümsememekle birlikte, bunun devleti yönetenlerin kel baslarina derman olmayacagindan yüzde yüz eminim. Bu halk son yüz yilda ne badirelerden geçti, neler yasadi; biz de biliyoruz, Türk sömürgeci tayfasi da. Örnek mi istersiniz, iste size su siralarda hararetle tartisilmakta olan Dersim soykirimi! 1937-38’de Dersim’de insanlik suçunu isleyenler, bu isi yaparken ‘Kürt meselesini tarihe gömmek’ gibi bir hayalin pesine takilmislardi. Peki ne oldu? Dersim meselesi döndü dolasti, Kürt sorununun çok önemli bir halkasi olarak yeniden karsilarina dikiliverdi. ‘Tarihe gömdük’ dedikleri mesele, kendilerini tarihe gömecek gibi gözüküyor. Isin gerçegi, Sey Riza, idam sehpasina giderkenki kahramanligi ile yapmisti bu isi.
Söyle bir düsünün; Mustafa Kemallerin, Inönülerin, Kenan Evrenlerin, 1990’li yillarin astigi astik, kestigi kestik yöneticilerinin teslim alamadigi bu halki AKP iktidari mi teslim alacak? Bunun mümkün olamayacagini onu ezenler de iyi biliyorlar. Biliyorlar ama bu halkin temel haklarina saygiya dayanan bir çözüm de gerekli adimlari atmiyorlar. Buna ne cesaretleri var ne de niyetleri.
Ama bizden söylemesi; bu gün Basbakan olarak Erdogan nasil ki 1937-38i mahkum ediyor ve özür diliyorsa, yakin bir geçmiste birileri de onun su siralar sürdürdügü politik soykirim için ayni seyi yapabilir. Insanlar çözüm beklentisi içerisinde iken rakiplerini politik operasyonlarla yok etmeye çalismak gibi fasizme özgü terör yöntemleri hiç mi hiç, hayra alamet degil, bizden söylemesi!
Munzur Çem