Makale

Devrim üzerine söylesi

XXI. yüzyilin ilk on yillari, dünya ölçeginde devrimler dalgasinin on yillari olacak…

FB: Devrim, beklenmedik biçimde ortaya çikan [zuhûr eden] sosyal/politik radikal dönüsümü ifade ediyor. Bizde eski dildeki karsiligi inkilap, Bati dillerinde revolution, etimolojik olarak Latince revolvere’den türeme, Italyancasi rivoltare… Aslinda modern zamanlarin bir kavrami. Galiba ilk defa 1450’lerde ortaya çikiyor. Fakat sosyal politik bir dönüsümü ifade etmek üzere ilk kullanilisi, eger dogru biliyorsam 1688 ‘Sanli Ingiliz Devrimi’yle oluyor… Tabii sosyal-politik alan disinda da oldukça yaygin bir kullanimi söz konusu. Iste ‘bilimsel devrim’, ‘sanayi devrimi’ vb. Yani var olanin köklü bir degisime ugramasi anlaminda… Copernicus 1543’te yazdigi, gezegenlerin günesin etrafinda döndügüne dair el kitabina, revolutionibus orbim coelestium basligini koymus… Bizde devrim kelimesi tuhaf bir sekilde çogul olarak da kullaniliyor. Atatürk devrimleri gibi… Oysa devrim kelimesinin çogul olarak kullanilmasi tam bir sulandirmadir…

Arap dünyasini saran ve devam eden son isyan dalgasiyla birlikte, ‘devrim nedir’ sorusu açikça olmasa da gündeme gelmis gibi görünüyor. Bu konuda tam bir kafa karisikligi oldugu da mâlûm… Istersen bastan baslayalim. Sana göre devrim nedir?

GZ: Kanimca devrim büyük bir toplumsal alt üst olus, eski toplumsal düzenin yikilmasi ve yerine yeni bir toplumsal insanin baslamasidir. Bu bakimdan devrimi bir ‘an’ olarak görmek yaniltici olabilir. Elbette tarihlerle de saptanan bazi zirve noktalar vardir. Örnegin 1789 Fransiz devrimi ya da 1917 Ekim devrimi gibi. Ama bu, yanardagin tepesinden lavlarin disariya büyük bir volkan patlamasi olarak çiktigi andir. Evet ama bunun öncesi ve sonrasi yok mudur? Mutlaka vardir. Fransiz devrimi çok önceden baslamisti ve 1789’da olup bitmedi, bütün bir XIX. Yüzyila yayilarak devam etti. Keza Sovyet devrimi için de ayni seyi söyleyebiliriz. XIX. Yüzyilda basladi, XX. Yüzyil boyunca devam etti. Patladigi yerde devam etmesi degil sözünü ettigim. Ulusal sinirlari asan, dünya çapinda sarsintilarla devam eden bir devrim söz konusudur.

Devrimi bir an gibi algiladik geçmiste. ‘Devrimden sonra sunu yapacagim’ gibi laflar bol bol dolasirdi aramizda. Oysa devrim bir milat degildir. Öncesi ve sonrasiyla devam eden bir süreçtir o. Bu yüzden ‘sürekli devrim’ kavramini da pek benimsemem. Bu, ‘kulakli esek’ demek gibi bir seydir. Esek kulaksiz olamayacagina göre devrim de zaten sürekli, süregelen bir seydir. Yani fazladan lafa gerek yoktur.

Bununla birlikte, anarsistler ‘devrim’ sözcügünü tek basina kullanmak yerine, ‘toplumsal devrim’ kavramini kullanmayi yeglerler. Bunun nedeni de geçmiste Marksistlerle yaptiklari politik devrim-toplumsal devrim tartismasidir. Marks, toplumsal devrim için bir politik devrim asamasi öngörmüs, anarsistler ise politik devrimi reddetmis, dogrudan toplumsal devrimi savunmuslardi. Bana da politik devrim asamasi yanlis geliyor. Daha dogrusu, toplumsal devrim için politik iktidari ele geçirmek, yani yeni bir devlet kurmak oldukça sorunlu. Çünkü devlet kurulur kurulmaz devrimi bitirir. Bütün deneyler bunu gösterdi.
Sanirim politik devrim anlayisiyla devrimi bir an olarak gören anlayis arasinda da bir baglanti var. Yani bir ayaklanma olacak ve politik iktidar ele geçirilecek. Devrim bu. Daha dogrusu devrim bununla basliyor. Oysa benim düsünceme göre böyle bir an yok. Yani politik iktidarin ele geçirildigi ani hayal etmek yanlis. Hatta bence öyle bir an varsa da bu an devrimi baslatmiyor, bitiriyor.
Örnegin Libya’yi alalim. Orada bir devrim var miydi, bu tartisilir. Yoksa tamamen manüplasyon muydu, bu da tartisilir. Ben diktatörlük ve baskinin oldugu her yerde devrimlerin de kaçinilmaz olduguna inanirim. Akibeti bende her ne kadar acima duygularina yol açtiysa da ne yazik ki Kaddafi de bir diktatördü. Baskiciydi. Eger manüplasyon varsa bile bu manüplasyon halkin gerçek özgürlük duygularinin harekete geçmesiyle basariya ulasabildi. Neyse, simdilik bunu bir kenara birakirsak, Libya’da bir ayaklanma oldu. Toplumsal bir alt üst olus yasandi. Bir noktada NATO devreyle girdi ve devrim sansini ortadan kaldirdi. Ama NATO devreye girmeseydi de muhalifler kendi güçleriyle iktidari ele geçirselerdi devrim yine bitmis olacakti. Çünkü iktidari ele geçirdiler ve geçirdikleri andan itibaren artik devleti koruyucu bir güce dönüstüler. Devleti devraldilar ve artik hapishaneler onlar için çalisacak. Kisaca söyleyecek olursak, Libya’da gerçek bir devrimci kalkisma var idiyse de bu, hem NATO, hem de iktidari ele geçiren muhaliflerce bitirildi.

Ama bu, devrimin tamamen bitirildigi, sona erdigi anlamina gelmiyor elbette. Devrim alttan alta islemeye devam edecektir. Neden? Çünkü orada sosyal çeliskiler devam ediyor, sömürü devam ediyor, emperyalist-kapitalist sistemin mekanizmalarinin yarattigi huzursuzluklar devam ediyor.

Yeniden basa dönecek olursak, devrim bir an olmadigi gibi, bir partinin programiyla belirlenen bir sey de degildir. Bizim sol hareketler bunu böyle algiliyor. ‘Bir devrim programin var mi’ diye soruyorlar birbirlerine. Oysa devrim programlarla olmaz. Hatta tersine, devrim programlari da yikar geçer. 1917 Nisan’inda Lenin, Bolsevik partisinin bütün programlarini devrim karsiti ilan etti. Program duragan bir sey, devrim ise dinamik. Her an yeni sürprizlere açik. Bu yüzden, kendimizi programlarla zincirlemek yerine hayatin karmasikligini kavramaya ve coskun bir nehir gibi akip giden bu karmasikligi kavramaya çalismak çok daha devrimci bir tutumdur.

Devrimin üretici güçlerle üretim iliskilerinin çeliskisinden dogdugu görüsünün de gözden geçirilmesi gerektigini düsünüyorum. Seninle birlikte yazdigimiz Devrimi Yeniden Düsünmek-I (Özgür Üniversite Kitapligi, 2010) kitabinda bunu bir miktar irdeledigimizi saniyorum. Ama daha da derinlesmek gerekir. Devrim elbette toplumsal çeliskilerin ürünüdür ama onu üretici güçlerle üretim iliskileri arasindaki çeliskiye baglamak bir tür ilerlemecilige de yol açabiliyor. Ya da suralar suralar geri ülkeler, oralarda üretici güçler yeterince gelismedigi için devrim olmaz, olsa bile sonuç Rusya’daki gibi basarisizliktir türü Mensevik bir görüsü de ön plana çikarabiliyor. Oysa ‘geri’ denen yerler ayni zamanda dünya kapitalizminin sömürüsünün en agir yasandigi yerlerdir ve buralari fokur fokur bir devrimci kaynasma içindedir. Arap halklari da sanildigi gibi, salt parlamenter bir sistem kurulmasi için degil, temelde kapitalist sömürünün yarattigi büyük huzursuzluk nedeniyle ayaklanmis bulunuyor. Kuzey Afrika’da ve Ortadogu’da yasanan, ulusal sinirlari asan, anti-kapitalist bir toplumsal devrimdir.

FB: Tunus ve Misir’da pes pese devrimler parladiginda, ‘sol’ çevrelerde söyle bir degerlendirme yapiliyordu [hâlâ yapiliyor]: Bunun arkasinda mâlûm güçler var… Tabii kimin kastedildigi belli: ABD ve Avrupa bölgeye yeni bir ‘düzen’ vermek istiyor, bu amaçla da halki sokaga döküyor. Bu tür zirvalar sol disi çevrelerden, burjuva odaklardan gelse o kadar rahatsiz edici olmazdi. Bu soldan, üstelik ‘radikal’ olduklari sanilanlar tarafindan dillendirilince isin sekli degisiyor. Bazilari bunu ABD’nin ‘Büyük Orta Dogu Projesinin’ bir asamasi olarak görürken, bazilari da [belki çogunluk] bu isyanlari yöneten bir örgütün ve önderligin olmayisini, bu devrimleri küçüksemek için bir gerekçe olarak ileri sürüyorlardi. Hatirlarsin, bunun üzerine Orta Dogu ve Arap Dünyasinda Yeni Dönem basligini tasiyan bir yazi yazmistim. Bunun kitlelere sadece yukardan bakanlarin degil, Avrupa-merkezli bakisin da sonucu oldugunu yazmistim. Aradan geçen zamanda belki Libya’daki emperyalist komplo ve Suriye’deki belirsizligin de etkisiyle bu anlayisin daha da yayginlastigi anlasiliyor. Öyleyse durumu netlestirmek gerekiyor. Sözünü ettigim yazida da ifade ettigim gibi, devrimden söz etmek üç seyden söz etmektir: 1. Devrimi her zaman halk yapar; 2. Devrimin ne zaman patlayacagi bilinmez, öngörülemez; ve 3. Hiç bir devrim digerine benzemez [bu yüzden de devrim ihraç edilir bir sey degildir ]…

Tabii, Misir ve Tunus’la digerlerini ayirmak gerekiyor. Misir’daki ve Tunus’daki devrimdi ama digerleri farkliydi. Misir’da sadece Tahrir Meydaninda bir milyonu askin genç, yasli, erkek kadin, Müslüman, Hiristiyan, laik, vb. insan toplanmamisti, nerdeyse tüm Kahire ayaga kalkmisti ve sadece Kahire de degil, Misir’in her yerinde, tüm kentlerinde rejim karsiti devasa bir kalkisma söz konusuydu. Halki otakrasiye karsi ayaklandiranlar Batili güçlerin istihbarat örgütleri, yabanci misyonlar degildi. Bu devasa halk hareketini bir emperyalist manipülasyonu saymak, devrimin ne oldugundan habersiz olanlarin bir uydurmasidir ama ayni zamanda o halk kitlelerine de büyük bir haksizliktir. Neden Misir’daki, Tunus’daki halk hareketlerini küçümsediler? Çünkü, kafalarinda bir devrim modeli var ve o modele uymayan hiçbir hareketi muteber saymiyorlar. Tabii devrimi de örgüt yapacaksa ve ortada bir örgüt yoksa, demek ki, ortada bir devrim de yoktur… Biraz tarih bilgisine sahip olan biri bunlari söyleyebilir mi? Bu güne kadar bu dünyada hangi devrimi örgüt yapmistir? Elbette bunu söylemek, örgütün önemini hafife almak demek degildir. Lâkin devrimin mantigi farklidir ve kendine özgü kurallara göre tezahür ediyor. Tunus’da devrimin hemen öncesinde kim ‘isyancilari’ destekliyordu? Obama mi, Sarkozy mi, Berlusconi mi, Zapatero mu, Cameron mu? Kim? Birakin isyancilari desteklemeyi, öyle bir seyi hiçbiri beklemiyordu bile… Sadece emperyalistler degil, ne Tunus’da Binali, ne de Misir’da Mubarek yönetimleri öyle bir sey bekliyorlardi… Neden? Çünkü devrim öngörülebilir bir sey degildir de ondan… Rusya’da Romanov hanedaninin düsmesinden daha üç gün önce [1917] Ingiltere’nin Saint- Petersbourg’daki büyük elçisi Londra’ya gönderdigi mesajda: ‘Bu gün bazi karisikliklar oldu ama bunlar ciddi seyler degil’ diyordu. Benzer bir durum Iran Islam Devrimi öncesi için de geçerliydi. Iran’da mitinglerin, gösterilerin en yogun günlerinde, Sah rejiminin düsmesinden bes ay önce, CIA tarafindan Washington’a gönderilen bir raporda: ‘Iranda devrimci bir durum yok, dahasi devrim öncesi bir durum bile yok’ deniyordu. Dönemin ABD baskani James Carter de, Iran’in ‘dünyanin en karmasik bölgesinde bir istikar adasi’ oldugunu söylüyordu. [ Bu vesileyle istikrardan kimin neyi anladigi da netlesiyor olmali…] Ve basta ABD ve Ingiltere olmak üzere Sovyetler Birligi ve Çin Halk Cumhuriyeti Sah’a tam destek veriyorlardi… Devrimi öngöremeyen sadece kurulu düzenin efendileri degildir. Devrimcilerin de devrim anini kestirmesi mümkün degildir. Nitekim Lenin 1917 Ocak ayinda: ‘ Belki de biz eski kusak, gelecek devrimin kesin savasini göremeyecegiz’ diyordu… Insanlik tarihinin seyrini degistiren ‘Büyük Fransiz Devrimi’nde de durum farkli degil… Bastille’in halk tarafindan ele geçirilmesi üzerine kral XVI. Louis: ‘ Fakat bu bir isyan?’ dediginde, Lincourt Duke’ü’: Hayir efendim, bu bir devrim’ karsiligini veriyor… Devrim modern zamanlarin bir kavrami ve bu güne kadar gerçeklesen tüm devrimler, öngörülemezlik kuralini dogrulamistir.

Iste devrimin bu özelliginden dolayi tüm devrimler herkesi, bu arada devrimcileri de sasirtiyor. O kadar ki, istihbarat örgütlerini bile sasirtiyor. Limonin takma adiyla Bolsevik Partisine sizmayi basaran, Çar’in gizli polis örgütü Okhrana’nin ajani söyle diyordu: ‘ Patlamaya baslayan haraket, hiç bir partinin hazirligi olmadan, hiç bir ön tartisma olmadan patladi, önceden hazirlanmis bin plana göre baslamadi. Devrimci çevreler ancak ikinci günün sonunda tepki vermeye basladilar’ Eger önceden bilinseydi devrim olur muydu? Demek ki, öngörülemedigi için mümkün oluyor. Yani devrimler her zaman beklenmedik yerde ve zamanda ‘patliyor’ ve dostu düsmani sasirtiyor…

GZ: Galiba söyleyeceklerin bitmedi ama istersen ben burada araya gireyim. Belirttigin gibi, devrim öngörülebilen bir sey degil, geçmis bütün devrimler bunu dogruluyor. Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiginde Lenin kendi partisinin elemanlarini hücrelerinde uyuklamakla elestirmisti. ‘Ne yapiyorsunuz o küçük hücrelerinizde, çikin da sokakta neler oluyor bakin’ demisti. Çok da hakliydi. Ama 1917 Subat devrimini Lenin de dahil, hiçbir önder ve parti tahmin edemedi. Lenin, o günlerde Zürih’te felsefi çalismalarina gömülmüstü. Troçki Amerika’daydi. Devrim en çok devrimcileri sasirtti. Bizim sol bunlari görmüyor, görmek istemiyor. Neden? Çünkü onlar için devrim, halkin, ezilen insanlarin ayaga kalkmasindan çok, bir örgütün iktidari ele geçirmesinden ibaret. Yeni TKP’nin yayin organi Sol dergisinde de bu yönde bir yazi yayimlandi. Devrimci parti (kendileri gibi komünist adli bir partiyi kastediyorlar sanirim) olaylari yönlendirmiyorsa, devrimci bir program kitlelere yol göstermiyorsa orada devrimden söz edilemez dediler. Gerçekten komik. ‘Devrim onay merkezi’ gibi çalisiyorlar anlayacagin. Orada biz yokuz, yol gösteremiyoruz, o halde bu devrim degildir demeye getiriyorlar. Emma Goldman’in, ‘dans edemedigim bir devrim devrim degildir’ sözünü komiklestirerek bunlara uygulayabiliriz: ‘Benim olmadigim bir devrim devrim degildir.’

Oysa devrime kalkisan kitleler kimseden izin almazlar, onay beklemezler. Dahasi, ayaga kalkan kitleler bile o anda nasil büyük bir devrimi gerçeklestirdiklerinin tam bilincinde olmayabilirler. Bilinç her zaman önde giden bir sey degildir. Hatta toplumsal olaylarda bazen ve hatta çogunlukla geride kalir ve sonradan olusur. Bunu söyleyerek bilinç unsurunu küçümsemek istemiyorum elbette. Bir devrimin selameti açisindan bilinç çok önemlidir ama ‘önce bilinç olussun, insanlar bir iyice bilinçlensin, ondan sonra devrim olsun’ diyemezsiniz. Deseniz bile bunun bir hükmü yoktur. Nasil ki, ‘önce depreme bir güzel hazirlanalim, çadirlarimizi kuralim, olacaksa deprem ondan sonra olsun’ denemezse, ‘önce bilinçlenelim, sonra devrim olsun’ da denemez.

Kaldi ki, bizatihi devrimin kendisi bilinci hiç beklenmedik sekilde, müthis bir sekilde yükseltir. O zamana kadar devlete biat eden, ‘allah devlete zeval vermesin’ diye boyun büken insanlar bir anda olup biteni kavramada muazzam bir bilinç siçramasi yasarlar. Yani önce bilinç, sonra devrim demek yerine, bilinç devrimin degil, devrim bilincin motorudur demek daha dogrudur.

Nitekim Misir’daki gelismeler de bunu gösteriyor. Milyonlarca insan çürümüs Mübarek rejimine karsi ayaklandi ve sonunda onu devirdi. O zaman, Sovyet devrimiyle bir analoji yaparak, Simdi Sira Kadetlerin Devrilmesinde baslikli kisa bir yazi yazmistim. Anlatmak istedigim suydu: Mübarek devrildi ve ordu idareyi ele aldi, kisa zamanda serbest seçimlere gidecegine söz verdi. Ordu yönetimi, 1917 Subat’indan sonra Rusya’da kurulan I. Geçici Hükümete benzetilebilir. Ordu’nun bir süreç içinde, Rusya’daki Kadetlere benzetecegimiz Müslüman Kardeslerle birlikte yeni bir baski ve sömürü düzeni kuracagi besbelliydi. Ilk asamada ayaklanan kitleler tatmin olmus ve sevinmislerdi ama orduya ve düzen partilerinin manüplasyonlarina karsi giderek bir tepki içine girecekleri de kesindi. Nitekim, Kasim ayi gelince, Tahrir Meydani orduya, orduyla isbirligi yapan Müslüman Kardeslere ve devrimi durdurmak isteyen diger burjuva unsurlara karsi çikan ezilen insanlarla yeniden dolmaya basladi. Bu, devrimin ikinci asamasidir. Insanlar süreç içinde sorunun Mübarek’in devrilmesiyle hallolmayacagini çok iyi kavradilar. Devam eden devrim onlari egitti, bilinçlendirdi. Yani yukarda dedigim gibi, bilinç arkadan yetisti. Bir devrimci parti ya da örgüt istedigi kadar böyle seyleri öngörmüs olsaydi (ki pek yok böyle bir örgüt), bu öngörünün kitlelerin bilincinin yükselmesindeki payi çok az olacakti. Insanlarin bilinci kendi deneyimlerinden ögrenerek adim adim gelisir. Yoksa dislarindaki bir gücün onlara akil vermesiyle degil.

Simdi Misir’da saflar son derece netlesmis durumda. Bir tarafta devrimi durdurmak isteyen ordu, burjuvazi ve Müslüman kardesler var. Diger tarafta da, Misir’daki kapitalist sömürüden muzdarip kitleler. O kitleler, bilinç olarak elbette hâlâ anti-kapitalist bir noktada degil. Ama engellerle karsilasa karsilasa ve o engelleri devire devire giderek bu bilinci de edinecekler. Sonunda meselenin salt bir rejim meselesi olmayip, bir sistem meselesi oldugunu görecekler. Yeter ki, Libya’da oldugu gibi devrim yolundan saptirilmasin. Yeter ki, ‘kitlelerin adina’ hareket eden bir ‘öncü’, devrim adi vererek (bugün pek öyle bir durum gözükmüyor) iktidara el koymasin. Kitle seli ve devrim kendi yolunu bulacaktir.

Bu arada, bugünkü devrimi bir dünya devrimi olarak da kavramak gerektigini düsünüyorum. Devrim dalgasi, diyebilirim ki, 200 yildir ilk kez bu kadar yayginlik kazanmis bulunuyor. Devrimin fay hatti, Irlanda ve Ingiltere’den basliyor, oradan Fransa, Ispanya, Italya, Arnavutluk ve Yunanistan’a iniyor. Bu hattin karsisinda, Kuzey Afrika’da bir paralel hat daha var. Tunus, Libya, Misir. Ve Misir üzerinden, Yemen’den geçerek Ortadogu’ya ulasip Bahreyn’e, Suriye’ye ve Iran’a variyor. Bir baska fay hatti Amerika kitasindadir. Wall Street’i ele geçir eylemi simdilik durulmus gözüküyor ama Birlesik Devletler büyük patlamalara gebe. Çünkü kapitalizmin içinden çikmasi imkânsiz bir kriz dünyayi sarsiyor. Artik issizlikle ve ayricaliklarini kaybetmekle yüz yüze bulunan orta siniflar da ayaga kalkmaktadir. Sili’de ögrenciler ayaktadir. Latin Amerika ülkeleri de kaynayan kazandir. Öte yandan, ÇHC denen devlet bir dinamitin üstünde oturmaktadir. Bu ülke çok uzak olmayan bir zamanda muazzam bir ayaklanmayla sarsilacaktir. Ucuz emek sömürüsünün had safhaya vardigi bu kapitalist ülkedeki komünist partisi diktatörlügünü milyonlarin sirtlarinda daha fazla tasiyacagini sanmiyorum.

Iste böyle baktigimizda, Büyük Ortadogu Projesi falan denen seylerin hiçbir hükmü kalmaz. Kitleler ne projeleri ne de programlari takarlar. Gerçekten devrim isteyenler, paranoyalari ve muhafazakârdan da muhafazakâr önyargilarini birakip bu dünya devrimi dalgasina omuz vermeli, halk kitlelerinin özlemleri yönünde ilerleyecek anti-kapitalist bir dünya devrimini körüklemelidirler. Yani Enternasyonal’de dendigi gibi: ‘Devrim atesini körükle…’ Ancak bunu yaptiklari zaman gerçekten ‘devrimci’ sifatini hak edeceklerdir.

FB: Bir kaç gün oluyor, bir televizyon kanalinda ‘konunun uzmanlari’ Orta Dogu’yu tartisiyorlardi. Iste ABD ne yapmak istiyor, AB ne istiyor, Türkiye ne istiyor, Iran ne istiyor… lâkin hiç biri orada yasayan insanlar ne istiyor sorusunu sormuyorlardi. Aksi halde ne o programa izin verilir, ne de ‘konunun uzmanlari’ oraya çagrilirdi… Devrim, ezilen ve sömürülen siniflarin ‘ artik senin beni olmami istedigin gibi olmak istemiyorum, kendi istedigim gibi olmak istiyorum, kendim olmak istiyorum’ dedikleri anda patliyor, spontane bir sekilde kitlelerin ‘korku duvarini’ astiklari zamanda ortaya çikiyor. Tabii devrimin genisligi, yayginligi ve derinligiyle, karsidevrim arasinda da bir iliski var. Eger devrimin kapsayiciligi önemliyse, karsi devrimin etkili olmasi da zorlasiyor. Senin de söyledigin gibi, dünya ölçeginde bir devrim dalgasinin, içinde bulundugumuz yüzyilin ilk on yillarina damgasini vuracagini söyleyebiliriz. Artik bundan sonra hiçbir sey eskisi gibi olmayacak, olmasi mümkün degil… Tabii devrimin gündemde olmasi demek, karsidevrimin de gündemde olmasi demektir, dolayisiyla zaferin kesinligi diye bir sey söz konusu degil… Zira, sistem giderek duvara toslamakta, ‘büyük insanliga’ teklif edebilecegi artik bir seyi yok, dolayisiyla oyalama, aldatma, kandirma yetenegi de kaçinilmaz olarak hizla asinmakta. Mesruluk temeli çökmekte… Çürüyen ve çürüten, ‘bunak kapitalizmin’ artik insanliga teklif edecegi bir sey yok ama sürece acilen müdahale edilmesi, aracin direksiyonunun vakitlice degistirilmesi gerektigi bir zamanda oldugumuzun da bilincinde olmak gerekiyor. Zira, insânî ve sosyal kötülüklere ekolojik yikim, felâketler birikimi de eslik ediyor.

Devrimle ilgili olarak iki hususa açiklik getirmek gerekiyor: Örgüt sorunu ve entelektüelin islevi. Bir kere örgüt ve örgütlülük vazgeçilmez, lâkin benim ‘örgüt paradoksu’ dedigim bir sey var. Tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir amaç, bir ideal için kurulan örgüt, belirli bir esik asildiginda baslangiçtaki amaca, varlik nedenine yabancilasiyor, bürokratlasiyor, yozlasiyor. Bunu, savunma amaçli örgütlenmelerde de [sendikalar] veya sistemi asmayi amaçlayan örgütlerde de [sol, sosyalist, komünist partiler] görmek mümkün. Burada bunun nedenleri üzerinde durmamiz uygun degil ama sonuç itibariyle paradoksal bir durumun varligini rahatlikla söyleyebiliriz. Dolayisiyla genel olarak devrimden söz edildiginde, bu paradoksu sorun etmek büyük önem tasiyor. Velhasil, bu durumun asilmasi yönünde teorik tartismalar yapmak ve bürokratlasmanin, yozlasmanin bertaraf edilmesi için ne tür önlemler, yenilikler gerektigi üzerinde kafa yormak önemli. Olabildigince vertikal [dikey-hiyerarsik] olmayan örgütsel isleyis ilkeleri kesfetmek önemli… Bu da demokrasi tanimini gözden geçirmeyi gerektiriyor. Geride kalan dönemin örgüt modelleriyle sinifsiz toplum yolunda ilerlemek mümkün degil. Bu konuda ciddi bir teorik sorgulama gerektigini söyleyebiliriz. Zira, bizzat örgütler var olani asmanin engeli haline geliyorlar. Kendileri birer iktidar odagi, odakçigi haline geliyorlar, dolayisiyla retorikle realite arasinda bir uyumsuzluk ortaya çikiyor.

Ikincisi, devrim süreçlerinde entelektüel isleve yüklenen anlam ne olmalidir sorusu. Bir kere sunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, gerçek entelektüelden yoksun hiç bir toplumsal hareketin basari sansi yoktur. Çünkü, ideali, ütopyayi, perspektifi insa eden entelektüellerdir. Tabii orada söz konusu olan, Gramsci anlaminda, ezilen halklarin, sömürülen siniflarin ‘organik entelektüelleridir’. Entelektüel, devrim öncesinde, devrim aninda ve devrim sonrasinda önemli bir islev üstlenebilir. Yeni, orjinal ve devrimci fikirlerin derece derece halk kitleleri tarafindan içsellestirilmesi, ‘fikirlerin maddi birer güç haline gelmesi’ büyük öneme sahiptir. Tabii bu, ‘disardan bilinç götürme’ anlaminda degil. Karsit bilincin kitleler tarafindan içsellestirilmesi seklinde. Kendisi de ezilen-sömürülen sinifin tarafinda olan entelektüel, mevcut sistemin teshir edilmesinde, onu asmanin olanaklari üzerinde, muhtemel bir toplum düzeninin nasil olmasi gerektigi konusunda bilinç siçramasina katkida bulunabilir. Sol örgütler entelektüel islevi küçümsüyorlar, çünkü entelektüelin, ayiplarini açiga çikarma istidadi ve yeteneginden çekiniyorlar… Yillar evvel Özgür Üniversite’de dersleri izleyen bir genç vardi. Bu genç ayni zamanda bir sol partinin de üyesiydi. Örgüt yönetimi onun Özgür Üniversite’ye devam ettigini ögrendiginde, uyariyor: ‘ Bir daha oraya gitme, biz sana gerekli olani ögretiriz’ diyorlar… Örgüt bir kere dünyanin gerçekliginin tapusunu cebine koymussa,… düsünmeye, süphe etmeye, arastirmaya ne gerek var… Bunlari söylerken entelektüeli ve onun misyonunu yücelttigim gibi bir anlam çikarmak asla dogru olmaz. Zira bu dünyada yüceltilmeyi hak eden hiç bir sey yoktur, olmamalidir ve buna entelektüel de dahildir. Aksi halde hem entelektüeli ve onun misyonunu yüceltmek hem de komünist toplum perspektifinden, sinifsiz toplumdan söz etmek büyük bir çeliski olurdu…

GZ: Tamamen katiliyorum. Yüceltmemek ve kitlelerden üst bir mevkiye koymamak kosuluyla entelektüellerin rolü çok önemli. Sol bu noktada da çeliskili ve sarkacin her iki ucu açisindan da hatali bir yönelim içinde. Bir yandan, belirtigin nedenlerle entelektüelleri tehlikeli görüyorlar ve onlari örgütlerinin rakibiymis gibi algiliyorlar. Bir de tabii, Stalinist dönemin, entelektüelleri horlayan ve baski altina alan gelenegini devam ettirmeleri söz konusu. Ama diger yandan, örgütlerinin disindaki popüler entelektüellere, yani su senin sözünü ettigin, ‘konunun uzmanlari’na karsi da tiksindirici ölçüde bir hayranliklari, hatta onlarin karsisinda bir asagilik duygulari söz konusu. Bu tür sistem içi entelektüellerin sempatisini kazanmak için binbir takla atiyorlar. Aslinda Stalin döneminde de böyleydi. Bir yandan Sovyetler Birligi’nin içinde entelektüelleri baski altina alir ve en kalitelilerini yok ederken, bir yandan da, örnegin Avrupa kamuoyunda taninmis entelektüellere Sovyetler Birligi övgüsü yaptirabilmek için yapmadiklari saklabanlik kalmazdi.

Bence bugün devrimin saglikli bir mecrada ilerlemesinin ilk kosulu, solda ve genel olarak degisimin basini çekecek radikal-devrimci kesimlerde muazzam bir entelektüel devrimdir. Eski kabugun kirilip atilmasi için bu sart. Eski hurafeler, efsaneler, putlar, teorik uydurmalar, önyargilar, inkârciliklar gümbür gümbür yikilmalidir. Yani bir zamanlar Nazim Hikmet’in bir baska baglamda açtigi ‘Putlari yikma’ kampanyasi gibi bir sey gerekli. Her sey sorgulanmali, her sey. Gün isigi görmemis hiçbir karanlik nokta birakilmamali. Her sey tartisilmali. Eski paradigma altüst edilmeli. Bunun yerine konacak yeni paradigmanin da her yani yeniden ve yeniden gözden geçirilmeli. Bütün bunlar sonsuz bir özgürlük ortami içinde ama birbirinin gözünü çikartmadan tartisilmali. Özellikle de senin belirttigin örgüt konusu. Örgüt gerekli ama daha bastan ne oldugu, nereye varacagi belli olan bürokratik örgütlerle bu isin olamayacagi artik açik seçik ortaya çikmis bulunuyor. O halde tartisma konularindan biri de ‘nasil bir örgüt?’ olmalidir. Monolitik, baskici, merkez komitesinin agzina bakan örgütlenmelerle bu is olmaz ve zaten insanlar tekrar tekrar bozuk bir aleti denemezler. Bir alet çalismiyorsa çalismiyordur. Bir denersin, iki denersin, hadi emin olmak için üçüncü kez de denersin diyelim ama çalismadigini görünce onu bir kenara atar ve yeni bir alet ararsin kendine. Örgüt de eger bir fetis araci degilse, devrim için bir araçsa, yararliligi, islevselligi açisindan ele alinmali ve yeniden olusturulmalidir.

Lenin’in Yaklasan Felaket diye bir brosürü vardi.

Biz de bugün Yaklasan Devrim demeli miyiz? Bence demeliyiz. Ama gerçekten yaklasiyorsa onu karsilamaya hazir olmak bir zorunluluktur. Tabii bu sözlerimden devrimi bir ‘an’ olarak algiladigim sonucu çikarilmamalidir. Bu sadece bir metafordu. ‘Yaklasan devrimin’ içindeyiz zaten. Bizi, bütün bunlari bugün daha da israrli konusmaya sevk eden de bu degil mi zaten?

FB: O halde bu söylesiye: ‘XXI. Yüzyilin ilk on yillari, dünya ölçeginde devrimler dalgasinin on yillari olacak’ basligini koyabiliriz…

5 Aralik 2011

Fikret Baskaya – Gün Zileli

Back to top button