Makale

Devrim üzerine söylesi II

‘Örgüt Paradoksu’ Üzerine

GZ: Söylesimizin önceki bölümünde ‘örgüt paradoksu’ndan söz ettin. Bunu biraz açar misin?

FB: Istersen ondan önce önemli gördügüm bir hususa açiklik getirelim. Devrimci çevrelerde ‘devrimi örgüt yapar’ seklinde bir anlayis var. Bir örgüt kurulacak, büyüyecek, olgunlasacak ve zamani geldiginde de devrim yapacak… Aslinda bu, devrim hakkinda yanlis bir anlayisin ürünüdür. Devrim sosyal eylemin sonucu olan bir dönüsümdür ve ancak genis halk kitlelerinin yapabildigi bir seydir. Dolayisiyla, politik volontarizm, kitlelerin kendi bilinçli eyleminin yerini alamaz. Baska türlü ifade edersek, politik eylem hiçbir zaman sosyal eylemin yerini alamaz. Tabii bu tür bir devrim anlayisi da, Rusya’daki durumun yanlis anlasilmasindan ve orada olup bitenlerin ‘evrensel degeri olan bir sey’ sayilmasindan kaynaklaniyordu. Subat’taki bir sosyal devrimdi ve yol almaya devam ediyordu. Ekim’dekiyse iktidarin Bolsevikler tarafindan ele geçirilmesiydi, yânî politik bir eylemdi. Dolayisiyla Ekim’de Bolsevikler devrim yapmadilar, hükümeti ele geçirdiler. Subatta devrim patlamisti, Çarlik devrilmisti, lâkin henüz yeni bir rejim kurulmus degildi. Emekçi kitleler özgürlük, sosyal esitlik, ifade ve örgütlenme özgürlügü, refah, insanca yasama, ‘kendileri olma’ talebiyle ayaklanmislardi, gerçek bir demokrasi istiyorlardi.

Iktidarin Bolsevik parti tarafindan ele geçirilmesi devrim sürecinde bir ‘andi’… Lâkin resmi tarih, devrimi Subat’tan degil de Ekim’den baslatti. Asil devrim yok sayildi. Biliyorsun, her zaman ve her yerde resmi tarih ‘egemenlerin istedigi tarihtir’, onlarin isine gelen bir tarih versiyonudur. Tabii Bolsevikler iktidari ele geçirir geçirmez ilk yaptiklari is, devrimin kaynagi ve anasi olan Sovyetleri tasfiye etmek oldu. Sovyetler yeni ve orijinal bir kitle örgütlenme modeli olmaktan çikarildi, önce içi bosaltildi, sonra da tümüyle tasfiye edildi. Lenin Subatta: ‘ Bütün iktidar Sovyetlere’ demisti, Ekimden sonraysa slogan: ‘ Bütün iktidar Bolsevik Partiye’ biçimini aldi…Bu arada neyin degistigini merak eden var mi? Gerçek durum böyleydi ama retorik farkliydi… Yeni rejime ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birligi’ dense de, kurulan yeni rejimde artik Sovyetlerin hiçbir dahli olmadigi gibi, rejimin sosyalist bir rotada ilerleme imkâni da daha bastan yok edilmisti… Ve o asamadan sonra ne yapildiysa, sosyalizmin, marksizmin ilkelerine karsi yapildi. Oysa elestirel tarih son derecede önemlidir. Ekim Devrimi’nden bir süre sonra iktidar Lenin’in liderliginde bir ‘komiserler konseyinin’ iktidarina dönüstü. Taktik gerekçeler ilkelerin önüne geçti ve daha bastan devrim, sosyalizm/komünizm perspektifine yabancilasti… Elbette rejim bir dizi iç ve dis olumsuzlukla cebellesmek zorundaydi ama bu ‘zorunlulugu erdeme’ dönüstürmeyi gerektirmiyordu. Dolayisiyla sapma Stalin’le baslamadi. Maalesef sosyalizm ilkelerine yabanci bir dizi uygulama daha Lenin zamaninda basladi. Ifade ve basin özgürlügü, örgütlenme özgürlügü yasagi, parti kurma yasagi, vb. Lenin zamaninda yürürlükteydi. 1921’de ‘egilimler’ yasaklandi, ölüm cezasi yeniden kondu… Rosa Luxemburg sapmayi çok erken bir zamanda [1918] fark edip mahkûm etti. Leninist iktidari: ‘ bir klik hükümeti, bir diktatörlük, aslinda proletaryanin degil, bir avuç burjuva politikacisinin diktatörlügü, jakoben egemenligi’ olarak tanimladi.

Peki örgüt önemsiz midir? Asla degil, tam tersine örgüt vazgeçilmezdir ama örgüte hak etmedigi misyonlar yüklememek kaydiyla. Örgüt devrimci süreci hizlandirabilir, devrim sonrasinda ‘hedef sasmasini’ engeleyebilir ama devrim yapamaz. Tabii eger varlik nedenine yabancilasmissa, bürokratlasip-yozlasmissa olumsuz seyler de yapabilir… Örgüt paradoksundan kastettigim su: Örgüt baslangiçta bir amaç için kuruluyor ama gerçekten amaca uygun olarak kurulup-kurulmadigi tartismalidir. Diyelim sosyalist/komünist bir toplumsal düzen kurma, bu amaçla da burjuva düzenini asma perspektifi olan bir örgüt kuruldu. Gerçekten o amaca uygun olabilmesi için sosyalist ilkelerle uyumlu bir yapi ve isleyise sahip olmasi gerekir. Daha bastan bir farkliliga, orijinallige sahip olmasi gerekir… Bilinen, ‘geleneksel’ örgüt modellerinin disinda farkli bir sey olmasi gerekir. Eger burjuva örgüt modelini alir, onu taklit edersen, daha bastan amaca yabancilasmak kaçinilmazdir. Zira burjuva toplumunun ayaklari seni sosyalizme/komünizme tasimaz. Alet benim elimde iyi isler, demek saçmadir… Ben yaparsam iyi olur, demenin bir kiymet-i harbiyesi yoktur. Tarihsel sol bugüne kadar nasil örgütlenmeliyiz, amaca uygun bir örgüt modelini ve isleyisini nasil olusturabiliriz sorusunu pek sormadi… Esas itibariyle ve genel bir çerçevede burjuva örgüt modelini benimsemekle yetindiler. Örgütün hayati önemini kavramakta basarisiz oldular… Oysa devrim anlarinda spontane olarak ortaya çikan, Rusya’da Sovyetler, baska yerlerdeki isçi konseyleri, vb. den hareketle farkli bir örgütsel isleyis modeli gelistirmek amaçla daha uyumlu olabilirdi.

Bir parti kuruluyor, bakiyorsun, iç isleyisi düzen partilerin nerdeyse ayni… Keskin bir hiyerarsi, bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan, yetkili-yetkisiz, buyuran-buyrulan, vb. Hiyerarsi, ‘etkinligi’ saglamanin güvencesi sayiliyor… Daha örgüt kurulup organlari olustugunda, partiyle kitle arasinda bir kopus, bir yabancilasma ortaya çikiyor. Resmen kurulmadan önceki mücadele yetenegini ve düzeyini bir daha yakalamak pek mümkün olmuyor… Burjuva partilerindeki gibi bir isleyis ortaya çikiyor. Bunu herhangi bir örgütte de görebilirsin. Illâ bir sol siyasi parti olmasi gerekmez… Örgütün yönetim, denetim, disiplin ve baska kurullari seçilip göreve basladigi andan itibaren örgüt cansiz/ruhsuz bir bürokrasiye dönüsüyor. Örgüt yasayan bir ‘canli’ olmaktan hizla uzaklasiyor. Birinci mesele bu.

Bürokratik yozlasmanin ikinci bir nedeni daha var. Bir örnekle ne demek istedigime açiklik getireyim: Diyelim, bir madende çalisan isçiler, uzun çalisma sürelerine, düsük ücretlere, is güvenligi zaafina, vb. karsi bir direnise geçiyorlar. Bu mücadele sürecinde biri ve/veya birileri ön plana çikiyor, cesareti, basireti, dürüstlügü, kararliligi, davaya inanmisligi ve meramini anlatma yetenegi sayesinde etkinlik sagliyor. Isçiler onun bu yetenegini, karizmasini mücadelelerinde daha etkin kullanmak üzere onu madenin disina çikariyorlar ve ‘profesyonel olarak’ o isi yapmasinin daha yararli olacagini düsünüyorlar. Zamanla benzer bir mücadele baska maden ocaklarinda da büyüyor, bütün sektörü kapsar hale geliyor ve bizim ‘profesyonel’, kurulan isçi örgütünün [sendikanin] yöneticisi veya baskani oluyor. Kentin merkezi bir yerindeki rahat bir büroda, artik bütünüyle farkli bir kültürel-psikolojik, sosyal çevrede yasamaya basliyor. Kendisi gibi profesyonel sendikacilar, ögretmenler, üniversite üyeleri, gazeteciler, sanatçilar, tiyatrocular, politikacilar ve devlet yetkilileri, bakanlar ve üniversite ögrencilerinin yasam alanlarina dahil oluyor. Avukatlar, sekreterler, hizmetliler istihdam ediyor… otorite kulllanmaya, emir vermeye ve yönetmeye alisiyor. Hiyerarsik iliskileri vazgeçilmez sayiyor…Maden ocaginin her türlü risk ve zorlugundan uzak bir sosyal çevrede yasamaya basliyor… Ve içinden çiktigi sosyal çevreye yabancilasiyor… Burjuvalasiyor, belirli bir esik asildiginda da artik burjuva sinifina mensup biri olup çikiyor… Lâkin retorik degismiyor… ‘Isçi sinifinin yüksek çikarlari vurgusu’ eksik olmuyor… Velhasil örgüt bürokratlasiyor, yozlasiyor ve baslangiçtaki amaca yabancilasiyor… Zaten sistemi degistirmek gibi uzun erimli bir amaç için olusturulmus bir örgütün zaman içinde ‘kendisi için örgüt haline gelmesi’ büyük bir olasiliktir. Ve belirli bir sinirdan sonra örgütü yasatmanin bizzat kendisi bir amaç haline geliyor… Iste ‘örgüt paradoksu’ dedigim bu. Örgütün, varlik nedenine yabancilasmasi durumu…

GZ: Tuhaf olan, bizde bir kisim solun, Türkiye’nin resmi tarihini sorgulamaya girisirken (ki bu olumlu bir seydir), solun kendi resmi tarihine toz kondurmak istememesidir. Üstelik bu tutum, birkaç sol örgütle de kisitli degildir. Stalinist olmayanlar bile bu konuda bir hayli tutuk. Sanki bu resmi tarihi irdelerlerse bütün temellerini kaybedeceklermis gibi bir ruh hali içindeler. Dolayisiyla resmi sol tarihinin üzerine bir kapanma söz konusu. Aman dokunmayin, yoksa biteriz. Eger senin varlik sebebin bu tarihse veya bu tarihin yalanlari ve efsaneleleri ise zaten bitmissindir aslinda. Böyle yaparak kendi bitisini ilan ediyorsun. Oysa hiçbir sey kutsal degil. Üstelik böyle yaparak o tarihteki olumlu seylerden yararlanmayi da önlemis oluyorsun. Çünkü var, olmaz olur mu? Bir sürü olumlu sey var. Girsene içine, olumsuzu elestirip olumluyu ortaya çikartsana. Bir din mi bu?

Bu nereden geliyor? Stalinist gelenekle izah etmek isin epey kolayina kaçmak olur. Bence sorun yine senin isaret ettigin örgüt paradoksunda. Devrimi kitlelerin degil de örgütün yapacagina inandiklarindan, örgütün temelini olusturan tarihi irdelemenin örgütün temellerini yipratacagini düsünüyorlar. Oysa hiç de yipratmaz, eger düzgün, devrimci, kendine güvenen bir tutum alirsan. Kaldi ki, yipratsa ne olur? Demek ki, örgütü yanlis bir seyin üzerine insa etmissin. Kumdan bir tepenin üzerine insa ettigin o örgüt en ufak bir sarsintida zaten yikilacak. Iste koyu muhafazakârligin temeli.

Oysa devrimcilik, salt bir düzeni yikmaya kalkismakla kisitlanamaz. Devrimcilik, ayni kararlilikla kendini de irdelemeyi, yanlislarin üzerine kararlilikla gitmeyi gerektirir. Lenin döneminde bu vardi. Her ne kadar, senin belirttigin gibi, Bolsevikler sirf iktidarda tutunmak ugruna toplumdaki özgürlükleri ilga etmek gibi korkunç (ve devrimi bitiren) bir hata içine girmislerse de parti içi demokrasi bir süre daha devam edebildi. Bizzat Lenin kaç kez ‘hata ettik, girdigimiz bu yol yanlisti, haydi dön geri ediyoruz’ diyebilmistir. Ama o Lenin oldugu için bunu diyebildi, lider olarak büyük bir özgüvene sahipti. Bununla birlikte, Bolsevik partisinin içinde önemli teorisyenler, sahsiyetler de vardi, birbirleriyle kiyasiya tartismaktan, farkli farkli tezlerini ortaya sürmekten kaçinmazlardi. Giderek bu da sönümlendi elbette ama tarihe korumaci bir biçimde bile bakilsa en azindan bunlarin görülmesi gerekir.

Belirttigin nokta çok önemli. Toplumda özgürlükleri, ne gerekçeyle olursa olsun ilga etmek devrimin hayat damarlarini kesmekle ayni seydir, kesin bu. Bir tek parti merkez komitesi konusacak, bir tek o ne yapilmasi gerektigini vazedecek, geri kalanlar, toplumun büyük çogunlugu da hiç düsünmeden, tartismadan, neyin dogru yanlis oldugunu irdelemeden yukardan gelen bu emirlere uyacak. Mümkün mü böyle bir devrim? Böyle bir devrimin mümkün olmamasini birak bir yana, o emirlerin gerçekten hayata geçmesi mümkün mü? Konusmanin, düsünmenin kisitlandigi yerde sadece kapikullugu ortaya çikar ve toplumun en müptezel unsurlari böyle bir ortamda en büyük inisiyatifi kazanir. Kisacasi, devrimi bitirmek istiyorsan insanlari korkut, bastir, parti emirlerini sorgulamasiz uygulamaya zorla. Daha baska bir sey yapmaya gerek yok. Ne beyaz tehlikesi, ne karsidevrimci casusluk faaliyetleri, ne dis müdahale, ne emperyalist abluka devrimi bitirebilirdi; nitekim biteremedi de. Devrimi bitirenler, devrimin canli organizmalarini kesip atan, Sovyetleri içi bos bir kabuk haline getirenler, devrim için canini veren isçilere, bahriyelilere, köylülere, bir devrim yapmaya cesaret eden halk kitlelerine degil, eski Çarlik düzeninden devraldiklari polis kadrolarina, Bolsevizm adina her türlü pisligi yapabilecek dogmatik kapikullarini ekleyerek kurulmus Çeka’lara, GPU’lara, NKVD’lere güvenenler olmustur.

Simdi de, bu örgüt paradoksuyla monolitik örgüt anlayisi arasindaki baglantiya deginelim biraz diyorum. Kendine, kendi varlik nedenine yabancilasan örgüt, hemen ilk adim olarak kendi içindeki farkli sesleri de bastirmaya girismedi mi, girismez mi?

FB: ‘Nasil bir örgüt istiyoruz?’ sorusu, ‘ Nasil bir toplum düzeni istiyoruz, nasil bir toplumda yasamak istiyoruz?’ sorusundan bagimsiz degil. Bu sorulardan biri sorulunca, digerinin akla gelmesi gerekir. Biri digerini imâ etmek durumunda. Soru bu sekilde soruldugunda, durumu biraz daha net görme olasiligi artar. Oysa bu güne kadar geçerli genel yaklasim az-çok söyleydi: ‘ Bir örgüt kurulacak ve iktidar alinacak…’ Mesele böyle anlasilinca, örgüt bir araç olmaktan çikip, bizzat kendisi bir amaç durumuna geliyor. Tabii bu tür bir anlayis, daha önce söyledigimiz gibi ‘devrim nedir?’ sorusunun savsaklanmasina neden oluyor veya ayni anlama gelmek üzere devrimin neyin yolunu açacagi sorusu gündemden düsüyor. Bu durum ayni zamanda neden bir örgüt fetisizmi yaratildigini da açikliyor. Örgütü kim neden bir fetis haline getiriyor? Kim neden yüceltiyor? Bu isi, varliklari örgütün varligina borçlu olanlar yapiyor. Bati dillerinde permanents denilen profesyoneller kendi konumlarini mesrulastirip-garantiye almak için, örgütü fetislestiriyorlar. ‘Benim örgütüm her zaman haklidir, benim örgütümün yaptigi her sey dogrudur, o halde tartismadan muaftir…’ biçiminde bir anlayis yerlesiyor. Bu örgüt içinde bireyin varliginin yadsinmasi, bir tür ‘hammadde’ mertebesine indirgenmesi demeye gelir. Aslinda fetislestirilen örgüt degil, örgüt bürokrasileri, örgütün profesyonellerinin konumu, statüsü ve iktidaridir…Her ne surette olursa olsun devrimci bir örgüte ‘profesyonelligi’ sokmak devrime elveda demektir. Profesyonellige ancak istisnai olarak basvurulmasi gerekir. Böyle bir örgüt devrim yapamaz ama devrimden sonra parti-devlete dönüsme iltimali çok yüksektir. O zaman yapilacak is, olabildigince profesyonelligin yerine rotasyonu ikâme etmek olabilir. Örgüte insanlar gönüllü olarak katildiklarina göre, rotasyon yöntemiyle örgütsel faaliyetlere de pekâla katilabilirler. Böyle bir uygulama, yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ikiligini büyük ölçüde ortadan kaldirabilir. Ilke söyle formüle edilebilir: ‘Her parti üyesi her türlü parti faaliyetini ifâ etmek hak ve yükümlülügüne sahiptir. Görev dagilimi gönüllülük ve rotasyon esasi dahilinde yapilir…’ Partide elbette karizmatik sahsiyetler olur/olabilir ama burjuva partilerindeki gibi karizmaya dayali bir yapi ve isleyis sosyalist/ komünist toplumu hedefleyen bir örgütün itibar etmesi gereken bir sey olmamalidir. Profesyonellige karsi çiktiginda cevap hazir: ‘Sen profesyonelligi yanlis anliyorsun!’ Örgüt içi ‘iktidari’ elinde tutanlar, ‘neyin nasil yapilacagini bilenler’ degil mi profesyoneller? Elbette bunlarin mutlaka geçimlerini örgütten saglamalari gerekmiyor ama ekseri örgütten sagliyorlar ve demokratik tartismalari engelliyorlar.

Parti’nin önemi abartilinca ve her örgüt devrimi kendisinin, sadece kendisinin yapacagina inandigi kosullarda, benzer örgütler arasindaki rekâbet de patalojik bir hâl aliyor. Tabii bu tür sapma ve anlayislarin temelinde de Sovyet deneyimi, Bolsevik parti ve Komintern pratigi yatiyor. Komintern’in ‘evrensel’ oldugu tevatür edilen bir örgüt modeli vardi. Tüm komünist partiler, dünyanin neresinde olursa olsun o modele göre örgütlenmek durumundaydi ve örgüt bir fetis mertebesine yükseltilmisti. Bu saçma bir anlayisti ve daha bastan sosyalizm/komünizm perspektifine yabancilasmis bir dizi örgütün kurulmasi/ kurdurulmasiyla sonuçlandi. Bu, olmayacak duaya âmin demek gibi bir seydi… Bir çokuluslu sirketin subeleri gibi devrimci parti kurulur muydu? O toplumun gerçekligine daha bastan yabancilasmis bir örgüt seylerin seyri üzerinde ne kadar etkili olabilirdi? Sonucun tam bir hüsran olmasi kaçinilmazdi… Komintern gelenegiyle radikal bir hesaplasmayi basaramayan hiçbir sol örgütün hayirli bir sey basarmasi mümkün degildir.

Önemli bir husus da parti içi, örgüt içi demokrasinin vazgeçilmezligi meselesidir. Kendisi demokratik bir isleyisi özümleyip, içine sindirip, bir varolus ilkesine dönüstüremeyen hiçbir örgüt ‘devrimcilik’ iddiasinda bulunamaz. Genel olarak sol örgütler demokrasinin hayâtî önemini kavramanin hep uzaginda kaldilar. Anti-demokratik bir örgüt, demokratik/sosyalist bir topluma giden yolu aralayabilir mi, o yönde etkili olabilir mi? Eline ilk firsat geçtiginde anti-demokratik, baskici bir rejim kurmaya yeltenmez mi? Devrimi dejenere edip ‘tuhaf bir otokrasiye’ dönüstürmez mi? Örgütlerin yönetici kesimlerinin demokrasiden neden nefret ettiklerini anlamak zor degil. Zira varliklarini demokrasi yokluguna borçlular da ondan. Etrafina bak anlarsin… 40 yil boyunca örgüt yöneticisi olanlar var… El insaf denecektir. Osmanli Imparatorlugunda bile padisahlarin tahtta kalma [aritmetik] ortalamasi 17 yil 3 ay… Bu adamlar ne menem bulunmaz hint kumaslari ki, 40 yil bir örgütün tepesinde kaliyorlar! Tabii demokrasiyi küçümsemenin mâzeretini de bulmuslar… Demokrasi burjuva demokrasisi denilip, küçümseniyor, lânetleniyor. Burjuvazi demokrasiyi kendi iktidari ve sinifsal çikari için araçlastiriyor, dejenere ediyor, insanlari aldatmanin ve oyalamanin bir aracina dönüstürdü diye demokrasiye elveda demek mi gerekiyor… Tam tersine, burjuva düzenini, sinifli toplumu asma parspektifine sahip bir sosyalist/komünist/devrimci örgüt için demokrasi soludugumuz hava, içtigimiz su, yedigimiz ekmek kadar vazgeçilmezdir… Sizin sosyalist-komünist toplum dediginizin son tahlilde üç ayak üstünde oturmasi gereken bir sistem olmasi gerekmiyor mu: Sosyal esiklik, demokrasi ve dogayla uyum… Burjuvazinin çikari demokrasinin engellenmesini, sosyalist/komünist proje sahiplerinin yarari da demokrasinin gerçeklestirilmesini gerektirmiyor mu? Aksi halde adi ne olursa olsun söz konusu olan burjuva bir örgüt olabilir ve o tür örgütlerin toplumu ‘farkli’ bir yere tasimasi mümkün degildir. Söylemek istedigimi özetlemek gerekirse, geçmis deneyler muvacehesinde örgüt sorununu ikircikli olmayan bir tarzda tartismak ve geregini yapmak gerekiyor. Eger soruyu soracak yükseklige çikmissan, bu, cevaba yaklastigin anlamina da gelir… Amaca uygun örgütler olusturmak bizim irademizi asan bir sey olmadigina göre…

GZ: Kirk yildir degismeyen liderler… Bunun, örnegin Kuzey Kore’de en son sinirina vardigini görüyoruz. Bir nevi padisahlik düzeni. Baba ölünce yerine ogul geçiyor, o ölünce de onun oglu. Demek artik örgüt fetisizmi kalitim fetisizmine dönüsmüs. Belki bu Kore’de kültürel bir seydir bu ama bizimkiler de utanmasalar bunu yaparlar, eminim. Artik bu, isin iyice absürd bir noktaya vardigini gösteriyor. Bunlari da görecekmisiz. Herhalde Marx dirilip durumu görse hemen bir kere daha ölürdü, adina yapilan saçmaliklari görünce.

Söylediklerine tamamen katiliyorum ama bu tür örgütlerin yaratilmasinda, seflerin yanisira, bu tür örgütlere katilan devrimci radikallerin de günahi az degil. Lider tapinci sadece yukardan yaratilmiyor. En alttaki üyenin de bu iste dahli var. Otoriter-merkeziyetçi anlayislar toplumun en küçük hücrelerinin içine sizmis. Örnegin, insanlar inisiyatifi hemen ‘çok bilenlere’ birakma egiliminde. Rotasyon yapsan bile bunun geregince islemedigini görebiliyoruz. Rotasyonla görev alanlarin içinde aktif olanlar hemen inisiyatifi ele geçirebiliyorlar. Digerleri gönüllü olarak kenara çekiliyor ve nasilsa isi götüren birileri var diye sorumlulugunu yerine getirmiyor. O zaman da ortaya ‘invisible’ (görünmez) yönetimler çikiyor. Üstelik bu görünmez yönetimlerden hesap sormak da bir hayli zor, çünkü görünürde herkes esit ama bazilari daha çok esit!

Gönüllülük esasina dayali, özyönetimsel, özinisiyatifli örgütler gerçekten isletilebilirse ortaya harikalar yaratan bir örgüt çikacagini düsünüyorum ama insanlar henüz bu noktada degil. Belki de eski merkeziyetçi örgütsel anlayislar içimize islemis. Bu durumda yapilmasi gereken iki sey var: Birincisi, eski merkeziyetçi, anti-demokratik, monolitik örgüt anlayisini net bir sekilde elestirmek; ikincisi ise, yeni ve alternatif örgüt anlayisini en ayrintili bir sekilde ortaya koyup bu örgütün özünü olusturan devrimci insanlarin özinisiyatifi gerçekten özümsemeleri için esasli bir kültür devrimi gerçeklestirmek.

Devrimcilik genelde lafta kaliyor. Sol kitlemiz, komünistlerimiz ve anarsistlerimiz özünde son derece muhafazakâr. Hakim düzenle mücadele etmek istiyorlar ama kendi zaaflariyla mücadelede isteksizler. O zaman hakim düzenle de mücadele edemiyorlar. Örgüt anlayisini sorgulamayi birakin, yanlislanmis teorik temelleri sorgulamaya da yanasmiyorlar. Aslinda bu, tam anlamiyla konformist bir tutumdan kaynaklaniyor. Çünkü sorgulamak rahat kaçirir, huzursuz eder insani. Simdi ne gerek var bütün bunlara, surada geçinip gidiyoruz iste. Bugünkü sol örgütleri söyle bir gözden geçirelim. Hiçbirinde var mi bir kipirdanma? Kendi örgütlerinin teorik temeli yerlerde sürüklendigi halde var mi bunlar üzerinde bir tartisma? Örgüt ilk orijinal çikisindan fersah fersah uzaklastigi halde var mi bu konuda bir gözden geçirme önerisi? Örgütün geçmisi yikintilarla dolu oldugu halde var mi bir degerlendirme çabasi? Bunlarin hiçbiri yok. Çünkü eger böyle seylere girisirlerse örgütlerinin temelinin yikilacagini düsünüyorlar. Diyelim ki yikilsin. Neden korkuyorsun ki? Eger yanlissa, birak yikilsin. Evet anlasiliyor, senin dedigin gibi bunlar bu isin rantini yiyorlar, mirasyedi bunlar. Devrimci falan degiller aslinda.

Evet, asagidan gerçek bir kültür devrimi gerekiyor. Bu yikintiyi baska hiçbir sey süpürüp atamaz. Çagrimiz, bütün sol ve devrimci hareket çapinda bir ‘devrimci bahari’, asagidan bir kültür devrimi olmalidir. O zaman o mirasyediler, o ömür boyu liderler, o muhafazakâr, sahte devrimci liderler kaçacak delik arayacaklardir; iste o zaman gerçekten devrimci örgütlerin yaratilmasi için kosullar olusmus olacaktir.

FB: Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazida, sol ve isçi örgütlerindeki yozlasmaya karsi üç önlem önermisti: 1. Profesyonellerin [ permanents] kalifiye bir isçiden daha yüksek ücret almamasi; 2. Örgütsel görevlere getirilenlerin rotasyonla yenilenmesi, iki seferden çok seçilmeme gibi; ve 3. Seçilenlerin gerektiginde her an geri çagrilabilmesi, yani görevden alinabilmesi… Senin de söyledigin gibi, bugün bu üç önlem etkin bir biçimde uygulanabilse bile bürokratik yozlasmaya karsi etkili olmanin uzaginda. Sendikada profesyonel çalisana ortalama ücreti ödemek bir çözüm degil, çünkü reel geliri artirmanin sayisiz yolu var… Sendika yönetiminin örgüt kaynagini kullanma konusunda genis bir hareket serbestisi var. Su anda ortalama bir sendika yöneticisinin toplam kazanci bir asgari ücretlinin 20 katina kadar çikabiliyor… En yüksek devlet bürokratindan bile daha yüksek gelire sahipler… Bu adamlarin hâlâ isçi sinifiyla, onun sorunlariyla ilgili oldugunu düsünen var mi? Aslinda sendika bürokrasileri tartismasiz burjuvaziye mensuplar… Dolayisiyla bu önlemin göstermelik olarak uygulanmasinin bir kiymet-i harbiyesi yok. Rotasyon da o kadar etkili degil… Eninde sonunda örgütler reel olarak ayni kisiler tarafindan yönetiliyor… Dogrudan müdahil olmadiginda, ‘bir bilen’ olarak sürece dahil oluyorlar… Seçilenlerin geri çagrilmasina gelince, bunun pratikte uygulamasi yok gibi…

O zaman bu isin içinden nasil çikilabilir? Sunu söyleyebiliriz ki, bir takim örgütsel ilkeleri vâzetmek ve onlari uyguluyormus gibi yapmakla bürokratik yozlasmanin üstesinden gelmek mümkün degilse de, en azindan bunun yürümedigini tespit etmek önemli. Yâni ise sorunu tespit ederek baslamak önemli. O zaman hiyerarsik olmayan bir isleyis modeli nasil olabilir sorusunu sormak mümkün olabilir… Bence iki sey yapilabilir: Birincisi, örgütte dogrudan demokrasiyi esas alan, sürece örgütün tüm üyelerini dahil edecek bir yöntem gelistirmek olabilir. Ama bunun için her bir bireyin gerçek anlamda yurttas bilincine sahip olmasi gerekir. Tabii bu delegasyon sistemini bütünüyle dislamayi gerektirmez ama delegasyona istisnai ve sinirli durumlarda bas vurmak kaydiyla… Olabildigince her karara herkesi dahil etmek. Yönetici olanla olmayan ayrimini siliklestirmek… Fransizcada bizdeki yurttas kelimesinin karsiligi olan citoyen, sitenin yâni devletin [kamunun densin] sorunlariyla, baska türlü söylersek politikayla ilgilenen, kamusal soranlarla ilgili olan anlamindadir… Bizde insanlar apartiman yönetimine bile ilgi duymuyorlar… Sahip olduklari bilinç, yurttas bilincinden çok bir tür, siginti, mülteci veya misafir bilincinin ortalamasi gibi bir sey… O zaman tabii burjuva politikacilarinin istedikleri gibi at oynatmalari mümkün hale geliyor… Böyle bir kültür üzerine insa edilen sol örgütler de ayni seyi baska bir dil ve retorik kullanarak yapiyorlar… Insanlarin politik-kamusal sorunlara ilgisi ekseri ‘uzaktan bir ilgi’ ve kendilerini sürecin disinda görüyorlar… Bu durum bir tek devrim öncesi ve devrim aninda degisebilir… Dogrusu, bir kültür devrimi gerekiyor. Insanin kendine, topluma, dogaya, yasamin anlamina dair farkli bir bilince ulasmasi anlaminda… Ama o zamanlarda degisebilmesi için bile simdiden bir seyler yapmak gerekiyor… Ideolojik mücadeleyi büyütmek gerekiyor, ideolojik köleligi teshir etmek gerekiyor… Gerçekten demokratik-esitlikçi-dayanismaci, kardesligi esas alan bir toplum düzeni için mücadele eden bir örgütün, bunu önce kendi bünyesinde, kendi iç isleyisinde gerçeklestirmesi gerekmez mi? Aksi halde bir inandiriciligi da bir islevselligi de olmasi mümkün degildir… Farkli ‘bir sey’ yapma iddiasinda olanlarin ‘farkli’ olduklarini, kelimenin gerçek anlaminda ‘radikal’ olduklarini kanitlamalari gerekir… Uzun lâfin kisasi, örgüt sorununa dair bir tartisma açmak mümkün olmadigina göre…

Bir de tabii disiplin meselesi var, disiplin illâ bir dis zorlayiciliga mi dayanmak zorunda. Ben iyi ve güzel seylerin zorlayici bir ‘dis disiplin’ sonucu degil, ‘iç disiplinin’, ‘öz disiplinin’ sonucu oldugunu düsünüyorum. Uzaga gitmeye gerek yok, seni ve beni ve bizim gibi baska insanlari yaptiklarimizi yapmaya zorlayan bir ‘dis disiplin’ bir ‘dis zorlayicilik’ yok ama yaptiklarimizi büyük bir heves ve zevkle yapiyoruz… Demek ki, geçerli durumun disinda ‘baska türlü yapmak’ pekâlâ mümkün… Istersen biraz örgüt disiplini sorunu üzerinde duralim. Bu konuda neler söylemek istersin?

GZ: Devrimi Yeniden Düsünmek-I’de de sen bu konudan söz etmistin aslinda, kendi çalisma tarzindan örnek vererek. Senin de yer aldigin, 1965 yilindaki Dönüsüm olaylarina nasil katildigimi düsünüyorum da… TIP’e gider gelirdim ama aslinda dogrudan bir disiplin bagim yoktu, üye de degildim. Bir gün Kizilay’da dolasirken benim gibi gençlerin Sergen pastanesinin Kizilay’a bakan araliginda solcu bir gazete sattiklarini gördüm. Içinde ne yazdigini bile bilmiyordum. Bozkurt rozetliler de kaldirimin öbür ucunda bir karsi saldiri ya da gösteri düzenlemekle mesgullerdi. ‘Bizimkiler’i yalniz birakamazdim. Bu benim içimden gelen bir güdüydü. Hemen ben de Dönüsüm satanlarin arasinda yerimi aldim. Bana ne bir emir veren oldu, ne de herhangi bir örgüt disiplini vardi üzerimde. Ama beni oraya sevkeden sorumluluk bilincimdi. 19 yasinda bir gençte de vardi bu bilinç ya da istersen güdü diyelim. Simdi buradan, yillarca sonra tanik oldugum bir baska olaya geçeyim. 1990’li yillardi. Londra’nin Haringey semtinde yürüyordum. Iki örgüt sorumlusu bir genci kenara çekmis sikistiriyorlardi. Ister istemez kulak misafiri oldum. ‘Yürüyüse neden gelmedin’ diye soruyorlardi gence, o da hik mik edip duruyordu, bazi gerekçeler bulmaya çalistigi belliydi, ‘annem hastaydi’ falan. Sorumlular (bunu laf gelisi söylüyorum elbette; aslinda sorumsuzlar demek daha dogrudur), gence, eger böyle davranmaya devam eder, yürüyüslerden falan kaytarirsa örgütün olanaklarindan yararlanamayacagini ihtar ediyorlardi. Buyrun iste, örgüt disiplini. Hangisi tercih edilir? Özdisiplin ve özsorumluluk yoksa geri kalani bir dayatma, hatta zorbaliktir. Efendim, çelik disiplinmis. Sen insanlari sorumluluk bilincinden yoksun birak, hamura çevir, ondan sonra da çelik disiplinden söz et. Bunun adi çelik falan degil, bal gibi bürokratik disiplindir ve ordu disiplininden hiçbir farki yoktur. Böyle dayatilan bir disiplin karsisinda insanlar, bir askerden farksiz bir sekilde, boyun egermis gibi gözükürler, ilk firsatta da kaçar giderler.

Aslinda bu tür ‘öncü’ örgütlerin derdi insanlari mücadeleye sevk etmek falan da degil, onlar için önemli olan, insanlari dayatmalar yoluyla etraflarinda tutmak, en azindan kendi hegemonyalarinda kalmalarini saglamaktir. Zaten artik bugün bu tür örgütler neredeyse tamamen mücadelenin kenarlarina sürülmüs durumdalar. Bugün surda burda ellerinden geldigi kadar mücadele etmeye çalisan insanlar, bu örgütler kendilerini zorladigi için degil, gerçekten mücadele etmek istedikleri için gidiyorlar suraya buraya, ya da bir seyler yapiyorlarsa düzene teslim olmadiklarindan, olmak istememelerindendir bu.

Marx’in önlemleri, ilk elde, alelacele düsünülmüs seyler. Senin de belirttigin gibi, yasananlar ve deneyimler çerçevesinde oldukça geçersizler. Dedigin dogru; devrim dönemleri her seyin çehresini degistiriyor, öyle dönemlerde en ilgisiz bir insan bile bir kahramana dönüsebiliyor ama oturup böyle bir devrim dönemini beklemek de elbette saçma bir sey.

Öyle saniyorum ki, kültürümüzden de gelen bir seyler var. Hani sik sik ‘memur zihniyeti’ ya da tavri denir ya, dogru bu. Memur, inisiyatifi daima amirinden bekler. Buna alismis bir yapimiz var. Daha aile içinde basliyor bu inisiyatifsizlik. ‘Çogunluk’ filmi bunu o kadar güzel anlatiyor ki. Baba otoritesi, ögretmen otoritesi, müdür otoritesi vb. Böyle gidiyor. Otoriteye alismis insan inisiyatif kullanmaktan allahtan korkar gibi korkar. Bir tür konformizme de tekabül eder bu.

O halde bugün ise, bu kültürel ögeleri yikan bir kültürel yenilenmeyle baslamak gerekiyor. Merkezler mümkün oldugunca devreden çikarilmali. Herkesin kendi çapinda ve kendi bulundugu yerde bir örgüt oldugunu kavrayacak bir pratik ortaya konmali. Bilinmeyen bir yerlerde bir örgüt, her seyi mükemmelen tasarlayan bir merkez yok. Örgüt de sensin, merkez de sensin. Harekete geç, sorun neyse ortaya koy. Birkaç arkadasinla bir araya gel, ise bir yerinden giris. Yukarlardan talimat bekleme. Örgütün diger elemanlarina da örnek ol. Herkes senin gibi davranirsa inan ki, bu örgüt harikalar yaratir. Bürokratlarin, ‘her kafadan bir ses çikmasin’ uyarilari saçmadir. Keske gerçek kafalar olsa da bunlarin her birinden bir ses çiksa. Keske herkes kendi yeteneklerini serbestçe ortaya koyup bir yerlerde bir seyler yapsa. Kisaca söyleyecek olursam, ‘örgüt disiplini’ denen sey, toptan kisitlayicidir. Tahrir Meydani’nda yaralilara bakmak için çadir kuran doktorlar kimseden emir almadan yaptilar bunu. 1917 Subat devriminden sonra derebeylik malikânelerine saldiran köylüler, fabrikalari isgal eden isçiler, cepheyi terk eden askerler de kimseden talimat almamislardi, cephede ve cephe gerisinde örgütlenen birlerce komite tam bir özinisiyatifin ürünüydü. Daha sonra uydurma SBKP tarihi kitaplarinin, bütün bunlarin Bolsevik Partisi tarafindan yapildigina iliskin söylenceleri tamamen mistifikasyondur.

FB: 1970’li yillarin ortalarinda ‘yapisal krize’ giren kapitalist dünya sistemi, son otuz yilda dayattigi neoliberal saldiriya ragmen bir türlü krizden çikmayi basaramiyor… Basarmasi da mümkün degil. Lâkin ‘herkesin krizi kendine’ denecektir. Krize regmen 2011’de, dolar milyarderlerinin sayisi 214 artisla 1210’a çikti… Bir yilda 214 yeni milyarder türedi… Dolayisiyla kriz her kesim için farkli anlam tasimak zorunda… Artik sistem ‘sikisma’ halinde. Böyle bir konjonktür, saldirinin savas biçimini almasini gerektirir. Emperyalizmin 500 yillik saltanati dünyann geri kalaninin dogal ve beseri kaynaklarinin yagmalanmasina dayandi… Simdilerde dogal kaynaklar, enerji kaynaklari, stratejik hammaddeler ‘kitlasmakta’. Bu durum basli basina emperyalist savas nedeni demek. Zira, emperyalist statükonun varligi, söz konusu kaynaklara ‘ulasmakla’ mümkün…Baskalarinin [yeryüzünün lânetlilerinin] kendi kaynaklarini kullanmalarinin engellenmesiyle yâni… Dolayisiyla yeni savaslar gündemde… Ikincisi, yeryüzünün ezilen/sömürülen halklari ve siniflari da artik dayanma ‘kapasitelerinin’ sinirina ulasmis durumdalar. Saldiri karsisinda sessiz ve tepkisiz kalmalari artik mümkün degil. Dolayisiyla saldiri savaslarinin devrimlere dönüsme potansiyeli yüksek… Ayni sekilde, isyanlarin, baskaldirilarin devrimlere evrilme potansiyeli de yüksek… Tabii sadece bir potansiyelden söz edebiliriz. Artik hiçbir seyin eskisi gibi olmayacagi kesin ama sürecin nasil bir seyir takip edecegi, taraflarin neyi nasil yapabilecegine bagli olmaya devam edecek. Iste iradi müdahale tarihin böyle dönemlerinde hayatî önem kazaniyor. Öyle ki, insanligin ve uygarligin gelecegi, ezilenler/sömürülenler cephesinin basiretine ve politika yapma yetenegine indirgenmis görünüyor…

GZ: O zaman, böyle bir döneme hazirlanmamiz, bunun için düsünsel planda büyük bir atilim baslatmamiz ve toplumsal devrimi esas alan, ideolojik ayriliklardan ve didismelerden uzak, genis, rahat, özinisiyatife dayanan bir örgütlenmenin ilk adimlarini atmamiz gerekiyor.

Gerçekten devrim istiyorsak devrim için hazirlanmak en dogrusu…

Fikret Baskaya – Gün Zileli

Back to top button