2024-10-14
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Murat Belge
 
‘Solun silâhtan başka çaresi’ vardı!
2012-05-28 00:43
Murat Belge
Murat Belge
‘Solun silâhtan başka çaresi’ vardı!

Türkiye gibi “siyaset” ile “ölüm” kelimelerinin neredeyse eşanlamlı sayıldığı bir toplumda, bireylerin silâh edinmek istemesi, siyasî grupların silâhlanması pek öyle yadırganacak bir şey değildir. “Müdafaa-i nefs” konumunda bırakılmış bir insanı (ya da insanları) silâh kullandı diye suçlayamayız.
Ama Taraf’a mülâkat veren Celâlettin Can “Solun silâhtan başka çaresi yoktu” derken bu söylediklerini aşan bir silâh savunması yapmış oluyor.
Sol, altmışların sonlarından başlayarak, gittikçe silâhlandı. Başlangıçta bu, gençliğin bu gibi şeylere duyduğu ilgi ve merakla karışık olarak, bir “kendini-koruma” ihtiyacının sonucuydu. Ancak zamanla, “silâhlı mücadele” kavramının içeriği doldukça doldu; sosyalizmin gerçek mücadele biçeminin bu olduğu görüşü ağırlık kazandı. Silâh, sosyalizmi iktidara getirecek araç olarak görüldü.
Bu sürecin kararını, sol, kendi verdiğini düşünüyor olabilir. Ama öyle olmadı. Türkiye’nin malûm güçleri, solu silâhlandırmak için birçok yol yaptılar, kapı açtılar. Sol bu kapılardan geçti ve bu yollardan yürüdü.
Türkiye’de, Osmanlı’dan başlayarak, raison d’état böyle çalışır. Ortada haklı bir dava, düzeltilmesi gereken bir sorun, bir durum vardır. Devlet, durumu düzeltmek için kolunu kıpırdatmaz. Sorunu yaşayanlar sabırsızlanır, sinirlenir, durumu düzeltmek üzere herhangi bir şey yapılacağından umudu keser. Umudu kesince, kendisi harekete geçer. O zaman “âsi” durumuna düşer. Silâhlanır vb. Bu aşamaya gelinip bu durum hâsıl olunca, devlet, dünyaya dönüp, “Bakın! Bunlar haydut! Bunlar silâhlı eşkıya!” demeye başlar.
Doksanüç Harbi’nin ardından, Berlin’de, Osmanlı devleti, Makedonya’da ve Anadolu’da Vilâyat-ı Sitte’de, yani Ermeni nüfusun yoğun olduğu altı ilde reform yapmaya söz verdi. Bunu bir yükümlülük haline getiren anlaşmayı imzaladı. Ama iş reformun kendisini yapmaya gelince, kılını oynatmadı. Dış baskı, şu bu, vızgeldi. Makedonya’daki Bulgarlar, Yunanlar, “Makedonya bizimdir” diyenler daha çabuk ve daha sıkı örgütlendiler, silâhlı mücadeleyi, “komitacılık” etkinliğini başlattılar. Onların silâhlanması, Osmanlı devletinin de reform düşüncesini toptan rafa kaldırmasını sağladı. Ermeniler arasında da silâhlı direniş düşüncesi taraftar bulmaya başlamıştı.
Cumhuriyet döneminde çok sayıda Kürt isyanı oldu. Bunlar hep modern-öncesi çağların donanımıyla (maddi ve manevi anlamlarında) girişilmiş hareketlerdi. Silâh vardı. Ama etkisizdi. Kolayca bastırıldı.
Altmışarda sosyalizm görününce, o zamanki adıyla “Milliyetçi- Mukaddesatçı” cephe harekete geçti: İlim Yayma Cemiyeti ve Komünizmle Mücadele Derneği. TİP’in toplantıları basılır, taşlanır, sopalı adamlar saldırır. Derken MHP örgütlenmesini bu tarafa kaydırdı. Önceleri “Komandolar” denirdi, bir zaman sonra “Ülkücü” oldular. İlim Yayma Cemiyeti’nden çok daha etkili bir silâhlı güç oluştu. Adalet Partisi, hükümetlerinden sessiz bir destek alıyorlardı. Ayrıca, tam bir “kim vurdu” durumu... Polis mi, MİT mi, Ülkücü mü, vuranın kim olduğu belli değil, ama vurulanın kim olduğu belliydi.
Böylece, solda herkes “Ben de silâhlanmalıyım” diye düşünmeye başladı. Başladık. Başlamamak mümkün değildi. Önceleri “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi” diye şarkı söyleniyordu. Onlar silâhlı, biz silâhsızdık. Bir zaman sonra “Zaten namlunun ucundadır” aşamasına gelinmişti.
Sol silâhlanmayı kabul edip birkaç da eylem yapınca, Ülkücü kesimin silâhlı komünizme karşı vatanperverane bir savunmada bulunduğu havasını yaratmak kolaylaştı. Medyamızın nelere kadir olduğu gün geçtikçe daha iyi görünüyor.
Kolay değildi, biliyorum, böyle bir ortamda silâhın büyüsüne kapılmamak. Sürekli kurban verilerek siyaset yapılmaz. Ama bunun yolları vardı, bulunurdu. Çözüm, “ben daha iyi silâhşorum”u kanıtlamaktan geçmiyordu. Ama solun gidişini belirleyenler öyleymiş gibi davrandılar. Kendi davranışları, sağın propagandası ve devletin manevraları ile sol silâhlı ve anlamsız bir hırgür ve cinayet ortamının öznelerinden biri haline geldi. Altmışlarda toplumun cömertçe açtığı kredi yetmişlerde çarçur oldu.
Bütün bunlardan sonra, “başka çaresi yoktu” demek, akıl alır bir şey değil.
-----------------------------------------------
Taraf-20 Mayıs

Murat Belge
Böyle bir 19 Mayıs

“Yeni tip” bir 19 Mayıs geçirdik. 19 Mayıs’ın “yeni” olmasına karşılık, Kemalist-milliyetçiler “eski” davranış biçimleriyle tepki verdiler. “Saygı duruşu” yok diye sinir krizi geçirmek, bir anda, elindeki çiçek demetini kırbaç türünden bir âlet sanmak gibi davranışlarla, olay çıkarmak üzere ellerinden geleni yapmakla, bir süredir devam eden bu cinnetin yeni örneklerini verdiler. Çok şaşılası bir durum değil. O kesimin yoluna böyle devam edeceği de çoktan beridir belli.
Şimdiye kadar kaç kere yazmışımdır; bir daha tekrar edeyim. 19 Mayıs günü, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor ve onun için de “bayram” oluyor, kutlanıyor. Yani, Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a “ayak basıyor” ve Kurtuluş savaşı başlıyor. Böyle mi, olay?
Böyle değil.
Bir toplumun bir “kurtuluş savaşı”na hazırlanmasının evreleri olarak görülecek çok sayıda irili ufaklı olay ve girişim var aslında. Toplum bu enerjiyi ve bu eğilimi üretemese zaten herhangi birinin herhangi bir yere “ayağını basmasıyla” bir mücadele, bir direniş başlamazdı. Başlayamaz.
Bu irili ufaklı girişimlerden biri Erzurum Kongresi’dir. Pek “ufak” da sayılmayacak bir olaydır –yani, örneğin Amerika’nın 1774’teki “Continental Congress”i gibi olmayabilir; ama 56 delegenin (çeşitli Doğu illerinden geliyorlardı) katıldığı bir toplantıydı. Hazırlığında ve örgütlenmesinde Mustafa Kemal’in payı olmadığı için hem olmasını istemediği, hem de katılmadan edemediği bu kongrenin Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ilk önemli olay olduğu açıktır. Mustafa Kemal’in kendi inisiyatifini vurgulamak için düzenlediği Sivas Kongresi’nde katılım 38 kişiyle sınırlıydı.
Daha sonra, Nutuk’ta, Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal versiyonunu yazdı ve kendinden ve yanında durduğuna inandığı üç beş kişiden başka herkesin süreç içindeki rolünü, payını, katkısını küçülttü. O zamandan beri biz Kurtuluş Savaşı’nın bu anlatısını tek doğru anlatı olarak kabul etmiş ve benimsemiş durumdayız.
“Milliyetçi” olmak... Bir mücadele verilmişse, buna ne kadar çok insan katılmışsa, bir milliyetçi o kadar sevinmez mi? İşgal altında olmayan kentlerden şu kadar insanın yola düşüp memleketin kaderinin ne olacağını görüşmek üzere Erzurum’a gelmesi, bir kişinin Samsun’a gelmesinden daha anlamlı bir “millî olay” değil midir? Şüphesiz öyledir. Ama Kemalist milliyetçilik, böyle bir milliyetçilik değildir.
Kemalist milliyetçilik “kişi-kültü”nden ayrılamaz. Bunun başlıca nedeni de, altı okun birine rağmen, halka karşı duyduğu açık güvensizlik ve yarı gizli sevgisizliktir. “Ulu önder”in ölümünden yetmiş küsur yıl sonra içinden hâlâ AKP’yi çıkaran ve iktidara getiren bu halka elbette güvenemez ve böyle bir halkı elbette sevemezsiniz. Böyle bir halkın kendi başına herhangi bir iş becereceğine elbette inanamazsınız.
O zaman siz de “Tek Adam” diyeceksiniz. “Ulu önder”in doğumunun yüzüncü yılını 12 Eylül rejimi altında kutlamış, her yere “Atatürk yüz yaşında” yazmıştık. Bunu üstünden de 31 yıl geçti. Yani 131 yıldır Atatürk’ün dengi ne demek, onun yanına yakışabilecek tek bir kişi çıkaramamış bir milletin milliyetçisi olacaksınız.
Dünyaya, tarihe, hayata bu gözle bakan insanların “bayram”dan ne anladıkları, anlayacakları da bellidir. Bu bayramların biçimi, içeriği, Mussolini’nin İtalya’sında, Hitler’in Almanya’sında, Stalin’in Rusya’sında, Mao’nun Çin’inde ve buna benzer çeşitli yerlerde belirlenmiştir.
Böyle yerlerde, 19 Mayıs’ın kendisinden 93 yıl sonra “stadyumda” gösteri yapan kızların eteklerinin kaç santim olacağının tartışılıyor olmasında da şaşılacak bir şey yoktur.

---------------------------------------
Taraf-22 Mayıs
Print