Çanakkale geçildi!
Çanakkale Savasi üzerine kurulan ve tarih ilmiyle bagdasmayan genel söylemden farkli bir perspektife ihtiyacimiz oldugunu düsünüyorum. Orada olanlarin ve sehit düsenlerin önemini tahfif etmek gibi bir cüretsizlige düsmeden bunu yapabilen, özgün bir metin okudum. Yer darligindan dolayi, biraz kisaltarak da olsa paylasiyorum:
Her yilin, 18 Mart günü, bu topraklarin kollektif hâfizasi, 18 Mart 1915’te Çanakkale’de yasanan büyük mücahedeyi bir kez daha tazeler. Bir kez daha, Çanakkale’de o gün nasil bir destan yazildigi, nice gencecik insanin bir cihad suuruyla ölüme dogru yol alip sehadeti tattigi hamasî bir üslupla anlatilir. Bir kez daha, Mehmed Akif’in ‘Çanakkale Sehitlerine’ ithaf ettigi o siiri ya okur veya dinler nice insan. Bir kez daha hatirlanir ki, ‘Çanakkale geçilmez.’
(…)
18 Mart günü gözden irak düsen asil husus, 18 Mart’in öncesi ve sonrasidir. 18 Mart’a nasil gelinmistir? 18 Mart 1915’ten sonra neler olmustur?
Her sene 18 Mart günü sorulmayan, ögrenilmeyen, ögretilmeyen husus budur.
18 Mart 1915’i hatirlamasi istenen kollektif hâfizanin 18 Mart’in öncesini ve sonrasini da geregince bilmesine ne devletlûlar arzuludur, ne de ‘Çanakkale’ edebiyatçilarinin bu yönde bir çalismalari vardir.
Akif’ten siir, ‘kinali kuzular’dan birkaç mektup, etkinligi hazirlayanin ideolojik durusuna göre Nutuk’tan birkaç paragraf veya baskaca kaynaklardan birkaç hatira, belki bir Çanakkale türküsü, coskulu bir konferans…
Çocuklugumdan beri degismeyen bu ’18 Mart’ standardi içinde birakalim cevabini vermeyi, bir türlü sorulmayan, sorulamayan sorudur: 18 Mart’a nasil gelinmistir? 18 Mart 1915’ten sonra neler olmustur?
Halbuki bu sorulardan ilki sorulabilse, devlet yönetmeye kalkan askerlerin ordunun da, devletin de, milletin de basina ne büyük bir bela açtiklari görülebilecek; 18 Mart 1915 günü üzerine yapilacak konusmalar militarizmi, devletçiligi ve milliyetçiligi besleyip yeniden üretmeye hizmet edecek yerde, bambaska bir mecrada ilerleyecektir.
Bu soru sorulabilse, ‘öldürmenin politikasi’ni yapanlari kutsayan yüzyillik gelenek bozulacak, ‘yasatmanin politikasi’na kafa yoran devlet adamlarina sahip olma geregi anlasilacaktir.
Bu soru sorulabilse, 1876’dan sonra 1908’de ikinci defa demokrasiyle tanisma imkâni yasamis bir toplumda birbiri ardisira gelisen darbelerle illegal surette devleti ele geçiren bir oligarsik yapinin ‘ben yaptim oldu’ rahatligi içerisinde nasil Osmanli’nin sonunu getirdigi; nasil dünya hakimiyeti için mücadele eden iki eksenden birine karsi mücadele ederken ülkesini ötekinin kucagina düsürdügü; durduk yerde Goben ve Breslau’yu Yavuz ve Midilli haline getirmenin ne gibi zincirleme yanlislara yol açtigi sorgulanir hale gelecektir.
Bu soru sorulabilse, ‘küffar’a karsi ölümüne cepheye sürülen onbinlerce gencecik insanin cepheye sürülmesi emrinin en üst noktalarinda kimlerin yer aldigi da görülecek; meselâ Liman von Sanders’in ve Alman subaylarin orada ne isinin oldugu, nasil ve neden oraya geldikleri sorulacak; Çanakkale’ye ‘nâmahrem eli’nin zaten degdigi, sadece bu ‘nâmahrem’lerden Almanlarin mi, Ingiliz ve Fransizlarin mi galebe çalacagi üzerinde isin dügümlendigi de görülebilecektir.
Elbette, bütün bu hususlar da dikkate alinarak 18 Mart 1915 günü o büyük direniste sehit olan gençlerin hayatlarina bir kez daha dönüp bakilacak; baska bir siyaset anlayisi, baska bir zihniyet, baska bir idrak ile o gençlerin o gün orada ölmeye mahkum ve mecbur olmayabilecegi de anlasilacaktir. O gün orada ölenler elbette sehittir; ama onlar, baska bir anlayis ve idrak devleti yönetenlerde olsa idi yasamalari pekâlâ mümkün oldugu halde ölüme yollanmislardir.
(…)
‘Çanakkale geçilmez’ idiyse ve o gün o büyük direnis bu yüzden yasanmis ise, 13 Kasim 1918’te Ingilizlerin ve Fransizlarin hem Çanakkale, hem de Istanbul Bogazi’na hâkim olmalari neyin nesidir? Ikinci Dünya Savasinin ‘sonucu’ olarak karsimiza çikiveren bu durumun sorumlusu kimlerdir? Bu is ’emperyalist dis güçler’ izahiyla, ‘yedi düvel’ üslubuyla, ‘küffar’ söylemiyle geçistirilebilir nitelikte midir? Ingiltere’nin, Fransa’nin Osmanli-Islâm topraklarina yönelik emeli ortada iken akil almaz stratejik hatalarla ülkeyi savasa sokanlar ve sonrasinda bu savasi sevk ve idare edemeyenler bu sonuçtan hiç de sorumlu degiller midir?
Ve eger ‘Çanakkale geçilmez’ idiyse, hem Birinci Dünya Savasi’nin ardindan basimiza düsen Mondros’un ve Sevr’in üstesinden gelmeyi de basarmis idiysek, Lozan’da Türkiye heyeti masanin galipler tarafinda mi yer almistir?
Ve eger öyle idiyse, bu anlasma dahilinde imzalanan Bogazlar Sözlesmesiyle, her iki Bogaz’in denetimi neden Milletlerarasi Bogazlar Komisyonu’na birakilmistir da, her iki Bogaz’in Türkiye devletinin denetimine geçmesi için 1936 Montreux Anlasmasina kadar beklemek gerekmistir?
Sözün kisasi; ‘Çanakkale destani’ üzerine çok söylendi, ama hep ayni seyler söylendi. Halbuki, görüldügü gibi, daha sorulacak çok soru, söylenecek çok sey var ki, belki bugünün bazi onulmaz dertlerine de deva olmak üzere öylece ortada duruyor.
‘Yasatmanin politikasi’ üzerine odaklanan zihinlere selam olsun!
Metin Karabasoglu’nun kâleminden çikmis bu kiymetli yaziya http://www.karakalem.net/pfFormat.asp?article=4012 adresinden ulasilabilir.
——————————–
Yeni Safak-20 Mart
Hilal Kaplan