KÖLE ISYANLARINDAN ISÇI SINIFI BASKALDIRILARINA
BATI DÜNYASINDA ISYAN GELENEGINE DAIR KISA NOT*
FIKRET BASKAYA
Gezegenin tarihi bir kaç milyar yil, gezegende canli yasamin varligi milyonlarca yil, bilen-yapan-eden insan anlaminda (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklasik 50-60 bin yil kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanlarin yerlesik hayata geçip tarimi kesfetmelerinden bu yana da yaklasik 11500 yil geçtigi biliniyor. Insanlik tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi siniflara ayrilmis degildi. Devlet ortada yoktu. Insan toplumlari, uzunca bir dönem mülkiyet kavramindan habersiz yasadi. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yasam ilkesini; paylasma, bölüsme, dayanisma, yardimlasma olusturdu. Baska türlü ifade edersek, kavramin jenerik anlaminda komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliginin artmasi, alet-edevat ve beceri yeteneginin gelismesi, bir insanin kendi ihtiyacindan daha fazlasini üretmesine imkân verdigi dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çiktigi biliniyor. Çelisik olarak teknolojik ilerleme, yasami kolaylastirmanin hizmetine sunulmasi gerekirken, insanlari kölelestirmenin bir araci da oldu. Dolayisiyla, her teknik gelisme insan refahini artirmasi gerekirken, insanlari daha çok sömürmenin, baski altina almanin, kölelestirmenin hizmetine sunuldu.
Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum… olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arasi çatismalar da ‘olaganlasti’, ‘siradanlasti’. Artik o asamadan sonra insan toplumlari farkli yogunluklarda olsa da açik veya örtülü bir çatisma ortaminda yasayacakti… Aslinda ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iliskisinin geçerli oldugu yerde, saldiri-karsi saldiri diyalektigi de kaçinilmazdir. Netice itibariyle baskinin oldugu yerde baskiya, sömürünün oldugu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karsi mücadele esyanin tabiati geregidir. Baskinin yogunlugu arttikça baskiya maruz kalanlarin tepkisi de dogal olarak büyür. Bu yüzden bosuna ‘Bu güne kadarki bütün toplumlarin tarihi, sinif mücadelelerinin tarihidir’ denmemistir. ‘Özgür yurttas ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustasi ile kalfa, sözün kisasi ezen ile ezilen sürekli karsi karsiya gelmis, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüsüme ugramasiyla ya da çatisan siniflarin ortak yikimiyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açiktan açiga ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmustur.
Tarihin daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çesitli zümreler hâlinde tamamiyla eklemlenisini, toplumsal konumlarin çok yönlü olarak derecelenisini görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, sövalyeler, plebler, köleler; Ortaçagda feodal beyler, vasallar, lonca ustalari, kalfalar, serfler ve bu siniflarin hemen hepsinde de özel derecelenmeler.
Feodal toplumun yikintilari arasinda filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sinif karsitliklarini ortadan kaldirmamistir. Modern burjuva toplumu eski siniflarin yerine yeni siniflar, eski baski kosullarinin yerine yeni baski kosullari, eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye gitmemistir.'(1)
Eger toplumda bölünmüslük, sinifsal karsitlik kesin çizgilerle ayrilmis, sadece ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki siniftan, iki cepheden ibaret olsaydi, durumun görünürlügü çok daha kolay olur ve ezilen kesimlerin mücadelesi de daha etkin ve daha kolay sonuç alinir durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle degildir. Mesela burjuva toplumunu alalim. Teorik olarak kapitalist bir toplumda baslica üç buçuk sinif bulunmasi gerekirdi: 1. Sermaye sahipleri; 2. Isletme yöneticileri [mütesebbisler] ki simdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (isçiler). Bir de bunlara üretilen mallari ve hizmetleri tüketicilere ulastiran, araci tacir taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de buçugu olusturur… Oysa gerçek durum çok büyük farklilik ve çesitlilik arz eder. Iste büyük kapitalistler, hisse sahipleri (aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük isletme sahipleri vb. Ayni sekilde isçi sinifi da bir dizi çesitlilik arz eder: Düzenli bir iste çalisan is güvencesine sahip kalifiye isçiler, sürekli bir belirsizlik ortamina itilmis, düzenli bir is ve gelirden yoksun olanlar, issizler, igreti islerde çalisanlar vb.
Fakat ezen ve ezilen toplum siniflari arasindaki fark, sadece sinifsal nitelikte degildir. Farkliliklarin bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç kitap sayfasina sigmazdi. Farkli dinlere, inançlara, mezheplere mensup olanlar, farkli etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin rengi farkli olanlar, farkli dilleri konusanlar… Köylülügün yaygin oldugu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy çiftçiler, küçük çiftçiler, topraksiz köylüler, tarim isçileri… Tabii hepsi bu kadar degil, her bir ülkedeki sinifsal-etnik- kültürel ayrisma bir ülkeden digerine de farkliliklar gösterir.
Bati’da isyan (baskaldiri) gelenegini üç dönem ayrimi yaparak tahlil etmek, sorunun netlestirilmesini kolaylastirabilir. Bunu köleci, feodal ve kapitalist çaglarin halk isyanlari olarak ele alabiliriz. Fakat daha önce önemli saydigim bir hususu hatirlatmak uygun olur. Uygarligin baslangicindan beri Bati’da (Avrupa’da) sinif mücadelelerinin seyri, yogunlugu ve etkileri, ortaya çikardigi sonuçlar dünyanin geri kalan bölgelerinden farkliydi. Kabaca iki gelisme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen çizgisi denilen, Avrupa’daki evrimi tanimlayan gelisme çizgisi ki bu genel evrim karsisinda sadece küçük bir istisna idi. Dünya’nin geri kalani bir istisna olan Avrupa’dan farkli bir rota izledi. Nitekim Bati’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim çizgisi geçerliyken, dünyanin diger bölgelerinde köleci üretim tarzi hiç bir zaman söz konusu olmadi. Asla temel bölünmüslügü ve çeliskiyi olusturmadi. Söz konusu uygarliklarda (üretim tarzlarinda densin) köleci iliskiler genel üretim tarzina eklemlenmis olarak var oldu. Islâm cografyasinda olsun, mesela Osmanli imparatorlugunda köle-efendi iliskisi istisna idi ve asla Antik Yunan ve/veya Roma imparatorlugundaki gibi degildi. Ayni sekilde bazi benzerlikler ve ortak noktalar olsa da Avrupa disi dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek mümkün degildir. Iste, Çin’de, Hindistan’da, Iran’da, Orta Dogu’da, Kristof Kolomb’un macerasi öncesinde Amerika kitasinda (Aztek, Maya-Inka uygarliklari) geçerli üretim tarzlarini ‘feodal’ olarak nitelemek abartili bir basitlestirme olur.
Üzerinde durulmasi gereken bir önemli husus da Avrupa’da sinifsal karsitliklarin, dolayisiyla sinif mücadelelerinin, dünyanin geri kalan bölgelerinden daha keskin olusudur. Bunun nedeni Bati’da özel mülkiyetin istisna degil, kural olmasidir. Oysa Dogu’nun büyük imparatorluklarinda, kralliklarinda, hanliklarinda, vb. toprak üzerinde özel mülkiyet kural degil istisna idi. Mesela Osmanli Imparatorlugunda topraklar Beytülmâle aitti. Padisahlarin topraklar üzerindeki tasarrufu Tanri adina yapilan bir tasarruftu…(2) Bu özellik, sömürü ve baskinin (ezen-ezilen iliskisini densin) Bati’dakine göre, görece daha ‘yumusak’ olmasini sagladi. Avrupa disi toplumsal formasyonlarda ‘merkezî’ bir devlet yapisi geçerliydi. Oysa Bati’da bir dizi iktidar bölünmüslükleri (hiyerarsiler) söz konusuydu. Bu durum, sömürü ve baskiyi ve ayni zamanda bölünmüs unsurlar arasindaki çatismalari ve tabii ittifaklari da olanakli hâle getiriyordu. Bati’da çok sayida köle isyani oldugu hâlde Avrupa disi sosyal formasyonlarda veya uygarliklarda köle isyanlarinin pek vâki olmayisi dogrudan bu durumla ilgilidir.
Aslinda insanlik tarihinin son bir kaç bin yili isyanlarin, baskaldirilarin tarihidir ama tarih, ezenler tarafindan yazildigi için ezilenlerin çigligi pek duyulmadi. G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: ‘Tarih, imtiyaz sahibi olmayanlarin duygu ve ozlemlerini siklikla kaydetmez.’ (Elton, 1964: 87) (3)
Zira yasanmis bir olayin kimin tarafindan hikâye edildigi önemsiz degildir.
Isyan edenle isyani bastiranin anlattigi hikâye dogasi geregi farkli olmak zorundadir. Bu konuda çok bilinen köle isyani, Spartakus’un liderliginde, Roma Cumhuriyet döneminin sonlarinda patlak veren isyandir ama aslinda bu isyan ‘köle savaslari’ olarak bilinen üç isyanin sonuncusuydu. Önceki iki isyan milattan önce 1040-1039’da Suriye kökenli Eunus liderliginde baslatilan ve 1032 yilanda bastirilan isyandi. Bu üç isyanin sebebi veya ortak paydasinda o dönemde giderek büyüyen tarim plantasyonlarinda ve madenlerde köle emegi sömürüsünün derinlesmesiydi. Ve köleler Sicilya’nin bir bölümünde ‘Sicilya Kiralligi’ adini verdikleri Helenistik temelli bir kirallik kurmayi basarmislardi. Isa’dan önce ikinci yüzyilin sonlarinda birçok köle ayaklanmasi oldugu biliniyor.
Ikinci köle isyani MÖ 104 ve 100 yillari arasinda patlak vermisti. Fakat bu ikinci önemli ayaklanma sadece kölelerin isyani degildi, Salvius’Tryphon ve Athénion önderliginde, çobanlari da kapsayan bir isyandi. Ayni sekilde Sicilya’da Helenistik modele uygun bir krallik kurmayi basarmislardi ama konsül Manius Aquilius Nepos tarafindan ezildi.
Üçünçü büyük köle isyani, MÖ 73 yilinda patlak veren Spartakus liderligindeki isyan, büyük köle isyanlarinin sonuncusuydu. Roma Imparatorlugunun yürüttügü genisleme ve yayilma savaslarinda çok sayida esir aliniyordu ve bu esirler köle statüsüne indirgenerek, pazar için üretim yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve madenlerde çok büyük baski altinda çalistiriliyordu. Trakyali bir çoban olan Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alinmis, ordudan firar etmis, yakalanmis ve köle olarak satilmisti. Italya’nin güneyinde bir gladyatör okulu sahibi tarafindan satin alindigi, okuldan bir grup arkadasiyla kaçtigi ve önce haydutluk yaptiklari ama zamanla ‘sosyal eskiya’ niteligi kazandigi ve köleleri özgürlestirmek, ayaklandirmak üzere harekete geçtigi biliniyor. Bir zaman sonra Spartakus’un ünü yayiliyor, kölelerin umudu hâline geliyor ve Italya’nin her yerinden köleler Vezüv yanardaginin yamaçlarinda toplaniyorlar. Kendi emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanismayi-yardimlasmayi esas alan bir yasam tarzi olusturmayi ve özgürce yasamayi basariyorlar. Oysa bütünüyle köle emegi sömürüsüne dayali Roma’nin böyle bir duruma razi olmasi, böyle bir durumu tolere etmesi mümkün degildi. Zira böyle bir sey, Roma için var olma-yok olma meselesiydi… Spartakus, Alp daglarini asarak kölelerin ülkelerine dönmesi yönünde bir düsünceye sahipti ama bu düsünce, arkadaslari tarafindan benimsenmiyor. O zaman, Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da esitlik temeli üzerinde bir yasam tarzi olusturma fikrini benimsiyor. Roma ordularinin ilk iki saldirisi püskürtülüyor. Roma ordusu M. L. Crassus komutasinda üçüncü bir taarruza geçiyor. Spartakus liderliginde köleler, onu da yenilgiye ugratiyor ama savasçi köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden yagmaya girisiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasini ezmeyi basariyor… Ve Spartakus vurusa vurusa ölüyor. Bir kismi köle kaçmayi basariyor ama yaklasik 6 bin kadari yakalanip Roma’ya götürülüyor. ‘Kentin girisindeki Apium yolunun iki yanina dikilen direklere baglanarak (devlet terörü estirmek amaciyla) bir bir haça geriliyorlar. ‘Keske bu yol Roma’ya çikmasaydi!’ Köle ayaklanmalarinin bastirilmasi, Roma’nin Cumhuriyet’ten bütün yollarin Roma’ya baglanacagi imparatorluga geçisini hizlandiran etmenlerden birini olusturdu.'(4)
Alâeddin Senel, ‘Kemirgenlerden Sömürgenlere-Insanlik Tarihi’ adli ünlü eserinde, Spartakus ayaklanmasiyla ilgili söyle diyor: ‘Spartakus köle ayaklanmasinin insanlik tarihi bakimindan iki önemli uzantisindan söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdügü köleler ile boyunduruk altinda tuttugu halklarin önderlerini (Spartakus ve Isa’yi) cezalandirmada haçi kullanmasidir. Böylece haçin imparatorluga, sömürüye ve baskiya karsi baskaldirmanin simgesi olmasi beklenirken tersinin olmasidir. Ilk kovusturmalardan sonra, imparatorluga uygun bir ideoloji olabilecegini kavrayan Roma yöneticileri, Isaciligi devlet dini yapma basarisini göstermislerdir. Roma Imparatorlugunun dagilmasiyla kurulan düzenler ise (haksizligin ve acimasizligin simgesi olabilecek) haç’i Isacilik ile birlikte esitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun egdirmenin bir araci olarak kullanabilmislerdir.
Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma Imparatorlugu’ndaki köle ayaklanmasi ve ayaklanmanin önderinin adi (Birinci Dünya Savasi sonrasi Almanyasinda ‘Spartakistler’ ayaklanmasinda görüldügü gibi) esitsizlikçi düzenlere baskaldiranlarin esin kaynaklarindan birini olusturabilmistir.'(5)
Bati tarihinde Orta Çag olarak bilinen çag, Bati Roma Imparatorlugu’nun çöküsüyle (476), Kristof Kolomb’un macerasinin baslangici olan 1492 arasindaki dönemi kapsiyor. Elbette bir çag için bu tür kesin tarihler vermek o kadar da isabetli degildir. Yine de Orta Çag uygarliginin dört ayirt edici niteliginden veya özgünlügünden söz etmek mümkündür:
1. Politik otoritenin bölünmüslügü/parçalanmisligi, dolayisiyla devlet kavraminin siliklesmesi.
2. Tarim agirlikli bir ekonomik isleyis.
3. Topragin sahibi olan ve militer soyluluk ve serflerden (köylülük) olusan bir sosyal bölünmüslük ve nihayet.
4. Hristiyan inancina dayali, kilise tarafindan biçimlendirilen bir düsünce sistemi.
Söz konusu toplumsal yapi XIII. yüz yildan baslayarak dönüsüme ugradi ve esas itibariyle de yüzyilin sonundan itibaren tarimda belirgin degisimler ve dönüsümler ortaya çikti. XIII. yüzyilin sonunda ortaya çikan kuraklik tarimda tam bir yikima neden oldu; uzunca bir zaman süren kitlik yasandi. Bazi tahminlere göre 1347 ile 1353 arasinda, yedi yilda Bati Avrupa’da 25 milyon insanin ölümüyle sonuçlanan veba salgini da tarimi olumsuz etkiledi. Bu iki faktör tarim sektöründe bir yikim tablosu ortaya çikardi. Isgücü yetersizligi yüzünden ücretler yükselince disaridan, Baltik ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahil ithal etme yoluna gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler lehine, küçük köylüler ve küçük soylularin aleyhine sonuçlar ortaya çikardi. Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahilla rekabet etmeleri mümkün degildi. Bu durumun sonucunda köylüler arasinda issizlik artmis, proleterlesme derinlesmisti. O tarihten sonra tarim daha çok kentin ihtiyaçlarini karsilamaya yöneliyor, tahil üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir, üzüm vb.) aliyor, köylüler issiz kalmadiklari (proleterlesmedikleri) durumlarda ortakçi ve yarici statüsüne indirgeniyorlardi…
Tarimsal alanda bir önemli gelisme de kentlerin artan et tüketimini karsilamak üzere, büyük çapli koyun besiciliginin baslatilmasiydi. Ünlü ‘çitleme hareketinin (enclosure) baslamasiyla büyük toprak sahipleri konumlarini daha da pekistirdi ve sürecin belirleyici unsuru hâline geldiler. Artik ortak mallar (common goods) kavrami önemini kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak kullanimina sunulmus tarim topraklari ve meralar büyük toprak sahiplerinin eline geçiyor, mülksüzlesme ve tabii proleterlesme derinleserek devam ediyordu. Köylü toplulugu parçalandi. Bütün bunlara ekseri dayanilmaz vergiler ve angarya da ekleniyordu. Ve sonuç derinden derine yürüyen itirazlarin ve isyanlarin açik isyanlara dönüsmesi olacakti… Köylü isyanlariyla ilgili yazili kaynaklar son derece sinirli olsa da bu durum ezilen, sömürülen ve isyan etmekten, baskaldirmaktan baska seçenekleri kalmayan kirlarin emekçi çogunlugunun çigligini tam olarak unutturmasi da mümkün olmadi. Mesela daha XII. yüzyilda Normandiya köylüleri ‘bizde insaniz’ diye sizlanirken, XIV. yüzyilda Ingiliz köylüleri: ‘Âdem topragi beller, Havva yün egirirken beyefendiler neredeydi?’ diye hesap sorar hâle gelmislerdi. Çitleme (enclosure) saldirisina karsi mücadele yürüten Ingiliz köylülerinin su beyti, durum hakkinda bir fikir veriyor: [They hang the man, and flog the woman, That steals the goose from off the common; But let the greater villain loose,? That steals the common from the goose].
‘Çaldi diye herkesin olan kazi
Adami asip kirbaçladilar kadini
Saldilar lakin zalimin büyügünü,
Herkesin olani kaz kafalidan çalani.’
‘Insafsiz, yok edici, ögütücü bir saldiriyla yüz yüze gelen köylüler, çok çesitli tepki ve mücadele yöntemlerine basvuruyorlardi: Angaryaya karsi pasif direnis, senyörler hesabina vergi toplayan senyörlük mübasirleriyle çatisma, isi sabote etme, ot ambarlarini atese verme, senyörlere ait ‘özel ormanlarda’ avlanma… söz konusu tepki ve mücadele yöntemlerinden bazilariydi… Tabii buna zaman zaman basvurulan çapulculuk ve eskiyalik yöntemini de dâhil etmek gerekir…
Bati Avrupa’da emekçi halk kitlelerinin yasam kosullarini olumsuz etkileyen, itirazlari ve isyanlari tetikleyen sadece ortak mallara, ‘herkese ait olmasi gerekene’ [commons] soylularin ve yeni yetme burjuvalarin el koymasi degildi. Mesela Fransa’da ardi-arkasi kesilmeyen savaslar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da agirlasmasiyla sonuçlaniyordu ve bu dayanilmaz bir durumdu. Nitekim Flandre’lilarin isyani tam da bu agir vergilere bir cevapti. Isyancilar, Brugge ve Ieper kenlerini ele geçirmislerdi ama 1323 yilinda patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa kralinin ordusu karsisinda yenik düsmüstü… Fransa’da ‘Jacques Hareketi’ olarak bilinen ve önemli izler birakan isyan da 1358 yilinda bastirilmisti. Avrupa köylü isyanlari geleneginden önemli izler birakan bir isyan da Ingiltere’de Wat Tyler önderligindeki köylü ayaklanmasidir. Bu isyanin bir özelligi de isyana zanaatkârlarin da dâhil olmasiydi. Bu vesileyle hatirlanmasi gereken bir sey de isyanlarin sadece toplumun ‘en yoksullarinin’ isyani olmamasidir. Nitekim tarim kesiminde durumlari sarsilan kirlarin küçük toprak sahipleri ve ayni sekilde ‘küçük soylu’ tabaka, isyanlarin önemli bilesenleriydi…
Kapsami, yogunlugu ve etkileri farkli olmakla birlikte, XVI. yüzyil ve sonrasinda Almanya’da, Fransa’da, Ingiltere’de, Italya ve Macaristan’da çok sayida köylü ayaklanmasi oldu. Bu isyanlardan en kapsamlilarindan biri de Almanya’da Thomas Münzer’in önderlik ettigi ünlü ‘Köylüler Savasi’dir. Köylüler Savasi’nin diger köylü isyanlarindan farki, onun ortaklasmaci bir perspektife sahip olmasidir. Hareketin sloganlarindan biri omnia sunt communia (her sey ortaktir) idi. Ve çagina göre son derecede ileri bir perspektife sahipti. Yoksul bir ailenin çocugu olan Thomas Münzer, çok erken yasta babasini kaybediyor. Slav kökenli bir zanaatkâr olan babasi, bir kont tarafindan idam ediliyor. Leibzig’de teoloji egitimi görüyor ve rahip yardimciligi görevine ataniyor. Sosyal bir devrimin gerekliligine inaniyor ve bu yüzden kurulu düzenin efendileriyle (Sivil iktidar, Roma Kilisesi ve Martin Luter’le) arasi açiliyor. 1523’ter itibaren Luter’e yönelik itirazinin dozu artiyor. Fikirlerini köylüler arasinda yaymak için isyani bir avantaja dönüstürmek istiyor. Isyanci köylülerin taleplerini 12 maddelik bir manifestoda ortaya koyuyor. Ve isyan, Almanya’nin Fransa sinirlarindan Avusturya içlerine kadar genis bir bölgeye yayiliyor… Komutasindaki 7-8 bin kadar savasçi köylüyle 1525 yilinda Mühlhasen ve Thuringe kentlerini ele geçiriyor. Ve fakat Frankenhausen’deki savasta isyan yenilgiye ugratiliyor. Thomas Münzer yakalaniyor, basi kesilerek idam ediliyor. (Ibreti âlem için densin) Basi ve gövdesi ayri ayri sergileniyor… Münzer’den yüz yil kadar önce benzer bir isyan da bizim topraklarimizda Seyh Bedrettin liderliginde gerçeklesmisti, onun âkibeti de Münzer’inki gibi olmustu…
Tarih boyunca halklar isyan etmeye devam ettiler, çogu kez de yenildiler, liderleri, önderleri, ön saflarda savasanlari her durumda hunharca katledildi ve Garp cephesinde yeni bir sey yok… Aslinda özgürlük mücadelesinde yenilmek diye bir sey yoktur. Zira adimini attin mi özgürlesmeye baslarsin ve bu öylece sürüp gider… Her ne kadar isyanlar kisa vadede yenilmis gibi görünseler de her zaman bir seyleri degistirmeyi -az ya da çok- basarmislardir. Mücadele deneyimleri nesilden nesile aktarilmis, ilham, cesaret ve umut kaynagi olmustur.
Köle ve köylü isyanlarindan, ekonomik ve politik devrimlere: Modern zamanlar.
Avrupa’nin batisinda XIII. yüzyilda baslayan ekonomik ve sosyal degisim, 1492 sonrasinda ‘Yeni Dünya’nin ‘kesfi’yle (fethi demek daha uygun) hizlandi. XVIII. yüzyilin son iki on yilinda da yeni bir rotaya girdi. XVIII. yüzyilin sonunda ortaya çikan iki önemli olay (devrim): Ingiliz sanayi devrimi ve Fransiz politik devrimi sadece Avrupa’nin degil, bir bütün olarak insanligin manzarasini bastan asagi degistirecekti. Bunlardan birincisi olan sanayi devrimi, o tarihten sonra ekonominin üzerinde yol alacagi teknik temeli olusturdu; ikincisi de politikanin (yönetimin) nasil yapilacagini, devlet yönetiminin nasil bir temel üzerinde yol alacagini belirledi. Elbette insanlik tarihinde müstesna öneme sahip bir yeri olan Büyük Fransiz Devrimi’nin gerisinde de ‘aydinlanma’ (Lumières) ve modernite devrimi vardi. Sanayi devrimine kesin bir tarih atfetmek pek uygun olamasa da James Watt’in buharli makinanin telif hakkini aldigi 1784 yili baslangiç tarihi sayilabilir… Ondan bes yil sonra da (1789) Fransiz Devrimi patlak verecekti.
O tarihten sonra kapitalizm, hizli bir gelisme kaydedecek, eski üretim, tüketim ve yasam biçimlerini alt-üst edecek, bir tsunami gibi her seyi kapsayacak, kendi mantigini dayatacak, velhasil geleneksel yapilari hizla dönüstürecek ve kendi suretinde bir dünya yaratacakti. Bu, artik her seyin metalastigi, paralilastigi, bir alim-satim ve ticaret konusu oldugu dönemdi. Fakat kapitalizm esas itibariyle mülksüzlestirerek sermaye biriktirmek, her seferinde daha çok biriktirmektir. Zira sermaye biriktirmenin öteki yüzü, mülksüzlestirme, proleterlestirmedir. Baska türlü ifade edersek kapitalizm, kutuplastirici bir temel egilime ve dinamige sahiptir. Yoksulluk üretmeden zenginlik üretemez, kutuplastirmadan yol alamaz. Dolayisiyla kapitalist gelismenin ileri her asamasi, genis toplum kesimlerinin yasam kosullarinin göreli ve mutlak kötülesmesiyle sonuçlanabilirdi ancak. Kapitalizmde mündemiç bir temel çeliski demeye gelen ‘üretim için üretim’ sapmasi, bu gün insanligin yüz yüze geldigi sayisiz insanî ve toplumsal kötülüklerin ve ekolojik bozulmanin yegane nedenidir…
Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çikan teknik gelismeler, dogal ve mantikî olarak insanlarin daha kolay, daha az zahmetle, daha az zamanda üretip daha iyi yasamalarina imkân vermesi gerekirken, çelisik olarak her teknik ilerlemeyle birlikte emekçi halk siniflarinin durumu kötülesmeye devam etti. Üstelik söz konusu süreç, sadece insanî ve sosyal mahiyetteki sorunlari azdirmakla da kalmadi, doganin dengesini ve toplum-doga metabolizmasini da çatlatti… Velhasil simdilerde kapitalizm, gezegende yasami tehlikeye atmis bulunuyor.
Sanayi devrimiyle birlikte baslayan süreç, bir taraftan mülksüzlesmeyi derinlestirirken diger yandan da onunla birlikte isçi sinifinin yasam kosullarini dayanilmaz hâle getirdi. Sanayi devriminden sonraki ilk on yillarda günlük çalisma süreleri 14-16 saate kadar çikiyordu. Kadin ve çocuk emegi sömürüsü de istisna degil, kuraldi. Fabrikalarda çalistirilan çocuklarin yasi 5’e, 4’e kadar iniyordu… Genel bir çerçevede isçiler, ikili saldiriyla karsi karsiyaydilar: 1. Isverenin baskisi; 2. Devletin baskisi. Oysa Fransiz Devrimi ‘esitlik ve özgürlük ilkeleriyle insan ve yurttas haklarini tüm insanlar için vazgeçilmez ilân etmisti. Ama daha devrimin ikinci yilinda (1791) isçilerin bir araya gelip dernek kurmalari yasaklanmisti. Fakat tüm baskilara ve yasaklara ragmen çatismalar yayiliyor, mücadele devam ediyordu… 1831 yilinda Lyon’da patlak veren ünlü Canuts isyani, hunharca ezilmisti. Ayni sekilde Paris’te isçiler, orduya karsi sokaklarda barikatlar kurmuslardi.
Bu dönemde isçi sinifinin içine sürüklendigi sefalet ortami ve dayanilmaz yasam sartlariyla ilgili olarak, Fransa’da Emile Zola’nin, Ingiltere’de Oliver Twiste’in romanlari son derecede ögreticidir… Elbette sayilari hizla artan ve yasam kosullari da hizla kötülesen isçi sinifinin (proleteryanin) bu saldiri karsisinda sessiz ve tepkisiz kalmasi mümkün degildi. Daha önce söyledigimiz, saldiri-karsi saldiri diyalektigi hükmünü icra etmek durumundaydi. Mücadele içinde isçiler, kendi konumlarinin bilincine vardilar ve bir isçi sinifi bilinci de ortaya çikti. Kapitalizmin saldirisina karsi ortaya çikan ilk tepki Ingiltere’deki Luddites isyaniydi ve bu hareket, 1811’den itibaren yayginlasacakti. Aslinda Luddites isyani, bir tür içgüdüsel tepkiydi: Isçiler yasamlarini çekilmez hâle getirenin fabrikalar oldugu düsüncesiyle makineleri kiriyor, fabrikalari atese veriyor, patronlarin (efendilerin densin) evlerini talan ediyordu… Rivayete göre hareket adini, Ned Ludd adinda bir isçiden aliyor. ‘Kaptan Ludd’, ‘General Ludd’, ‘Kral Ludd’ olarak da anilan Ludd’un bir tür efsanelestigi anlasiliyor… Ileriki dönemde Luddism ve/veya Luddist, terimleri teknolojiye karsi olanlar için de kullanilmistir. Her seferinde ordu, bu isyanlari eziyor ve kontrol altina aliyordu. Makineleri asil düsman olarak gören (algilayan) bu mücadele tarzi, 1820’li yillardan itibaren etkisizlesiyor: Köksüzlesen kalifiye olmayan yeni proleterler arasinda gruplasmalar ortaya çikiyor, bir dizi mezhep olusuyor ve daha sonra politik eylem girisimleri baslatiliyordu… 1836’da Chartiste hareket, genel oy hakki ve maasli milletvekilligi için mücadele yürütüyor ve bu mücadele 1848’de basarisizliga ugruyordu… 1834’te Robert Owen ilk isçi sendikasini kuruyor ve artik isçi sinifi için örgütlü mücadele dönemi basliyordu. Nihayet 1884’de ‘Sendika ve Grev Hakki’ kabul ediliyor, o tarihten sonra sendika, grev ve toplu sözlesme pratigi yerlesiyordu…
Tüm Avrupa’yi saran ‘1848 Devrimleri’nden sonra mücadele, yeni bir sürece girdi. Ayni yilda Sosyalist teorinin kuruculari ve mücadelenin liderleri olan Marx ve Engels’in ortak kaleme aldiklari Komünist Manifesto [1848] yayinlandi. Artik sinifsiz-sömürüsüz, sinirlarin olmadigi bir insanlik toplumunun imkân dâhilinde oldugu düsüncesi zihinlere yerlesmekteydi. 1864 yilinda ‘Komünist Enternasyonali’ olarak da bilinen ‘Uluslararasi Isçi Dernegi’nin (L’Asociation International des Travailleur) toplanmasi, isçi hareketi ve sosyalist mücadele bakimindan sembolik ve reel bir öneme sahipti. Bati’da (Fransa’da) kapitalizmden çikma ve sosyalist bir toplum kurma yolundaki ilk kalkisma 1871’de ortaya çikan ‘Paris Komünü’ydü. Gerçi Komün, ezildi ve ömrü çok kisa oldu ama sosyalist bir toplumun mümkün ve gerekli olduguna dair bilincin canli kalmasini sagladi.
O dönemden sonra sosyalist bir toplumsal düzen için verilen mücadele, biri Marksizm, digeri de Bakunin ve Jeseph Proudhon’un öncülük ettigi anarsizm olmak üzere iki rotada yol alacakti. Anarsizm baslarda özellikle Rusya, Fransa, Ispanya ve Italya’da etkili olsa da 1900’lerin basindan itibaren politika alanindaki etkisi ve görünürlügü zayifladi.
Bati Avrupa’da isçi sinifinin örgütlü mücadelesi önemli kazanimlar elde etti: Is istikrari saglandi, is kazalari önemsenir oldu, 1850-1860’li yillardan baslayarak ücretlerde sürekli bir artis saglandi, sosyal konut plani gündeme getirildi ve genel bir çerçevede isçilerin yasam standardi görece iyilesti…
Izleyen dönemde büyük sendikalar ve sosyalist/isçi partileri kuruldu. Lakin burjuva parlamentosuna dâhil olmak, zamanla mücadelenin etkinligini zaafa ugratti. Kapitalizmi asma hedefi savsaklandi. Reformist/revizyonist bir rotaya girildi.
Aslinda isçi sinifi mücadelesinin genel bir çerçevede iki rotada ilerledigini söylemek mümkündür: Fransiz sendikaciligi devrimci bir karaktere sahipti. Kapitalizmi asmayi hedefliyordu. CGT (Confédération Générale du Travail) 1895’te kuruldu. Ingiltere’deki sendikacilik pratigi, kapitalizmi asmak gibi bir perspektife sahip degildi. Sistem içi mücadeleyle durumunu iyilestirme tercihi yapilmisti. ABD’de zaten oldum olasi konsensüs kültürü geçerlidir. Bastan itibaren devletin ve sermeyenin kontrolünde bir mücadele pratigi geçerli oldu. Almanya’daysa, sendikacilik alaninda ikili yönetim (cogestion) modeli geçerli oldu. Isçiler isletmenin ve ekonominin yönetimine katilmakla yetindiler. Sistemi dönüstürme, kapitalizmi asma perspektifine daha bastan yabancilastilar. Aslinda genel bir çerçevede Ingiliz, Alman ve Amerikan sendikacilik hareketi konsensüs sendikaciligi olmanin ötesine hiç bir zaman geçemediler
(6)
Elbette XIX. yüzyilin ikinci yarisindan itibaren Bati’da isçi sinifinin durumunda göreli ve mutlak bir iyilesme oldu ama bu durumu kolonyalist ve emperyalist yayilmadan, dünyanin geri kalaninin yagma ve talanindan bagimsiz düsünmek dogru olmaz. Bati’da, kapitalist/emperyalist ülkelerde isçi sinifinin durumunun iyilesmesi, yeryüzünün lanetlilerinin durumunun kötülesmesinden bagimsiz degildi… Ayni sekilde Emperyalistler arasi II. savas (1939-1945) sonrasinda Bati’da yasam standardinin hizli yükselisinin asil nedeni de basta enerji (petrol) olmak üzere, Üçüncü Dünya denilen ülkelerin dogal kaynaklarinin nerdeyse bedavaya kullanilmasiydi…
Kapitalizmi asmaya dönük, itirazlar, isyanlar, baskaldirilar, ödenen onca bedele ragmen bu güne kadar basarili olamadi. Kapitalist sömürü, yagma ve talan, kaldigi yerden devam etti. Ve fakat insana, dogaya, canli yasama düsman kapitalist sistem, artik tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çikarmis bulunuyor. Doganin dengesi hizla bozuluyor, sosyal kötülükler çig gibi büyüyor, yasam anlamsizlasiyor, tehlikeye giriyor ve hâlâ insanlara, sabrederlerse islerin ilerde ‘düzelecegi’, daha iyi olacagi söyleniyor… Velhasil ilerleme ve kalkinma adina insanligin ve uygarligin gelecegi tehlikeye atilmis bulunuyor. O hâlde iki sey: Ya vakitlice kapitalizm belasi defedilecek, insana saygili, dogayla uyumlu yeni bir uygarlik tercihi yapilacak ya da insanligin bir gelecegi olmayacak. Zira insan toplumlarinin eylemi, artik jeolojik dönüsümler (anthropocène) yaratacak düzeye ulasmis bulunuyor.
1. Karl Marx- Friedriche Engels, Komünist Manifesto, Almancadan çeviren. Nail Satligan, Yordam Kitap, ss: 40, 41.
2. 2. Fikret Baskaya, Yediyüz- Osmanli Beyliginden 28 Subata, Bir devlet geleneginin anatomisi, Özgür Üniversite Kitapligi.
3. Elton, G.R (1964), Reformation Europe 1517-1559, London and Glascow, Collins. 3rd. Edition.
4. Alaêddin Senel, Kemirgenlerden Sömürgenlere- INSANLIK TARIHI, Imge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 739
5. A. Senel, age s. 741
6. Bu konuda bkz: Samir Amin, ‘Sosyalizme Dogru Halk Hareketlerinin Birligi ve Çesitliligi’, Çev: Fikret Baskaya, www.ozguruniversite.org
* Hece dergisinin Bati Medeniyeti özel sayisinda – Haziran-Temmuz-Agustos- 2014 No: 210/211/212- yayinlanmistir.
Fikret Baskaya