Ortadogu Manzarasi ve Türkiye 1.Bölüm

1.Bölüm
Konusmaktan da yazmaktan da yoruldugumuz zamanlar oluyor. Söylenmeyen, yazilmayan sey kaldi mi diye soruyoruz kendimize. Ayni seyleri tekrar tekrar yazmaksa bazen abesle istigal gibi geliyor bize.
Evet, insanligin kültür ve siyaset tarihine, hatta bizzat su yakin dönem tarihimize bakarsak gerçekten de söylenmeyen sey yok gibi Buna ragmen konusup yazmayi sürdürüyoruz ve bunu yapmaktan baska çaremiz yok.
Çünkü insanlarin büyükçe bir bölümünün söylenip yazilanlardan haberi yok; onlara dogru ve gerçek bildigimiz seyi tekrar tekrar anlatmak gerekiyor. Hepsi degilse de bir bölümü belki okuyacak ve dinleyecekler. Bir bölümü, özellikle de önyargili olanlar ise dinleyip okuduklarini anlama sansina sahip olmayacaklar; onlara ne söyleseniz bos. Böyleleri belki yillar geçip de kafalarini tasa çarptiklari zaman içine düstükleri hayal dünyasindan ayilacak, yanlisi fark edecekler.
Bazilarinin yanlisi fark etmeleri için 20-30 yila ihtiyaçlari vardir, bazilarina ise bir ömür bile yetmez.
Yanlisini gördügü zaman itiraf edeni ise bu dünyada Diyojen’in lambasiyla arasaniz zor bulursunuz
Her neyse
Siddetin, iç savaslarin toplumu sardigi kaos dönemlerinde insanlarin kafalari daha da karisir, saflar keskinlesir, kinler öfkeler bilenir, sagduyu telkin eden sözler önyargi duvarlarini asamaz.
Böyle dönemlerde kavganin tarafi olan kisiler ve gruplar bir kaplumbaga gibi kabuklarina çekilir, bir kirpi gibi dikenlerini gösterirler. Diyalog, birbirini anlama çabasi, uzlasma ortami kaybolur; bir kör dövüsü manzarasi dörtbir yani sarar.
Uzun zamandir ki -Türkiye ve Kürdistan da içinde- Ortadogu’nun manzarasi budur.
Bir tüm olarak dünyanin ya da insanligin manzarasi farkli mi diyeceksiniz? Eger akli basinda birileri dünyaya disaridan bakabilselerdi gördükleri manzara için ayni seyi düsünür, belki de ‘bu insanlar çildirmis’ derlerdi.
Son yillarda dünyamizin en çok kaynayan yeri Ortadogu, ama bu kaynamanin tek ya da bas sorumlusu Ortadogu degil.
Çesitli yazilarimda yazdim: Uzak sömürgeci geçmisi bir yana birakalim, bugün Ortadogu’da yasananlar bakimindan son 50-60 yil içinde dis dünyadan Ortadogu’ya uzanan ellerin rolü oldukça büyüktür.
Sovyetler Birligi’ne ve bir bütün olarak sosyalist sisteme karsi ‘Yesil Kusak Politikasi’ izleyen ABD, dini deger yargilarini sosyalizme karsi bir panzehir olarak gördü ve Islam dünyasindaki radikal egilimleri örgütledi, besledi, tutucu deger yargilarini kiskirtti.
Son yirmi yildir hem bölge hem dünya için ciddi bir tehlikeye dönüsen radikal Islamci örgütler, El Kaide ve onun türevleri; El Nusra, ISID, Boko Haram ve ötekiler, bu politikanin ürünüdür. Sovyetler çöktü, ama bu örgütler bizzat kendi efendileri için ciddi bir bas agrisina dönüstüler. Ve simdi kahraman Amerikamiz onlarla, kendi marifetinin ürünü olan bu belalarla savasiyor
Bugün bölgenin yasadigi sorunlarin basta gelen sorumlusu olsa da, tek sorumlu ABD ve öteki sömürgeci-emperyalist güçler degil. Bölgenin kendi aktörlerinin bugün yasanan kaostaki paylarini da görmezden gelmemeli. Bunlar en basta, 20. Yüzyil baslarinda Osmanli tümden çöküp dagilirken bölgede ortaya çikan çok sayidaki kralliklar, emirlikler, diktatörlüklerdir.
Söz konusu monarsik yönetimler bir süre emperyalizmin yedeginde, özgürlük ve demokrasi tanimayan bu toplumlari yönettiler. Zamanla bazilari devrildi ve sözde cumhuriyetler kuruldu. Bu cumhuriyetlerin bazilari, örnegin Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Misir’da Nasir, Libya’da kaddafi yönetimi, kendilerini sosyalist diye niteleseler bile, gerçekte sosyalizmle bir iliskisi olmayan tipik Arap milliyetçisi, soven rejimlerdi. Afganistan’da krallik yikilinca yerini alan Sovyet yanlisi rejim de farkli olmadi. Iran’da sahligin yerini ortaçag türü bir Mollalar rejimi aldi ve gelen gideni aratir oldu. Irkçi-milliyetçi bir diktatörlük olarak dogan Türkiye’deki rejim, zamanla sözde çok partili sisteme geçse bile, toplum bir türlü çagdas demokrasi ve özgürlüklerle tanismadi; sisteme ayar veren askeri darbeler birbirini izledi ve bugünlere geldik. Su anda ise durumun ne oldugu ortada.
Bu ülkelerdeki gerek krallik ve seyhlik tipinden Ortaçag türü rejimlerin, gerek sosyalizm suyuna batirilmis Baas ve benzeri askeri diktatörlüklerin hiç biri, ülkelerinde çagdas insan haklari ve demokrasi yönünde gerekli reformlari yapmaya yanasmadilar. Halk muhalefeti ise çogu zaman Iran ve Afganistan’da oldugu gibi Islamci, dinci kanallarda kendine yer buldu, etnik ve mezhepçi renklere büründü. Son olarak Misir, Suriye ve Libya’da yasananlar bunun yeni örnekleri. Deger yargilari ve öngördükleri yasama tarzi ile Islam Ortaçagina özenen bu muhalefetin topluma daha iyi bir gelecek sunmasi olanaksizdir. Yarattigi sonuçlar, görülecegi gibi söz konusu ülkeleri tam bir kaosa, siddet sarmalina sokmakta, toptan bir çöküse yol açmaktadir.
Ortadogu bu durumdan nasil, ne zaman çikacak, kestirmesi zor. Ne yazik ki bu durum birkaç kusagin basini yiyecek görünüyor.
Daha yakina gelelim ve Türkiye’ye bir göz atalim.
Sorunlarini barisçi ve demokratik yol ve yöntemlerle çözmeyi basaramayan, gerekli ve zorunlu reformlari yapamayan Türkiye’de de uzun zamandir önemli kutuplasmalar, yarilmalar yasiyor. Ülke son 70 yilda sag-sol, laik-dinci, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çekisme ve çatismalarina sahne oldu. Sag-sol çatismasi dünya sosyalist sisteminin yasadigi büyük çöküntünün ardindan eski atesini yitirmis olsa da ötekiler bugün de sürmekte ve taraflar bir diyalog, uzlasma, sorun çözme zemininden uzak, kendi mevzilerine çekilmis ve birbirine dis bilemekte.
Toplumu her alanda tek renge boyamaya kalkisan Laik Kemalist rejim uzun zaman hem sola ve emekçi hareketine, hem Islami harekete, hem Kürtlere ve Alevilere hak ve özgürlük tanimadi. Zora düstügünde ya da muhalefetin yükseldigi her dönemde tezgâhladigi darbelerle onlari ezdi. Tüm yasananlardan sonra bugün de Kemalist kesimin bu siyaset ve toplum anlayisi degismis degil.
Islamcilar tüm baskilara ragmen, çok partili sistemde adim adim güçlenmeyi, yollarini açmayi ve en sonunda iktidar olmayi basardilar. Kemalist kesimin son darbe girisimleri AK Parti’nin yükselisini önleyemedi. Ama onlarla Islamci kesim arasindaki amansiz çekisme bugün de sürmekte. AK Parti devlet kurumlarini tümüyle denetime alip kendi Islamci toplum ve yönetim anlayisini her alanda egemen kilmaya çalisirken Kemalist kesim AK Parti’yi su veya bu sekilde düsürüp sistemi kendi anlayisi dogrultusunda restore etmeyi umuyor ve bu yöndeki çabalarini sürdürüyor.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadeleleri, 1960’li, 70’li yillarda canlanip barisçi bir dogrultu izler ve yildan yila kitlesellesip güçlenirken, sistem baski ve siddet yöntemleriyle, askeri darbelerle bunu kesintiye ugratti, engelledi, türlü provokasyon ve tuzaklarla ve PKK eliyle siddete yöneltti. Böylece süreç içinde barisçi yöntemler izleyen ilerici, çagdas Kürt yurtsever örgütleri güç kaybederken silahli mücadeleyi baslica yöntem seçen ve 1984 yilinda gerilla savasi baslatan PKK güçlendi ve Kitleleri çevresinde topladi.
Ne var ki PKK’nin basindan itibaren izledigi politikalar, iliskide oldugu, kendisine destek ve yön veren odaklara bagli olarak çok zikzakli oldu. Bunlar kamuoyunca biliniyor, ben de çok söyleyip yazdim. Türk devleti ve ötekiler PKK’nin ortaya çikip güçlenmesinde önemli bir rol oynadilar; ama bununla Kürt sorunu çözülmedi, aksine yillar içinde daha da agirlasti karmasik hele geldi.
1984’ten bu yana yasanan çatisma ortami ister istemez, her iki halkin saflarinda kini, öfkeyi, diger tarafa karsi güvensizligi ve önyargilari güçlendirdi. Bu süreçte Türk toplumunda Kürt karsiti duygu ve düsünceler zaman zaman zirve yaparken, Kürt kesiminde de Türk tarafina karsi benzer duygular ve önyargilari güçlendi.
Yillar yili resmi söylemde Kürt halkinin varligini inkar etmis olan Türk yönetimi sonunda Kürtlerin varligini kabul etme noktasina gelse ve bir bölümüyle bu sorunun salt baskiyla, askeri yöntemlerle çözülemeyecegini dile getirse de, çözüm diye yaptiklari seyler bazi palyatif tedbirlerden ileri gitmedi. Türk devleti sorunu çözmeye elverir köklü reformlara girismeyi hiç düsünmedi. Devlet politikasinda Kürtleri oyalama, aza razi etme, tuzaklar, oyunlar sürüp geldi. Bu nedenle ‘Kürt açilimi’ ya da ‘Çözüm ve Baris’ süreci denen son girisimler de bir sonuç vermedi, göstermelik kaldi.
Tüm bu oyun ve tuzaklar sonucu Kürt hareketi ciddi bir çarpilma yasadi. PKK Kürt halkinin tüm temel taleplerini terk edip tümüyle devletin istedigi çizgiye gelirken, öte yandan Kürt toplumu üstündeki güç tekelini terk etmek istemedi, bu nedenle elindeki silahi birakmaya yanasmadi. Bu durum, zaman zaman Ergenekon’un ve Suriye, Iran gibi dis etkenlerin de isin içini germesiyle yeni sicak çatisma dönemlerine yol açti.
Tüm bu gelismeler PKK disindaki Kürt çevrelerinde de ciddi bir güvensizlige yol açti. ‘Türklerle birlikte yasanmaz’, ‘Türklerden demokrat olmaz’ tarzindaki görüsler, bu türden önyargilar yayginlasti.
Türkiye’de Kürt olsun Türk olsun, Alevilerin uzak geçmisten kalma travmalari vardir. Kerbela olayi, Yavuz Selim’in yaptiklari, Koçgiri ve Dersim olaylari bugün bile hafizalarda canlidir. 1960’li, 70’li yillarda Maras, Malatya, Çorum’da ve Alevilerle Sünnilerin kitlesel biçimde yan yana yasadiklari diger illerde yasananlar ise tazedir. Bu durum Alevi kesiminde Sünnilere karsi derin bir güvensizlige yol açmistir. Öyle ki Aleviler bu güvensizlikle, kendisini Laik diye sunan ve Sünni Islami akimla da zaman zaman çekisen Kemalizmi kendilerine daha yakin görmüs, onun kanatlari altina siginmistir. Kemalist rejimin eseri olan Koçgiri ve Dersim kirimlarina ve tek parti döneminde Alevilerin yok sayilmasina, agir baski altinda olmalarina ragmen
Bu anlayisla Aleviler, AK Partiyi de hep kuskuyla karsiladilar ve ona karsi Kemalistlerle birlikte saf tuttular. AK parti ise, bu güvensizligi gidermek için göstermelik Alevi çalistaylari filan düzenlese de gerçekte fazla bir sey yapmadi. Hatta zorunlu din dersi uygulamasina son vermek, cem evlerinin statüsünü tanimak gibi basit adimlari bile atmaktan kaçindi. Onlara camiyi gösterdi ve zaman zaman itici, ötekilestirici bir dil kullandi. Öyle olunca Alevi sorunu da, Kürt sorunu gibi bugün de gündemde ve gerginlik, sürtüsme, hatta çatisma yaratan alanlardan biri.
Sol hareket 12 Eylül döneminde gördügü agir baskilar, özellikle de sosyalist sistemin çöküsünün ardindan ugradigi büyük moral bozuklugu nedeniyle ufalmis, asiri derecede bölünmüs ve ne yapacagina bilemez durumda. Bir bölümü sözde laik geçinen Kemalist kesimin ardina takilmis, ‘ulusalcilik’ yapiyor, bir bölümü ise ‘Kürt Siyasi Hareketi’ diye adlandirdigi PKK’nin kuyruguna takilmis, sözde devrimcilik yapiyor Türkiye solu iç ve dis politikasini otomatige baglamis; iç politikayi anti AKP, dis politikayi ise anti Amerikan bir rotada yürütüyor
Tüm bu çözülmeyen sorunlar, bunlarin yarattigi toplumsal kutuplasmalar, yarilmalar, arti-eksi elektrik yüklü tel uçlari gibi zaman zaman çatisma kivilcimlarina yol açiyor. Bu sorunlar ayrica toplumun enerjisini, olanaklarini gelisme ve ilerleme yönünde degil, olumsuz bir yönde harcamasina, tüketmesine yol açarak önemli ekonomik ve baska türden sosyal sorunlara da yol açiyor.
Türkiye bu durumu nasil asacak, sorunlarini nasil çözecek? Bunu yapamazsa nelerle yüz yüze gelebilir?
Buna da yazimin 2. Bölümünde deginecegim.
Kemal Burkay