Makale

Suriye; niyet edilen ve gerçeklesen

Soli Özel
Suriye; niyet edilen ve gerçeklesen
Niyet edilenle gerçeklesen arasinda bir fark olmasi normaldir. Hayatin akisi içinde pek çok kez insanin basina gelir. Devletler açisindan da niyet edilenle gerçeklesen arasinda bir fark bulunabilir. Her iki durumda da soru aradaki farkin insanin hayatini, devletin konumunu/stratejisini/hedeflerine ulasma becerisini nasil etkiledigidir. Her sey olup bittikten sonra eger hedeflenen ile gerçeklesen arasindaki fark çok açiksa ve yapabildiginiz yapmak istediginizin çok gerisinde kalmissa bir muhasebeye ihtiyaciniz vardir. Hedeflerin ne kadar gerçekçi oldugunu is isten geçtikten sonra bile olsa tarttiktan sonra bir de beklenmedik gelismeleri izlemek ve onlari anlamlandirmak gerekir.

Türkiye’nin Suriye politikasi ilk bir-iki ayi disinda kendisine büyük hedefler koydu. Yalnizca zalim Besar Esad rejiminin düsürülmesi arzusuyla yetinmeyip bu sanki olmusçasina kendisini mutasavver bir Ihvan birliginin önderi olarak görüp, o düzenin merkezine de yerlesmek istedi. Dönemin Disisleri Bakani, Meclis kürsüsünde Türkiye’nin o sirada Arap isyanlarinin yarattigi iyimser rüzgarlarin etkisindeki Ortadogu’da yasanan degisimin destekçisi, sahibi, yönlendiricisi olacagini o hiç sarsilmayan özgüveniyle haykiriyordu. Türkiye’ye artik bölgesel güç olmak yetmiyor, buna küresel erisim boyutu da en azindan ülkede yasayanlara pazarlamak üzere ekleniyordu.

Bugün geriye dönüp baktigimizda bu hedeflerin gerçekçi olmadigi daha iyi anlasiliyor. Ankara yalnizca ABD’nin veya Obama yönetiminin niyetleri ve savasa yönelik egilimlerini yanlis degerlendirmekle kalmadi. Rusya ve Iran’in ne pahasina olursa olsun Esad rejimini ayakta tutma iradesinin gücünü de anlamadi ya da anlamazdan geldi. Hesaplari yanlis çiktikça, izledigi siyasetten sonuç alamadikça siyasetini gözden geçirecegine tersine yaptiklarini daha büyük bir tutkuyla ve orta-uzun vadedeki olumsuz sonuçlarini göz önünde hiç bulundurmadan sürdürdü. Yüzbin diye siniri ilan edilmis mülteci sayisi bu hayalperestlik neticesinde 3.5 milyonu buldu. Kendilerine en hafifinden müsamaha gösterilen ve aslinda ciddi sekilde, pek çok bakimdan beslenen, yardim gören Cihadcilar isteneni bir türlü veremediler.

Arada yasanan bazi kritik ve sonraki gelismeleri belirleyen olay Suriye’ye yönelik siyasetin giderek odak daraltmasina yol açti. Stratejik düsünce bir kenara birakilip, iç siyasetin gereklerine uyarlanarak ya da köklü dogmalar üzerinden dis politika uygulaninca Türkiye kendisini hayli sikintili bir durumda buldu. Iki olay burada belirleyici diye zikredilebilir. Birincisi, ISID’in Kobane’yi kusattigi sirada sivillere sinirlar açilirken kentte savasan PYD-YPG unsurlarina yardim etmemekti.

Eger o günün sartlarinda Türkiye, Suruç’a neredeyse ancak bir tas atimi mesafede olan Kobane’ye yönelik kusatmayi TSK ile kirmis olsaydi, bugün kontrol etmek istedigi alani o zaman kontrol imkanina sahip olacak Türkiye’nin ISID ile mücadeleyi de içeren Suriye içindeki askeri varligina dünyada itiraz eden de muhtemelen çikmayacakti. BU kararin neden ve nasil verildigini anlamak içinse belki de Musul konsoloslugunun neden tüm uyarilara ragmen bosaltilmadigini ve ISID’in eline tüm personeliyle geçmesine imkân saglandigini anlamak gerekir. Musul’daki rehinelerin, bölgenin agababasi olmakla övünen ya da o konuma gelmek için ugrasan bir ülkenin kendisine bagimli Kurdistan Bölgesel Yönetimi ya da Yezidilerin yardimina kosmamasinin, Ankara’nin iddialarini nasil anlamsiz kildigini düsünen olmus mudur acaba?

Ikinci kirilma noktasi büyük kahramanlik naralariyla karsilanan Rus uçaginin düsürülmesi ve bu olayda yumusama yerine ‘gerekirse bir daha yapariz’ tarzi bir meydan okuma dilinin korunmasiydi. Bu mantik disi tutumun sonucunda Türkiye agir bir bedel ödedi. Rusya ambargosu, gerçeklesen eylemin muhtemelen beklenen sonuçlari vermemesi nedeniyle ülkenin kendisini yapayalniz bulmasi hep uçagin düsürülmesinin sonuçlariydi. Rusya ile ara düzeltildikten çok kisa süre sonra kanli darbe tesebbüsü, o gece ve sonrasinda Rusya’dan ve Iran’dan destek gelirken müttefiklerin kulaklarinin üzerine yatmalari, demokratik dayanisma tepkisini vermemeleri Moskova’ya ciddi ölçülerde bagimlilik gelistirecek bir rotaya girilmesini sagladi. Astana süreci de bu gelismelerin bir sonucuydu. Ayni zamanda, Iran ve Rusya ile Türkiye’nin `Suriye iç savasinin basindan itibaren birbirilerine zit hedeflere sahip olduklari düsünüldügünde aslinda Ankara kendi hedefinden vazgeçiyordu.

Tüm bu gelismelerin ardindan Türkiye’nin Suriye politikasi tek bir boyuta iniyordu: PKK’nin uzantisi ve ISID karsisinda ABD destegiyle muharip gücü olusturan PYD/YPG’nin yok edilmesi ya da en azindan Türkiye sinirlarindan uzaklastirilmasi, tercihan da yok edilmesi. Türkiye’nin hayati bir tehdit olarak gördügü bir örgütün, ABD açisindan kendisine ihtiyaç duyulan bir müttefik olmasi NATO üyesi iki ülkenin aralarindaki iliskileri her geçen gün daha sorunlu hale getirmisti. Güvenlikli bölge tartismalari bu baglamda basladi. Sonunda 7 Agustos anlasmasina ragmen, Baskan Trump’in Suriye’den çekilme arzusunun baskin çikmasiyla Türkiye uzun zamandir arzuladigi harekâti yapabildi.

Bu harekâtin ilan edilen iki önemli hedefi vardi. Bunlardan birincisi TSK’nin müdahalesiyle Firat’in dogusundaki sinirin Irak sinirina kadar Türkiye tarafindan kontrol edilmesi ve 30 kilometre derinlige de inilerek PYD/YPG’nin sinirdan uzaklastirilmasi. Bu ayni zamanda ve belki de aslen Suriye’de sekillenmis Kürtlerin agirlikli oldugu bölgede PYD tarafindan olusturulmus özyönetim yapilanmasinin ya da Rojava deneyiminin imhasi anlamina geliyordu. Daha önce Rusya’nin onayi ve destegiyle Afrin’de yapilan operasyonun da gösterdigi gibi bu deneyimi korumak isteyen bir büyük güç de yoktu. Bugünse, ABD askerlerinin çekilmesiyle birlikte fiilen bu bölgenin tüm ‘kantonlari’ TSK tarafindan birbirinden ayrilmis durumda. Bu bakimdan maksadin hasil oldugu söylenebilir.

Ne var ki, gerek kendisiyle bu harekât baglaminda çatismalarin durmasi için ortak açiklama yapilan ABD, gerekse Soçi’de birlikte, terörizme ve terörist örgütlere karsi kesin tavir koyan bir dille yazilmis bir mutabakat muhtirasi imzalanan Rusya Türkiye’nin halen elinde tuttugu 120 km genislik ve 30 km derinlikteki Tel Abyad ile Resulayn arasindaki alanin ötesine geçmesine itiraz etmistir. ABD’nin askerlerini çekmesiyle Suriye’de sözü en çok geçen devlet Rusya’dir ve ABD ile uyum içinde harekâta destek vermistir. Murat Yetkin’in bu konudaki yazisi Moskova ve Washington’un aralarindaki koordinasyonu anlatiyor. Sonuçta Türkiye hedefledigi ilk sonucun önemli bir bölümünü elde etmistir ancak bunun karsiliginda, Suriye rejiminin ordusu yeniden sinira gelmistir. Türkiye, 150 saatlik bir sürenin ardindan YPG unsurlari silahlariyla birlikte 30 kilometrenin disina çiktiktan sonra sinir boyundaki devriyelerini Ruslarla ortak yapacaktir.

Asil sorun Türkiye’nin deklare ettigi ikinci hedeftedir. Irak sinirina kadar olan alan kontrol ediliyor olsaydi Türkiye’de mukim Suriyeli mültecilerin 2 milyonunun sinirin güneyine gitmesi/gönderilmesi gündemdeydi. Soçi’de imzalanan muhtira ‘mültecilerin güvenli ve gönüllü sekilde geri dönüslerini kolaylastirmak amaciyla ortak çalisma yapmaktan’ bahsetmektedir ki, bunun meali mültecilerin kahir ekseriyetinin bir yere, en azindan yakin zamanda, gitmeyecekleridir.

Bunlarin ötesinde muhtiranin Adana Mutabakati’na atifta bulunan maddesi Moskova’nin eninde sonunda Ankara ile Sam’i dogrudan görüsme masasina oturtma iradesinin bir eseridir.

PYD ve genel olarak Kürtler bu harekâtin kaybedeni olarak görülmektedir. PYD, hakimiyeti altindaki bölgeyi kaybetmistir. Buna karsilik YPG komutani, eski bir PKK’li olan Mazlum Kobani ABD baskaniyla oldugu gibi Rusya Federasyonu Savunma Bakani ve Genelkurmay Baskaniyla da telefonla görüsebilecek bir statüye kavusmustur. Amerikali bir grup Senatör kendisini Washington’a davet etmek istemektedir.

Kendi basina bunlar gelecekle ilgili net siyasi bir tablo çizmeyebilir. Ancak Türkiye’de harekât planlarini yapanlarin isin kamu diplomasisi boyutunu iyi düsündügünü, Suriye’deki gerçekligin, özellikle de ISID ile mücadele etmis olmanin dünya kamuoyunda nasil degerlendirildigini dogru anladiklarini söylemek pek mümkün degildir. Bu harekât sirasinda kullanilan dilin de etkisiyle PYD dünya kamuoyunda ve telefon konusmalari esas alinacak olursa büyük devletler indinde mesruiyetini artirmistir.

Önümüzdeki dönemde yalnizca ABD ile olan iliskilerde degil, PYD’nin ve PKK’nin birer temsilciliginin bulundugu Rusya ile iliskilerde de bu yükselen profilin siyasi sonuçlari Türkiye dis politikasinin ugrasmak zorunda kalacagi en önemli konulardan birisi olacaktir.
—————————————————————–
T24-25-10-2019

Soli Özel

Back to top button