|
Ne darbe, ne OHAL ne de sıkıyönetim; tek çare çoğulcu demokratik sistem
|
2016-07-24 18:30
|
Latif Epözdemir
|
|
Türkiye on beş Temmuz 2016 gecesi bir darbe girişimine tanık oldu. Geçmişte her on yılda bir alışkın olduğumuz askeri darbelere ( 1960, 1970, 1980) pek de benzemeyen bir girişimdi bu. Darbeciler TBMM’ni bombaladı, boğaz köprüsünü tuttu, bir çok stratejik önemde yeri bombaladı ya da işgal etmek istedi.
TBMM’nin bombalanması alışkın olunan bir durum değildi. Keza sivillerin alanlara dökülerek darbeye, dolayısı ile askerlere karşı koyması, buna karşılık askerlerin de doğrudan sivillere ateş açması ve 250 ye yakın sivili sokak ortasında öldürmesi yeni bir darbe yöntemi ve bir ilkti.
Bu girişim ile birlikte sivil halkın sokaklara doluşarak tankların önüne atlaması, askerleri engellemesi, darbeci askerleri yakalayarak polise teslim etmesi ve gece gündüz demeden meydanlarda ”demokrasi nöbeti” tutması da yeniydi ve bu durum da bir ilkti. Etnik ve siyasal kimliği , yaşam tarzı, inancı, aidiyeti ve dinsel inancı farklı farklı insanlar demokrasiyi korumak, darbecileri engellemek ve darbeye geçit vermemek için ortak bir bilinçle direndi. Bu direnç darbecileri geriletti, darbeyi önledi.
Tıpkı bir “iç savaş” edası ile başlayan bu kalkışma bertaraf edildikten sonra hükümet sözde demokrasiyi “korumak” adına OHAL (Olağanüstü Hal) ilan etti.
OHAL bu günkü Anayasanın hükümete ve cumhurbaşkanına tanıdığı bir yetkidir. Ne var ki bu gün bu yetkiyi cumhurbaşkanına veren anayasanın kendisi de bir ” darbe” anayasasıdır. Yani iktidar bir darbeyi önlemek için bir başka darbeden miras kalmış bir anayasa maddesine sarılmış bulunmaktadır.
90 yıllık cumhuriyet tarihinin 40 yıldan fazla bir dönemi askeri darbeler, sıkıyönetim ve OHAL ile geçti. Bu demokratik sistemlerin hiç birinde görülmeyen bir durumdur. Kuşkusuz ki bu 40 yıllık “sıkıhal” lerden en çok Kürtler nasibini aldı. Hemen her darbe ve sıkıyönetim en başta Kürt dinamiklerini hedef aldı. Şark Islahat Planı, Takriri Sükun, Mecburi İskan, Umum Müfettişlikler, İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetimler ve Kürdistan’da yıllarca sürmüş olan OHAL’ler hep en başta Kürt halkının ulusal demokratik güçlerine yöneldi.
1960 darbesi yıldönümleri son zamanlara kadar “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlandı. Oysa ki bu darbe bir çok “hürriyeti” yok saymış ve kendi anlayışını topluma empoze etmek için de bir “anayasa” yapmıştı. O darbenin anayasası onlarca yıl sürdü. Ardından bir başka darbe oldu ve bu kez onlar da yeni bir anayasa yaptılar.
Türkiye bu gün hala 12 Eylül darbe anayasası ile yönetilmektedir.
Hatırlanacağı gibi 1960 “ihtilali”nde Ankara sokaklarında “Kürdüm diyenin suratına tükürün” pankartları asılmıştı. Darbe sonrasında çıkan aftan Kürt siyasi tutuklular, (49’lar, 23’ler ve 55’ler) yararlandırılmamış ve “hürriyet ve anayasa” Kürtlere ne “hürriyet” getirmiş ne de Kürtlerin demokratik haklarını anayasal güvenceye kavuşturmuştu.
Ret, inkar, katliam, sürgün, iskan, tedip ve tenkilin en koyu yaşandığı dönemler geçmişteki o 40 yıllık “olağanüstü” dönemlerde gerçekleşmiştir.
1960’ taki darbe demokratik yollarla iktidara gelmiş bir başbakanı ve iki bakanını idam etmişti. Bu askersel devirmeyi “ilerici” ad eden bir çok kişi hala var. 40 yıllık “olağanüstü halleri” Kürtlere reva gören “devletçi”ler de hala mevcut.
Keza 12 Mart “balyoz harekatı” ve 12 Eylül darbeleri de öncelikli olarak Kürt demokratik muhalefetini hedef almış, ardından Türkiye’deki ilerici-demokratik muhalefeti de tırpanlamıştır. Bu darbelere gerekçe olarak ” bölücülük ve Komünizm” gösterilmiştir. Aslında bu ülkede hiç bir dönemde bir “Komünizm” tehlikesi yaşanmadığı bilinen bir şeydir. Komünizmi “dinsizlikle” eş lanse ederek ülkede “anti-Komünizm” hep diri tutuldu. Solcu ve ilerici kesimler, sosyal demokratlar ile iktidara muhalif kesimler “kominist” olarak lanse edildi. O dönemler sol kesimlere duyulan öfkenin ciddi bir nedeni de o kesimlerin kısmen de olsa Kürtlerden ve “doğu sorunundan ” söz etmesi ve demokratik haklara yeşil ışık yakmasından kaynaklanmaktadır.
Geçmişte Komünizm tehlikesi bir manipülasyon olarak kullanıldı. Çünkü, Faşist kesimler ve karanlık mihraklar böyle istiyordu. Seksenli yıllardan sonra “gladyo” , “ derin devlet” ve “kontr gerilla” kavramları siyasal literatüre girdi. Bu karanlık odaklar toplumda derin yaralar açtı. Binlerce insana kıydı. Ülke yangın yerine çevrildi. ”OHAL” ile Kürt demokratik muhalefeti kuşatıldı, Kürt mücadelesi “terörize” edildi. Cirit atan cinayet şebekeleri de “devletin bekası” için pervasızca terör estirdi.
Ne yazık ki, Kürt sorunu her zaman bir “tehdit” algısı olarak görülmüştür.
Görüleceği gibi Türkiye’de 90 yıldan fazladır hüküm süren cumhuriyette, 40 yıldan fazla süren “sıkyönetim, askeri yönetim, cunta yönetimleri ve OHAL” gibi demokrasi dışı yönetimler halka reva görülmüştür. Bu baskıcı yönetimlerin nedeni Kürt sorununun “askeri ve güvenlikçi” yöntemler dışında çözülmek istenmemesinden kaynaklanmaktadır.
Başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin diğer temel sorunların demokratik yollarla çözümü ertelendikçe şiddet tırmanmış, özgürlükler kısıtlanmış, demokrasi yaşam bulup kökleşememiştir. Bu gün de bu sorunlar çözülmedikçe “darbe” tehlikesi hep varlığını koruyacaktır.
Özetle eğer bundan böyle Türkiye’de darbe korkusunun aşılması isteniyorsa, OHAL yönetimleri değil özgür ve demokratik bir yaşam kurmak gerekir. Türkiye’nin çoğulcu yapısını esas alan yeni bir yapılanmaya gitmek gerekir.
Demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanarak değil, genişletilerek ancak darbe korkusu, başka bir deyişle darbe tehlikesi aşılabilir. Askeri darbeleri, diktatörlükleri ve şiddeti toplumdan uzak tutmanın yegane çözüm biçimi demokratik ve federal bir yeniden yapılanma ile mümkündür. Bu yapılmadığı sürece sorunlar çözülemez.
Bu gün darbe ve şiddete karşı gelişen halk muhalefeti üzerinden geleceği kurgulamak için yeni olanaklar araştırmak gerekir. Çünkü Türkiye’de askere karşı sivil itaatsizlik ve karşı koyuş bir ilktir ve bu yeni bir bilincin kökleşmesine yarayacaktır. Darbelere, şiddete, zorbalığa karşı, demokratik ve barışçıl kitle eylemleri, sivil itaatsizlikler ve kitlesel karşı koyuşlar geleceğe miras olacak şekilde akılda tutulmalı ve bu yeni kültür, bu ortak bilinç, bundan böyle her an zinde tutulmalıdır.
Kuşkusuz ki bu eylemler üzerinden kitlelerle bağ kurmak, temas etmek ve yeni ilişkiler geliştirmek için yeni olanaklar ve fırsatlar da doğmuştur. Bu olanaklardan yararlanmak için demokrasi güçleri kitle eylemlerine seyirci kalmamalı bu kitle iradesini önemsemeli, yanlış yollara savrulmasını önlemeli ve doğru mecralara kanalize etmenin yollarını bulmalıdır.
Son kitlesel olaylar da gösteriyor ki en can alıcı sorunları bile demokratik yollarla çözme olanağı var ve bu yol en doğru olan yoldur. Barışçıl ve demokratik eylemler savaşı, şiddeti ve zorbalığı geriletmenin en doğru yoludur.
Demokrasinin kökleşmesi için halkın ona sahip çıkması ve onu koruması gerekir. Bu günkü tabloya bakıp ”dinci” gösteri gibi ucuz betimlemelere gitmek yeterli değildir. Öyle bile olsa bu eylemleri değersiz göstermek doğru değildir. Çünkü Dünyanın bir çok yerinde, örneğin Hıristiyan demokratlar ve Yahudi demokratların varlığı tedirginlik yaratmadığı gibi, pekala Müslüman demokratların varlığı da tedirginlik yaratmamalı, tersine memnuniyet yaratmalıdır. Ancak bu eylemlerin giderek bir siyasal anlayışa ve iktidara destek biçiminde politize hale gelmemesi gerekir. Bu eylemlerin siyasal fetişler ve kültler yaratmaması için gerekli önlemler alınmalıdır.
Hal böyle iken son darbe kalkışmasının askeri bir cuntaya dönüşmesini engelleyen kitle eylemleri ve ortak davranış bilinci olmamış olsa darbe başarılı olacaktı. Darbe başarılı olsaydı “darbeciler” de ” gizli” kalmamış olacaktı. Askerler harekete geçtikleri anda piyasadan kayıp olan kimi “yüksek rütbeli” askerler belki yönetimin başına geleceklerdi.
Eniştesinden darbeyi haber aldığını kamuoyuna duyuran Cumhurbaşkanına MİT’in neden zamanında bilgi vermediğinin nedeni de anlaşılacaktı. Kimi gizli ajandalar açığa çıkacaktı. Bu kuşku uyandıran durumların varlığı bile düşündürücüdür. Kim bilir, ABD ve Avrupa ülkelerinin darbeye ilişkin yorumlarının gecikmesi de belki bu kuşkulardan ötürüdür.
Dikkat çeken bir diğer durumda şudur. : Bölgedeki PKK eylemleri, barikat ve hendek savaşları da PKK’nin “eylem kes” tavrı ile, darbe kalkışması günlerinden başlamak üzere bir hafta boyunca durdu. PKK’nin böyle bir zamanda eylemlerini durdurması da manidardır. Bu durumu PKK kitlesi sorgulamalıdır.
Hükümetin bu darbe kalkışması sonunda ülke genelinde “OHAL” ilan etmiş olması da başka bir kaygıyı doğurmuştur. ” Demokrasiyi korumak adına ” böyle bir yönteme baş vurduğunu ileri süren iktidar, bunun bir “sıkıyönetim” olmadığını ve halkın “demokratik hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik” olmadığını açıklamış olması pek de inandırıcı değildir. OHAL’in kendisi zaten “olağanüstü” bir durumu çağrıştırmaktadır. Her şey normale dönmüş ve kontrol altına alınmışsa peki öyleyse OHAL ne için ya da kimler için gerekli. ? Endişe bu yöndedir.
OHAL pekala da “sıkı” bir yönetim tarzıdır. “sıkıyönetim”den tek farkı askerlerin değil devlete bağlı bürokratların geniş yetkilerle donatılmasıdır. Elbette ki bu geniş yetkilerin kullanılması için de kolluk kuvvetleri her an için “teyakuz” durumundadır. Bu nedenle OHAL de darbe gibi demokrasi dışı bir yönetim biçimidir ve hoş görülmesi düşünülemez.
Ne darbe ne de OHAL demokrasinin dostu değildir. Her ikisi de demokrasiyi yaralayan, kısıtlayan “sıkıyönetime” boğan yöntemlerdir.
OHAL olağan olmayan bir haldir. Böyle hallerde demokrasi kimsenin umurunda olmaz. Çünkü bu tarz yöntemler hukuksuzluğu, demokrasiden uzaklaşmayı, kısıtlama ve keyfiyeti meşru görmeyi beraberinde getirecektir.
Darbe girişiminin akabinde, bu gün görünen o ki, devlet bürokrasisi yeniden şekilleniyor. On binlerce kamu görevlisinin işten el çektirilmesi ya da kovuşturmaya tabi kılınması onu göstermektedir. Bu yeni şekillenmeye gidilirken devlet bürokrasisinin “tek taraflı” şekilleneceği endişesi de mevcut. Hakim ve savcılardan tutun da öğretmen ve memurlara toplumun hemen bütün kesimlerinden bir çok insan “ FETÖ/ PDY” terör örgütü ile bağlantıları gerekçe gösterilerek iş ve/veya meslekten el çektirilmektedir. Bu operasyon ne kadar haklı ve adildir bu bile başlı başına yeni sorunlara neden olacaktır. Tutuklanan bunca insanın yargılanması uzun bir süre alacağa benziyor. Bu da OHAL’in kolay kolay sonlandırılarak normal hale dönüşün uzun süreceği kanısını güçlendirmektedir.
Sonuç olarak en kötü yönetim olağanüstü yönetimlerden, en kötü hukuk hukuksuzluktan, en gevşek yönetim sıkıyönetimden ve en kötü demokrasi de darbelerden daha iyidir.
Bu nedenle bir kez daha diyoruz ki:
NE DARBE, NE OHAL NE DE SIKIYÖNETİM. TEK ÇARE ÇOĞULCU DEMOKRATİK SİSTEM
|
|
|
|