‘Hakli siddet’, iç siddet ve Stalin’in kedi-fare oyunu
Devam ediyorum, bazi köklü sol inançlari sorgulamaya. Diyelim ki hâlâ ‘hakli siddet’ teorisine bagli; bunu programlamis, varliginin belkemigi haline getirmis bir örgüt var. 8 Mart yazimda bes soru sormustum; biri suydu :
(3) Bu ‘hakli siddet’ o örgütün içine nasil vurur ve kendi kendini nelere maruz birakir ?
Dâvânin genisligine bagli olarak, disiplin saglamak görece kolay olabilir, ama gene de acimasiz bir disiplindir bu; ‘iç suçlu’larini asla bagislayamaz. Ikinci Dünya Savasinin Dogu cephesinde, örnegin, Alman saldirisina karsi Sovyet savunmasi, esi görülmedik derecede sert kosullarda geçti; Nazizmin Yahudiler kadar Slavlari da asagilayan irkçi siddeti, karsisinda benzer bir siddet yaratti. Bu da, zaten Stalin’in hükmü altindaki Kizil Ordu’nun iç iliskilerini büsbütün cehenneme çevirdi; her askerî/lesmis kurumda görülebilecek üst-ast zorbaligini olaganüstü boyutlara vardirdi.
Vahset sadece fiziksel vahset degildir; duygusal vahset diye bir sey de var, kedinin yemeden önce aviyla oynamasi, illâ gücünü ona hissettirmesi, onu çaresizlestirmesi gibi; Stalin’de hep böyle bir boyut göze çarpiyor. Sovyetlerin en iyi stratejistlerinden Konstantin Rokossovsky’yi alalim. Stalin’in orduya yönelik Büyük Tasfiye’sinde, 1937’de o da tutuklandi. NKVD iskenceleri sirasinda dokuz disini yitirdi, üç kaburgasi çatladi, ayak parmaklari çekiçle ezildi ve bütün el tirnaklari kerpetenle tek tek söküldü. Gene de dayandi ve ‘itiraf’ etmedigi gibi, mahkemeye çiktiginda, ‘Polonya casusu’ oldugu yolunda aleyhine ifade verdigi iddia edilen subayin tâ 1920’de, Iç Savas sirasinda ölmüs oldugunu ispatlamayi da basardi. Her nasilsa hayatta kalan çok az sayida kidemli subaydan biri oldu.
22 Haziran 41’de baslayan Barbarossa Harekâti, yetenekli komutanlarinin yüzde 90’i Stalin tarafindan budanmis orduyu müthis bir zaaf içinde yakaladiginda, Rokossovsky apar topar göreve çagrildi ve Eylül 41’de, tamami ‘ceza taburlari’ndan (kaçakliktan hüküm giymis veya Gulag kamplarindan çikarilip eline silâh verilmis erlerden) olusan 16. Ordunun basina atandi. Wehrmacht’in ceza taburlarinin kopyasiydi bu uygulama; o kadar ki, adlari bile ayniydi : Strafbattalion (Alm), shtrafbats (Rus). Simdi siki durun : bu tâyin de sahsen Stalin tarafindan, birlikte katildiklari bir toplantida, Almanlara Moskova yolunu kapama göreviyle birlikte, Rokossovsky’nin yüzüne karsi teblig edildi. Bu arada Stalin, kendisi de dört yilini Gulag’da geçiren Rokossovsky’nin, bir Gulag kaçkinlari ordusu için ideal komutan oldugunu belirtmekten; hattâ Rokossovsky’nin (Stalin’in NKVD’cilerine borçlu oldugu) ‘tirnaksizligi’na herkesin içinde tebessümle, espri yollu dikkat çekmekten geri durmadi.
Simdi bu düpedüz âdilik degil de nedir ? Lâkin bu kisisel zulüm ve asagilama, sürekli yerini ve haddini bildirme sehvetini, Stalin’in baris zamanindaki ‘insan iliskileri’nin gayri insanîliginde de görüyoruz. New York Review of Books’un 12 Ocak 2012 tarihli (LVIII/321) sayisinda Orlando Figes, John Hodge’un yeni Collaborators (Isbirlikçiler) piyesinden yola çikarak, Sovyet yazar ve entellektüellerine nasil boyun egdirildigini, nasil yalvartildiklarini ve yerlerde süründürüldüklerini yazmis. Ikide bir resmî ideolojinin bombardimanina tutulan Mikhail Bulgakov, kendini öldürmekten de söz ettigi, uzun ve perisan bir mektupla, tiyatroda önemsiz roller, ya da basit bir sahne isçiligi için bile ricaci oluyor Stalin’den. Diktatör 18 Nisan 1930’da telefon ediyor Bulgakov’a (dört gün önce Mayakovsky intihar etmis; belki de benzer bir intihar artik fazla tatsiz kaçacak). Önce, yurt disina gitme talebini geri aldirtiyor; ‘bizden bu kadar çok mu sikildiniz ?’ diye sitem eder gibi yaptiginda, Bulgakov’un akli basina geliyor ve hemen ‘bir Rus yazari ülkesi disinda yasayamaz’ cevabini verip Stalin’in ‘dogru’suna mazhar oluyor. Sonra Bulgakov Stalin’in talimatiyla bir dilekçe daha yaziyor ve piyesleri tekrar sahnelenmeye basliyor. Inisli çikisli bir on yil geçiyor ve Bulgakov gene gözden düsmüsken, 10 Mart 1940’ta ölüyor. Ama piyesinde Hodge çok önemli bir cümleyi sikistiriyor araya; bir noktada Stalin, ‘Bulgakov mu ? Evet, biz onu bile egittik. Ezdik onu; kim olsa ezebiliriz’ diyor. Figes da Stalin’in ‘Bizim gücümüz Bulgakov’u bile egitip bizim için çalistirabilmemizde yatiyor’ ifadesinin gerçek oldugunu dogruluyor.
Figes’in Stalin’in nasil ‘hükm’ettigiyle ilgili son öyküsünün tanigi, ünlü, çok ödüllü Sovyet yazari Simonov. 1952’de Kremlin’de, o yilin Stalin Ödülü için son karar toplantisi. Zlobin’in Stepan Razin romani etrafinda görüs birligi olusmus. Derken Malenkov, Zlobin’in ‘lekeli’ savas sicilinden söz ediyor, Almanlara teslim oldu diye. Herkes biliyor ki bu yalan; aslinda Zlobin, atildigi toplama kampinda bile gizli bir direnis grubu kurmus olan tam bir kahraman. Ama itiraz kimin haddine; ortaliga bir ölüm sessizligi çöküyor.
Derken Stalin kalkiyor ayaga; yerlerinde çit çikarmadan oturan Politbüro ve Yazarlar Birligi üyelerinin etrafinda bir tur atip, kendi kendine konusurmusçasina ‘Peki, affedelim mi bu adami, affetmeyelim mi’ diye soruyor ortaya. Bir tur atiyor ve gene soruyor : ‘Affedelim mi, affetmeyelim mi ?’ Üçüncü turda bir daha soruyor : ‘Affedelim mi, affetmeyelim mi ?’ Ancak üç tur sonundadir ki kendi cevabini kendisi veriyor : ‘Affedelim gitsin.’
Simonov bunun basindan itibaren Stalin’in tasarladigi bir mizansen oldugunu; Zlobin’i de onun aday gösterdigini, Malenkov’u da onun fistikladigini; Zlobin’i savunmaya cesaret eden çikmayacagini da bildiginden, bütün amacinin ‘bakin, insanlarin kaderi yalniz ve yalniz bana bagli’ mesajini vermek oldugunu kaydediyor.
Halil Berktay-Stalin aynasinda Öcalan
Dünkü Stalin örnegi, çesitli ‘hakli siddet’ katmanlarini içermekte. Bizatihî en alttaki ‘proletarya diktatörlügü,’ hukuk devleti diye bir sey tanimiyor. Karsi-devrim tehlikesi varsa, her türlü keyfîlik de mesru. Üzerine, Stalin’in ‘ikinci devrim’inin, çaga yetismek ugruna, toplumu anormal bir cebrî yürüyüse zorlamasi biniyor. Üzerine, Nazizmle cepheden, gögüs gögüse bogusma zarureti biniyor.
Dördüncü kertede, Stalin’in karakteri de bunlardan bagimsiz degil. Baglamdir ki böyle kisilikleri öne çikariyor. Güçlü, hasin, müstebit bir ego varsa var. Kendi programini olusturup, ister ülke, ister parti, ister silâhli örgüt (ya da birkaçi, belki hepsi) ölçüsünde basa geçince, artik çevresiyle iktidar iliskisi disinda hiçbir iliskisi kalmiyor. Insanî özellikleri vardiysa bile siliniyor. Insan olmadigi ölçüde lider olabiliyor.
Son aylarda, hem Yirminci Yüzyil derslerim için, hem de vatandas kimligimle bu sorunlara kafa yordugumdan, Hitler, Stalin ve Miloseviç gibi, programlari ve yönetim tarzlari itibariyle anti-demokratik liderler hakkinda bir yigin seyi ya tekrar veya ilk defa okuyorum. Hemen göze çarpan bir nokta, hiçbirinin vicdani olmamasi. Nitekim hiçbir hatâyi üzerlerine almiyor, asla özür dilemiyorlar. Tersine, daima baskalari günah keçisi. Liderlik efsanesi yanilmazlik üzerine kuruluyor. Tek bir geri adim, tek bir yanlisin itirafi, karizmayi çizdirecek bir zaaf olarak görülüyor.
Kendi paradigmatik körlügüm yüzünden yirmi yil yaninda yer aldigim, simdi adini bile telâffuz etmek istemedigim biri de böyleydi aslinda. Belki onu bir süre, bir nebze kurtaran, sadece sinirli iktidar alani, elinde reel güç bulunmamasiydi. Masaldaki kurbaga gibi sisinerek öküz olma ihtirasi, sonunda Ergenekona götürdü. Darbe yapsaydi neler çekerdik, düsünmek bile istemiyorum. Su, ulusalciligi destekleyen, Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet’teki bir kisim köse yazarlari var ya. Neye arka çiktiklari (kullanmaya kalktiklari), oysa basarisi halinde ahde vefa tanimaksizin kendilerinin de baslarina neler gelebilecegi hakkinda, en küçük bir fikirleri yok aslinda.
Oysa bunun basit bir ölçüsü, Silivri’den dönüp Imrali’ya bakmak. Bazen, PKK’nin bir tür Kürt Kemalizmi oldugu söyleniyor. Yanlis degil. Ama tersi de varit. Öcalan’in ciddî bir silâhli güç kurup yönettigi örgüt ve etrafina ördügü ‘insan’ iliskileri, bir bakima, küçük ve sisman Türk Mussolini’lerinin yapmak isteyip yapamadiklarini da simgeliyor. Kuskusuz su kayitla : bir ‘hakli siddet’ örgütü, programi ve siyasal çizgisinin, gerçeklige aykiri düstügü ölçüde, içerdigi teorik zorlama da o kadar artar ve sonuçta bu, iç iliskilerine katlanarak yansir. PKK nasyonal sosyalist isçi partisinden büyük ama Sovyetlerden çok küçük. Dâvâsi da, Kürtlerin gördügü olanca zulme karsin, giderek anakroniklestigi için (çaginin tipik anti-fasizmi olan) Sovyetlerin kendilerini savunma dâvâsina kiyasla, mânen çok küçük. Hele son birkaç yilda, baris beklentisinin büyümesine karsin tekrar ‘halk savasi’na yönelmek, bu ruhsal ‘küçülme’yi daha net, askerîlesmeden vahsilesmeye (militarization to brutalization) geçisi daha tahammül edilmez kildi.
Gelgelelim bu benim için böyle de, bir yigin baska solcu ve/ya eski solcu içinse pek böyle degil, korkarim. Stalin’i artik bilip anladigina, Stalinizmi yüzde yüz reddettigine inandiginiz, hattâ Muaviye’nin Islâmi yoldan çikarmasi gibi Stalin’in de sosyalizmi yoldan çikardigini yazip çizen insanlar bile, asagi yukari ayni töreleri, siyasal kültür kodlarini ve uygulamalari, PKK ve Öcalan örneginde görmezden geliyor; bu gibi tatsiz konulara hiç deginmeksizin, PKK’yi genel olarak Kürt halkiyla özdeslestirerek zihinsel ve duygusal himaye altina aliyor; legal örgütlerine ‘her seye ragmen’ çesitli krediler açabiliyorlar.
Niye gözlerini açip gerçege cepheden ve dosdogru bakamiyorlar, bilmiyorum. Neden PKK’nin ‘hatâ’larindan istisnaî bir seymis gibi söz ediyorlar, iç siddet söz konusu olunca ? O iç siddet, ‘hakli’ dis siddetin zorunlu sonucu degil mi ? Bu denli militarize bir örgüt ve çizgi, çesitlilik ve elestiriye normal, barisçi örgütler gibi normal, ilimli bir tepki verebilir; ‘ajan’ ve ‘hain’ diye kestirip atmayabilir; böyle ‘ajan’ ve ‘hain’lere de savas halindeki herhangi bir ordudan farkli ‘ceza’lar kesebilir mi ? Faraza ‘demokratik özerklik’ belgesinde somutlanan ‘despotik egilim’lerden söz ediyorsunuz simdi simdi ‘ya ne bekliyordunuz; son âna kadar mi izlemediniz, bu kati otoritarizmin nasil insa edildigini ? Gün oluyor, DTP ve BDP ile hasir nesir olmus gazetecilerle konusuyorum; hepsi, Kürt milletvekillerinin Imrali’dan ne kadar korktugunu anlatiyor. Neden acaba ? PKK tehdit ettiginde pek ses çikarmadiginiz Orhan Miroglu, Öcalan’in sorguladigi ‘hain ve ajan’lari infaz yetkisini mutlak surette kendi tekelinde tuttugunu yazdi geçenlerde (8 Mart : Hakikatin bedeli). Semdin Sakik’in sorgusu sirasinda elpençe divan durdugu ve Öcalan’i tasdik etmek disinda hiçbir tepki göstermedigi örnegini verdi.
Düsünüyor muyuz, bütün bunlarin anlami üzerinde ? Benim gibi sizlerin de solda bunca yillik tecrübeniz var; neden beceremiyorsunuz Stalin aynasindaki Öcalan’i görmeyi ? ‘Önder Apo’ Stalin’in Rokossovsky ile, Bulgakov’la, Zlobin’le oynadigi gibi oynamamis mi astlari ve çevresiyle ? Insanlarin ruhunu ayni yolla ezmemis, biat ettirmemis (ve bazen, boyun egdirttikten sonra da öldürtmemis) mi, nice eski Bolsevik gibi ? Kürt halkinin haklari sakli dursun. Hangi demokrasi mücadelesine, ne gibi bir katki bekliyorsunuz bu örgütten ?
———————————
Taraf-15 Mart
Halil Berktay