Makale

Ikinci iddia : 12 Eylül’de Solun sorumlulugu yok mu

Osmanli-Türk modernlesmesinde bu hep vardir : biraz durup düsünmek yerine su veya bu ‘âcil durum’a çare bulmaya çalismak. Eh, baslarindan kriz de eksik olmaz. Yunanlilar ayaklanmis; Ibrahim Pasa’nin Misir ordusu Anadolu’ya girmis; Ruslar Plevne’de; vergiler yetersiz; topçu zâbiti trigonometri bilmiyor. Ne gibi önlemlere basvuralim; derhal ne alalim Bati’dan; hangi cepheye kosalim ? Hele su vartayi atlatalim da, gerisi allah kerim. Bu dar pratikçi arayis içinde okkanin altina gidenler de vardir kuskusuz : contemplation (tefekkür), reflection (derin düsünme), introspection (içe dönüp kendine bakma).

Ne ilginçtir : bu özellikleri Osmanli elitleri, sonra Ittihatçilar ve Kemalistler tanimadigi gibi, sosyalist sol da pek tanimaz. Siyasette zit görünürler ama kültürel planda hepsi ayni havayi solur. Modernist Türk milliyetçiliginin ‘yetismeci’ telâsi herkesi yörüngesine çeker. ‘Hâkim sinif’lar da, karsitlari da ‘ne yapmali’ derdine düser ve mars marsli bir hizlandirilmis modernizasyonu (sirf terimlerini degistirerek) içsellestirir. Sol ayni acelecilikle, ayni sig pragmatizmle ‘durum ve görevlerimiz’i saptayip âcil eylem çagrilarinda bulunur.

Iste böyle böyle, sosyalizm tartismasi ve alt-tartismalarina dönmüs oluyorum. Nabi Yagci’nin 4 Subat’ta kisa bir özetini verdigim görüslerinde dikkatimi çeken, birseyleri fazla desmemeye, mazur göstermeye çalismasi. En basta, yer yer kestirmeden ‘Kürtler’ dedigi radikal Kürt hareketine böyle bakiyor; giderek derinlesen ayriligimizin kaynagi da bu zaten. Ayni fark Solun tarihi için söz konusu. Örnegin Nabi Yagci Sovyet tecrübesine de fazlasiyla hayirhah yaklasiyor. Yazilarinda, insanlik için hâlâ bir sosyalizm ve komünizm gelecegi hayal ettigini söylüyor; televizyon programlarinda, Sovyetler Birligi’nin sosyalizm mirasi açisindan ‘olumlu’ derslerini silip atmamak gerektigini (bilge bir eda ve genel lâflarla, ama tek bir somut örnek vermeksizin) tekrarliyor.

Ayni yüzeyselligi, Solun 12 Eylül’deki sorumlulugunu sinirli örneklerle geçistirirken de gösteriyor. Geçtigimiz yirmi küsur yilda Sol, 12 Eylül’le, 12 Eylül’deki payiyla, 12 Eylül’de basina gelenlerle bir türlü yüzlesemedi. Olup biteni ‘devlet geldi, bizi ezdi’ye indirgedi. Alper Görmüs’ün belirttigi gibi, kendi maruz kaldigi zulmü anlatmanin ötesine geçemedi. Devletin o saldirisini da adetâ dogallastirdi : Amerikan emperyalizmi ve isbirlikçileri, zaten tabiatlari geregi böyle yapar, her firsatta halka ve bize saldirirlar. Ama o zaman dahi, firsat verip vermemek diye bir sey yok mu ? Hayir, bu soru dahi sorulmadi. Hiçbir örgüt veya fraksiyon, 1980 öncesindeki ideolojisini, durum tahlilini, pratik faaliyetini bir bütün olarak masaya yatirip sorumlulugunu almadi. Teorisiyle ve pratigiyle siddet, sifir özelestirisi yapilarak geçistirildi. Örnegin Dev-Genç türevi örgütler, ‘devrimci siddet’ veya ‘siddete dayali devrim’ ilkesini genel planda ne kadar benimseyip revizyonist olmamanin ölçütü saydiklarini hatirlamak yerine, sadece Ülkücü fasistlerin saldirilarina karsi mecburen mesru savunma yaptiklarini öne sürdüler. Herkes devleti nasil, ne ölçüde boyölçüsmeye çagirmis oldugunu unutuverdi.

Ayni seyleri simdi Nabi Yagci da yapiyor ‘ama Dev-Yol mirasina yaslanan ÖDP’nin ziddi bir gerekçeyle. Malûm; ÖDP ve benzer ‘sol’ kesimler 12 Eylülcülerin yargilanmasi kadar net bir demokrasi kazanimina dahi bir türlü sevinemediler. Çünkü referandumdaki ‘hayir’ciliklarinin yanlislanmasinin ötesinde, iddianamedeki Sol elestirisi de canlarini sikti. Alper Görmüs bunu, iddianamenin Solun ne kadar kullanilmis oldugu vurgusunun, Dev-Yol’un o zamanki ‘devrimci durum’ tahlilini nakzetmesiyle açikliyor.

Bundan pek emin degilim; bana kalirsa, sübjektif anlamda kullanilip kullanilmamanin ötesinde, bu tür ‘sol’culuk o dönemde neler yaptiginin (yaptigimizin) hatirlatilmasini ve dolayisiyla bunun 12 Eylül’e nasil yaradigini düsünmek zorunda kalmayi istemiyor. Nabi Yagci ise, bu genel provokasyon teorisinden (en azindan, kendi örgütünü ilzam etmedigi sürece) pekâlâ memnun. Isin içinde devlet vardiysa Sol hiçbir sekilde sorumlu tutulamaz, diyor düpedüz. Bazi alt argümanlari da var. Solun hangi özelliklerinin provokasyon için elverisli bir zemin olusturduguna zerrece deginmiyor. Siddete karismayi saldirilara karsi birkaç tabanca bulundurup bulundurmama ile sinirliyor; bunun ötesinde, teorilestirilmis bir siddet yanliliginin Avrupa Solu kadar marjinal oldugunu iddia ediyor.

Nabi Yagci, ‘gosizmi’ reddeden TKP’yi bütün Sol veya Solun ezici çogunlugu gibi mi görüyor, nedir ? Dahasi, silâhli veya silâhsiz maksimalizm problemine hiç deginmiyor. Dev-Yol ‘devrimci durum’ tahlilinde yalniz degildi. Kimse, MHP’nin sokaktaki pleb fasizmi ile geride bekleyen patrisyen fasizm arasinda bir ayirim gözetmiyordu. Esasen kimse, Türk devlet bonapartizmini simdiki gibi, Ittihatçi, otoriter, modernist-milliyetçi ideo-kültürel geleneklerinin göreli özerkligi içinde degil, hep bir sinif indirgemeciligiyle degerlendiriyordu. Kismen bu nedenle de, (detantin izole ettigi sanilan ‘tekelci burjuvazi’ye karsi) herkes taarruzî havalardaydi. Nitekim TKP de kibirli gövde gösterileri, ‘DGM’yi ezdik, sira MESS’te’ gibi sloganlariyla ayni fütursuzluga kapilmis gidiyordu.

Herseyin özeti : TKP dahil Sol, öyle özel bir jargonla da degil, herkesin anlayabilecegi bir ‘normal politika’ diliyle demokrasiyi ve orta yolcu uzlasma icaplarini savunmuyor; tam tersine, böyle her merkezci uzlasma olasiligini yoketmeye çalisiyordu. Devlet provokasyonu bu zeminde basarili oldu. Demokratik bir Sol olsaydi, 12 Eylül mümkün degildi.

—————————————————–

11 Subat

Halil Berktay

Back to top button