Türkiye soluna soldan bakmak
Tarihsel, sosyal, politik nedenlerin bir sonucu olarak, Türkiye’de sol hareketin politik arenanin bir aktörü olarak ortaya çikisi görece geç oldu. Sosyalist hareket ancak 1960’li yillarin ortalarina dogru politik, ideolojik bir aktör olarak etkili olmaya basladi. Bu durumun gerisinde elbette Türkiye’nin emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir sosyal formasyon olusunun rolü vardi ama bu, ‘gecikmenin’ asil nedeni degildi. Esas itibariyle 1915 ve sonrasinda Ermeni, Rum ve diger Hristiyan unsurlarin tasfiyesi, önemli bir kaynagin kurutulmasi anlamina geliyordu. Zira, ilk sosyalist örgütlenmeler daha çok basta Ermeniler olmak üzere, Müslüman olmayan unsurlar arasinda filizlenmekteydi. Ikincisi, 1923 sonrasinda rejimin tek parti diktatörlügü altinda bagnaz bir otokrasiye dönüsmesi, sol muhalefet de dahil, her türlü muhaletin varlik nedenini ortadan kaldirmisti. Bu durum 1946-50’den sonra ‘çok partili sisteme’ geçisle bir degisiklige ugramadi. Esasen ‘çok partili sistem’ denilen, bir retorikti, reel bir karsiligi yoktu. ‘Demokrasiye geçis’ otokratik rejimin partisi olan CHP içinden DP’nin çikarilmasindan ibaret bir manipülasyondu. Zira düsünce ve örgütlenme özgürlügü alaninda bir ‘yenilik’ söz konusu degildi. Ayni sekilde yasakçi mevzuat ve zihniyette de bir esneme söz konusu degildi. Sadece ‘devletin istedigi’ partiler kurulabiliyor ve yasamasina izin veriliyordu. Zaten Demokrat Parti [DP] de bir ‘muvazaa partisi’ olarak kurulmustu. Kuranlar ve kurduranlar mâlumdu. Elbette yeni durumun önceki dönemden bir farki da vardi. Kemalist otokrasinin geçerli oldugu 1923-50 döneminde [Ismet Inönü dönemi de dahil] devlet, hükümet, parti bütünlesmesti. Bu üçü iç içe geçmis durumdaydi. 1946-50 sonrasinda devlet partisi sayisi ikiye çikti. Fakat ikinci parti ‘asil iktidar odagi olan ve ülkenin kaderini elinde tutan, benim asil devlet partisi dedigimin ‘taseronu’ olarak islev görecekti. Asil devlet partisi, taseronun kendisine taninan siniri astigini düsündügü durumlarda, ya da ‘yeni dezenleme gerektiginde’ bir darbeyle araci ‘rotasina’ sokuyordu. Nitekim, 1960, 1971, 1980 darbeleri taseronlarin kendilerine taninan siniri astiklari düsünüldügü için yapilmisti.
Elbette yasaklarin her kosulda etkili olacagi diye bir kural yoktur. 27 Mayis 1960 askerî darbesinden iki yil sonra [1962], bazi sol yayinlarin [ Yön dergisi gibi] çikmaya baslamasi ve bir grup sendikaci tarafindan Türkiye Isçi Partisi’nin kurulmasi [1962] ve 1965 sonrasinda ögrenci gençligin radikallesmesiyle, sol hareket ilk defa ülkenin sosyal ‘politik yasamina etkili bir aktör olarak dahil oluyordu. Gerçi 1920’li yillardan beri Türkiye Komünist Partisi [ TKP] varligini sürdürüyordu ama bütün bu zaman zarfinda kayda deger bir varlik gösterememisti. Bir tür ‘diyaspora örgütü’ olarak varolmus, ülke içinde yeteri kadar kök salmayi basaramamis ve tabii etkili bir politik aktör de olamamisti. Bunun baslica nedeni, TKP’nin kurulusundaki terslikti. Nitekim TKP içerde degil disarda kurulmustu. Ve tüm diger III. Enternasyonal [Komintern] komünist partileri gibi, Sovyetler Birligi’nin her dönemdeki politikasinin hizmetine kosulmustu. Sovyet devriminin yozlasip, Stalinist otokrasiye dönüstügü kosullarda Komintern de artik Sovyetler Birligi Devleti’nin diplomatik bir manipülasyon aracina dönüsecek ve kurulus amacina ve varlik nedenine yabancilasacakti. Böylesi bir ortamda TKP’nin Kemalist otokrasiye karsi izleyecegi politika, Moskova tarafindan belirleniyordu. Kaldi ki, daha kurulus asamasinda TKP, Mustafa Kemal’e ve onun liderliginde yürütülün siyasete açik destek vererek kendi yolunu kapatmisti. Milli Mücadele denilen ama aslinda Yunanlilara karsi sinirli bir ‘savunma savasi’ olan hareketin anlamini kavrama konusunda yetersiz kalmisti. Bu hatanin bedeli de çok agir olmus, Parti’nin Lideri Mustafa Suphi ve diger 15 parti yöneticisi hunharca katledilmislerdi… Zaten Moskova’nin ‘devlet çikarlari’ politikasina göre rota degistiren bir partinin basarili olma sansi olmazdi.
1960’li yillarin ortalarindan itibaren solun yükselise geçtigi kosullarda, sosyalizm konusunda tam bir ideolojik-entellektüel bosluk söz konusuydu. Hareket yükselise geçtiginde ve kitleler nezdinde yanki buldugunda, baslica iki zaaf söz konusuydu. Birincisi, sosyalizm konusunda entellektüel birikim son derecede yetersizdi. Genel anlayis sosyalizmi bir ‘kalkinma’ sorunu olarak algilama yönündeydi. Baska türlü söylersek, sosyalizm ‘farkli bir toplumsal düzen’ veya ‘baska bir sey’ olarak degil de, kalkinmanin daha etkili ve hizli yolu olarak ‘anlasiliyordu’… Batiyi yakalamanin kestirme yolu olarak görülüyordu. Dolayisiyla sosyalizimin teorik mirasindan haberdar olmama gibi bir zaaf söz konusuydu. [1963 veya 1964 kisi olacak, bütün bir gün Ankara’nin tüm kitapçilarini dolasip, sosyalizmle ilgili kitap aradigimda, sadece bir Ingiliz Isçi partisi üyesi tarafindan yazilmis, üstelik sosyalizmle de pek ilgili olmayan bir brosür bulabilmistim…]. Bagnaz yasakçiligin kural oldugu kosullarda bu sasilacak bir sey degildir elbette… Ikincisi, isçi sinifi cephesinde de köklü bir mücadele gelenegi mevcut degildi. 1946 sonrasinda çok sayida sendika kurulmus ve 1952’de de TÜRK- IS Konfederasyonu kurulmus olsa da, bir isçi sinifi mücadele geleneginden söz etmek zordu [zaten sendikalar grev ve toplu sözlesme haklarindan mahrum örgütler olarak, bir bakima içi bos midye kabugu gibiydiler…]. Isçilerin sendika çatisi altinda toplanan kesimi önemli olsa da, TÜRK-IS Amerikan ekolünün rahle-i tedrisinden geçmis sendika bürokratlarinin denetimi ve devletin siki gözetimi altindaydi. Ve TÜRK-IS daha çok devlet isletmelerinde örgütlenmisti. Patronu devlet olan isletmelerin isçilerinde bir tür ‘memur bilincinin’ olusmasi söz konusuydu. 1967’de TÜRK-IS’ten kopan DISK bu yapida bir gedik açmayi basarsa da, kendisi de bürokratik yozlasmaya ugramis bir konfederasyon olmaktan kurtulamayacakti… Velhasil sol hareketin üzerinde yükseldigi temel zayifti.
Herhalde Türkiye’de sol hareketinin en temel zaafi, kemalizmle arasina mesafe koyamamasi, o konuda sergilenen aymazlikti. Kemalizmle arasina mesafe koyamamak demek, onun ‘devletçi’ bir sol olmasi demektir ki, bu durum büyük bir ideolojik-entellektüel zaaf olusturuyordu. Nerdeyse tüm sol fraksiyonlar, Türkiye’nin anti-emperyalist ulusal bir kurtulus savasi sonucu kurulduguna dair resmi tarih/resmi ideoloji tarafindan üretilen efsanenin büyüsüne kapilmislardi… Baska türlü söylersek, bizdeki sol hareket, resmi tarih ve resmi ideoloji tarafindan üretilmis safsatalari ve yalanlari, yasanmis ‘gerçeklikler’ mertebesinde görüyordu… Bagnaz resmi tarihin ve resmi ideolojinin sorun edilmemesi büyük bir aymazlikti. Bu, kendini rejimin tuttugu aynada görmek demekti. Kendi tarihine bu ölçüde yabancilasmis bir hareket neyi ne kadar basarabilir? Resmi tarihin ve resmi ideolojinin ürettigi ideolojik safsatalari ve yalanlari içsellestirmis bir sol hareketin rejimle arasina mesafe koymasinin, rejime radikal bir elestiri yöneltebilmesinin ve o tür bir elestiri üzerinden kendini var edip mesrulastirmasinin/kabullendirmesinin yolu daha bastan zaafa ugramisti. Türkiye’de 1960’li yillarin ortalarindan itibaren varlik gösteren sol, sadece dünya sol hareketinin tarihinden degil, kendi öz tarihinden de habersiz olarak ‘politika yapar’ durumdaydi. Rejimin ‘resmi dogrulariyla’ hesaplasmadan burjuva düzenine, kapitalizme, emperyalizme karsi nasil mücadele edilebilirdi? Fakat solu kendi ‘gerçekligine’ yabancilastiran sadece resmi ideoloji degildi. Avrupa-merkezli ideolojik yabancilasmayla da mâlûldü. Bu ikili yabancilasmanin diyalektigi, Türkiye insanini kendi tarihine, kendi geçmisine, kendi gerçekligine, kendi cografyasina yabancilastirmisti. Tabii Türkiye solu da bu yabancilasmanin etkisi altindaydi.. Avrupa-merkezli ideolojik yabancilasmanin etkisi altinda olmak demek, kendisine, kendi toplumuna ve kendi cografyasina Avrupa’dan ve Avrupali ideoloji üreticilerin gözüyle bakmak demektir.
Solun nerdeyse tüm kesimleri bu tür bir ideolojik yabancilasmadan muzdarip olmaktan ötürü, Türkiye’nin yari-feodal ve yari-sömürge bir sosyal formasyon olduguna inanmislardi… Oysa Türkiye ve benzer ülkelerin geçmisinde Bati Avrupa’da oldugu gibi bir feodal sistem hiç bir zaman yasanmamisti. Son bes yüzyillik dünya tarihini yazan Avrupalilar, kendi geçmislerini herkesin geçmisi saymislar ve dünyanin geri kalanindaki ‘diplomali taifeyi’ de [sömürge aydinlarini densin] buna inandirmislardi. Dolayisiyla Türkiye’nin feodal, oldugu tezi, Avrupali tarihçilerin bir tevatürüydü. 1960’li yillarda Türkiye’de geçerli sistemin ‘yari-feodal’ oldugu teziyse, Stalinist otokrasinin maasli memuru ideoloji üreticilerinin bir uydurmasiydi. Bilindigi gibi ‘Stanilist resmi ideoloji’ tüm toplumlarin bes asamadan geçtigini iddia eden bir tarihsel devrim semasi peydahlamisti… Bu yanlis anlamanin kaynaginda da gerekli bir soyutlama olan üretim tarzi [mode of production] kavramiyla, bir sosyal formasyonun o andaki ‘somut durumunu’, ifade eden sosyo-ekonomik formasyon kavramlarindan habersiz olmak yatiyordu. Zira üretim tarzi, tartisma konusu yapilan toplumda o anda geçerli hakim iliskinin ne oldugunu gösterir ve 1960’larin ortalarinda Türkiye’de kapitalist üretim tarzinin hakimiyeti söz konusuydu. Elbette bu baska üretim biçimlerinin, agalik-sihlik gibi kalintilarin var olmadigi anlamina gelmez ama o kadari onun kapitalist sayilmasina engel degildir. Iste soyut bir kavram olan ve hakim iliskileri ifade eden üretim tarzi kavraminin bu zaafini, somut durumu olabildigince tüm çesitliligiyle kavrayan sosyo-ekonomik formasyon kavrami tamamliyor. Türkiye’de özellikle Kürt nüfusun yasadigi bölgelerde pre-kapitalist bir tarz olan agaligin-sihligin varligi, ve ülkenin bazi bölgelerinde kendine yeter tarimsal üretimin hâlâ önemli olusu bu durumu degistirmezdi. Kaldi ki, 15-16 Haziran ‘isçi isyani’, sol tarafindan dillendirilen ‘yari-feodal Türkiye’ tezinin cepheden ve radikal bir yalanlanmasi demeye geliyordu…
Yari-sömürge Türkiye tezine gelince, bu Stalinist solun bir uydurmasindan ibaretti ve Stalinizmle doku uyusmasi olan Türkiye solunun tartismasiz benimsedigi bir seydi. O halde iki sey: Birincisi, Türkiye dünyanin baska yerlerinde oldugu gibi, hiç bir zaman kolonyalist-emperyalist Bati Avrupali güçlerin dogrudan sömürgesi olmamisti. Osmanli imparatorlugu her zaman siyasi bagimsizligini koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasinda da öyleydi. Üstelik 1908 Jön Türk darbesinin ardindan Türkiye ulusal bir devlete dönüsmekteydi. Ekonomik plandaki geriligine ragmen, kendi kararlarini kendi veren bir devletti. Bir tarafta sürekli ve biktirircasina somut durumun somut tahlilinden söz edenler, öte yanda somut durumla ilgisi olmayan tespitler, tahliller yapiyorlardi. Aslinda ortada bir iliski tersligi geçerliydi: tahlil somut durumu yansitmiyor, tam tersine somut durum teoriye uyduruluyordu. Lâkin bu tür ideolojik manipülasyon, sizin kendinizi, belki baskalarini da kandirmanizi saglasa da, bir kiymet-i harbiyesi yoktur.
Elbette ve eger Türkiye’deki sistem yari-feodal ve yari-sömürge ise, o zaman devrim de sosyalist degil, ulusal bir muhteva tasiyacaktir. Yani Milli Demokratik Devrimin gerçeklestirilmesi gerekecektir… Oysa, milli demokratik devrim Sovyetler Birligi tarafindan üretilip, Türkiye ve benzer durumdaki ülkelere ihraç edilmis taktik amaçli bir uydurmaydi. Sovyetler Birligi duruma göre Üçüncü Dünya ülkeleri için stratejiler üretiyordu ve tabii üretilen bu stratejilerin, onlari ithal eden ülkelerin gerçekligiyle uyusmasi gerekmiyordu… Iste, kapitalist olmayan kalkinma yolu gibi… Eger kapitalist degilse o halde nedir denmeyecek midir? Komintern’in yozlasip-bürokratlasip asil amaca ve varlik nedenine yabancilastigi tarihten sonra, dünyanin geri kalanina ne önerilmisse Sovyet devletinin çikarlari gözetilmistir. Netice itibariyle Sovyet kökenli ‘milli demokratik devrim’ tezi, radikallesmis ögrenci gençlik tarafindan kolaylikla benimsendi ve bir dizi ayrismanin temelini olusturdu. Ilk bölünme, Mihri Belli tarafindan temsil edilen Milli Demokratik Devrim [MDD] ile Mehmet Ali Aybar’in lideri oldugu Türkiye Isçi Partisi [ TIP] arasinda gerçeklesti. Onu MDD içindeki bölünmeler izledi. MDD içindeki bölünmeler rahatsiz edici bir hizla ilerliyor olsa da, aslinda hepsinde ortak olan özellikler baskindi. [1970’lerin sonuna gelindiginde fraksiyon sayisinin 40 civarinda oldugu tahmin ediliyordu… Böyle bir ayrisma da, teorik, ideolojik, politik nedenlere degil, patolojik nedenlere dayanabilirdi… ] Baska türlü ifade edersek, birlikte olmalarini gerektiren unsurlar, ayrismalarini saglayanlara açikça baskindi.
Bölünmeler Türkiye’nin gerçekliginden hareketle degil, ekseri disardaki farklilasmalar üzerinden, disardaki tartisma ve deneyimlerden esinlenmenin sonucu olarak tezahür ediyordu… Referanslar hep disariyi isaret ediyordu. Moskovaci, Pekinci, Latin Amerikaci, Arnavutlukçu, vb. Kimse Sovyetler Birligi’ndeki, Çin’deki, Arnavutluk’taki, vb. rejimlerin ne menem seyler oldugunu dert etmiyordu. Söz konusu rejimlerin niteligine dair bir tartisma açmaya yanasmiyordu… Bu durum solun genel bir çerçevede ‘kalkinmaci’ olmasiyla da ilgiliydi. Türkiye Isçi Partisi [TIP] disinda hiç bir sol örgüt isçi sinifiyla bag kurmaya, isçi sinifi içinde çalismaya niyetli degildi. Kimse öyle zahmetli, sabir ve sebat isteyen islere itibar etmiyordu… Türkiye Isçi Partisi [TIP] de isçi sinifi içinde kök salmak için fazla çaba harciyor degildi. Bazi sendika bürokratlariyla temasta olmaktan, sendika bürokratlarini partiye davet etmekten öteye geçemiyordu. Türkiye Isçi Partisi disinda kalan solun tüm fraksiyonlari için zaten isçi sinifinin esamesi bile okunmuyordu… Her biri kestirme yoldan iktidari ele geçirme pesindeydiler… Kimi bunu kir gerillasi yönetemiyle, kimi sehir gerillasi gelistirerek, baskalari ordu içinde bir ayrisma yaratip askerî bir darbeyle… yapmaya çalisiyorlardi. Kemalizmin ne oldugundan habersiz olanlarin Kemalist orduyla devrim yapmaya kalkmasi elbette sasirtici olmazdi ama tam bir aymazlikti. Bir NATO ordusuyla devrim yapmaya kalkmanin ne demek oldugunun anlasilmasi için fazla zaman gerekmedi… Kemalist ordu gerçek yüzünü önce 12 Mart 1971’de, sonra da 1980’de gösterecekti…… MDD’nin teorisyeni Mihri Belli, sadece orduyu degil, devlet bürokrasinin öteki kanadini da devrimin ‘asli unsuru’ sayiyor ve söyle diyordu: ‘ Bürokrasinin kaleleri, Yargitay, Danistay, Yüksek Hakimler Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Tabii Senatörlük müessesi… Bütün bunlar kemalist asker-sivil aydin zümrenin kaleleridir’. [1] Mihri Belli, 1950- 1960 araligini ‘karsidevrim’, 27 Mayis’i devrim olarak gördügüne göre, bürokrasinin yükseklerini de ‘devrimci’ saymasi neden sasirtici olsundu. Eger Demokrat Parti’nin gelisi bir ‘karsi-devrimse’ o zaman 1950 öncesine dönüs de ‘devrimci bir eylem’ sayilacaktir…. Resmi ideolojinin ve resmi tarihin rahle-i tedrisinden geçmenin ne demek oldugu ortada degil mi? Böyle bir sol hareket Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve daha sonra Kibris sorunuyla ilgili ‘düzgün’ bir tavir alabilir, uygun bir yaklasim gelistirebilir miydi? Kendi gerçekligine bu ölçüde yabancilasmis bir sol hareket ne demektir? Böyle bir sol hareketin enternasyonalizm bahsinde sinifta kalmasi kaçinilmazdi. Bu konuda Gün Zileli söyle diyor: ‘Bize su ögretildi: Enternasyonalizm demek bir sosyalist agabey ülkeyi kible almak demektir; enternasyonalizm diye bunu ögrendik. Kible alinan bu ülke, yerine göre Sovyetler Birligi olabilir, o ‘revizyonistse’ Çin olabilir, o da sapmissa Arnavutluk olabilir; o da olmazsa Küba olabilir ama bu ülke, mutlaka hakkinda efsaneler uydurulan, devrim yapmis bir ülke olmalidir…. Iste bu sakat enternasyonalizm anlayisi biz solcu gençlerin oralardan gelen her seyi kayitsiz sartsiz benimsememize yol açti. Milli kurtulusçuluk da esasen buradan geldi [baska nedenleri de var elbette. Örnegin Atatürk kültüne kolayca sirt dayamak isimize gelmisti] demokrasiyi küçümsemek de, profesyonel devrimcilik de, sert, kati disiplinli parti anlayisi da, her sey her sey. Eger bu tür bir üst belirlenme olmasaydi inaniyorum ki, Türkiye solu 1960’larin ilk yarisindaki özgür ve senlikli gelismisiyle çok büyük ve saglikli bir hareket haline gelebilirdi’. [2]
Bir baska zaaf demokrasi sorununa yaklasimda ortaya çikiyordu. Demokrasi burjuva demokrasisi sayilip savsaklaniyordu. Oysa demokrasi sosyalist mücadele verdiklerini söyleyenler için tam bir olmazsa olmazdir… Demokrasi yoksa sosyalizm de yoktur veya ayni anlama gelmek üzere, sosyalizm yoksa demokrasi de yoktur… Demokrasiyi önemseyip içsellestirmeyen bir politik hareket asla sosyalistlik iddiasinda bulunamaz. Ne bir ilke ve pratik olarak ‘demokrasi’ önemseniyor ne de sol örgütler kendi iç isleyislerinde, demokrasiye yasama sansi taniyorlar… Aslinda bu durum sadece Türkiye solunun bir zaafi degildi, tarihsel sol pratik de bu alanda hep bir aymazlik içinde oldu, dolayisiyla demokrasinin önemini kavramada yetersiz kaldi. Oysa, komünist perspektifi esas alan bir sol muhalefet demokrasiyi disladiginda, daha bastan misyonuna ve varlik nedenine yabancilasmis demektir.
Elbette Türkiye’de sol hareketin demokrasiyi dert etmemesinin ‘sinifsal’, tarihsel nedenleri de vardi. Sol hareketin omurgasini üniversite gençligi olusturuyordu. Liderleri ögrenciler arasindan çikiyordu. Üniversitelerse birer ‘sinif’ degistirme yerleridir. Ögrenciler oraya sinif atlama amaciyla gelirler. Zaten aldiklari egitim de onlarda ‘farkli olma’, ‘siradan insan gibi olmama’ bilincini yerlestirecek biçimde kurgulanmistir. Hiyerarsiyi üretmenin, yeniden üretmenin bir geregi olarak… Bu yüzden de egitim süreleri sürekli uzatilir. Zira farkli olma bilincinin yerlesmesi belirli bir zaman gerektirir. Bir kere ‘farkli olma’ bilinci yerlesince, o bilinci tasiyan söyle demeye baslar: Eger farkliysam farkli yasamaya, otorite kullanmaya, yönetmeye de hakkim vardir… Bu yüzden bu kesimden gelen unsurlarin sosyalizm mücadelesine katilimi, ancak bu bilinçle hesaplasildigi durumda ve mücadele içinde bir önem kazanabilir. Bu asamada çelisik bir sorun söz konusudur. Egetimli gençlik hem mücadelenin önemli bir unsurudur, hem de ‘çelisik bir konumda bulunmaktadir… Bu yüzden bu çeliskiyi sorun etmek önemlidir. Sol fraksiyonlarin yönetici kesimlerindeki tavir demokrasiyle bagdasir degildir. Örgütler tipik birer ‘askerî’ isleyis görüntüsü veriyor. Yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ayriminin ve hiyerarsinin bu ölçüde köklü oldugu bir örgüt bu yapisiyla bir seyler basarabilir mi? Eger basarirsa nasil bir rejim kurabilir? Kurdugu rejim neye benzeyebilir? Genel olarak Türkiye’deki sol örgütlerin derin bir bürokratik yozlasmayla mâlûm olduklarinda süphe yoktur. Elbette her zaman ve her konuda oldugu gibi bunun istisnalari olabilir ama mâlûm, ‘istisnalar kurali dogrulamak içindir’ denmistir. Sol içinde siddetin varligi da demokrasiyi özümlememenin bir sonucudur. Kendi içinde siddete basvuran bir sol hareket mümkün degildir. Kendisi gibi düzeni degistirmek üzere yola çikmis ‘kardeslerini’, ‘yoldaslarini’ sadece kendilerinden farkli düsünüyor ve farkli örgütleniyor diye ‘düsman’ olarak görmek ve çatismak hangi sosyalist ilkeyle, hangi sosyalist etikle bagdasabilir? Böyle bir durum geçerli oldugunda, sosyalizm mücadelesi verdigini söyleyen örgütlerin birbirleriyle ugrasmaktan burjuva sinifiyla ve onun devletiyle ugrasmaya pek vakti kalmaz, nitekim kalmiyor…
Bizdeki solun bir baska açmazi da bagnaz ikâmecilik saplantisi ve örgüt fetisizmidir. Devrimi öncünün, profesyonel devrimcilerden olusan örgütün yapacagi saplantisidir. Oysa devrimi sadece halk yapar. Ezilen-sömürülen siniflar yapar. Örgüt veya örgütler devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasinda da rotanin sasmasini, yalpalamalari ve zaaflari engenlleyici bir islev görebilir. Bu yüzden örgüte hak etmedigi degeri vermek, onu bir fetis mertebesine yükseltmek, hem saçma ve gereksiz, hem de tehlikelidir. Aslinda bir seyin fetislestirilmesi söz konusu oldugunda, amaç bir seyleri gizlemektir. Zira örgütü fetislestirmek, örgütün yönetici kesiminin iktidarini mesrulastirmak ve sürdürmek içindir. Bu yüzden bürokratik yozlasmaya ugramis örgütler mutlaka karsi devrimcidirler. Bürokrasi, demokrasinin dolayisiyla da sosyalizmin inkâridir. Bu anlayisin geçerli oldugu yerde, kitle egitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliginden hiç bir sey yapma yetenegi olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafindan adam edilmesi, ‘kurtarilmasi’ gereken pasif bir nesne olarak görülür… Özne öncüdür, örgüttür, her seyin dogrusunu bilen ‘profesyonel devrimcilerdir…’ ‘Isçi sinifinin, ezilenlerin kurtulusu onlarin kendi eseri olmayacak miydi?’
Aslinda solun neden iktidari ele geçirme perspektifine kilitlendigi ve neden nasil bir düzen kurulacak sorusunu sormaya yanasmadigi, yukarda kisaca degindigimiz zaaflar ve yanlislarla dogrudan ilgilidir. Zira nasil bir düzen kurulacak sorusu soruldugunda, o halde oraya nasil gidilecek sorusu da isin dogasi geregi sorulacaktir. Komünist topluma dogru evrilecek yolun baslangici olacak olan sosyalist devrim, demokrasiyi savsaklayarak mümkün degildir. Eger nasil bir toplum düzeni arzuluyoruz, hedefliyoruz sorusu yetkin bir biçimde sorulup-tartisilabilseydi, bu alanda yeterli bir ideolojik-entellektüel netlesme saglanabilseydi, bir dizi tutarsizligi, yanlisi ve yanlis anlamayi bertaraf etmek mümkün olabilirdi.
Herhangi bir olguyu veya sosyal süreci açiklamak için bir dizi neden siralamak adettendir ve gereklidir de, lâkin bu kadari o olguyu veya süreci yetkin bir sekilde anlamak, açiklamak, bilince çikarmak için yeterli degildir. O halde Türkiye’deki tüm zaaflarin gerisindeki asil zaaf nedir denecektir? Asil sorun ‘Tarihsel Solun’ kendi kayanagina yabancilasmasiyla ilgiliydi. Marks sonrasi Avrupa solu Marks’in ögretisine yabancilasti. Marksizm devrimci-teorik özünden arindirildi. Belirli bir esik asildiginda da artik Marksist teori isçi örgütlerinin, sol, sosyalist, komünist partilerin, ‘sosyalist’ denilen rejimlerin ‘mesrulastirici ideolojisi’ haline gelecekti. Sovyetler Birliginde Stalinizmin iktidar olmasiyla da, Marksizm-Leninizm adi altinda dünyanin her yerine ihraç edilen bir ‘resmi ideolojiye’ dönüstürüldü. Oysa bu ihraç ögretinin adinda Marx’in isminin bulunmasi yakisik almiyordu… O tarihten sonra Dünya solu artik III. Enternasyonal solu olarak varoldu ve devrim perspektifine yabancilasip, ‘sosyalizmin anavatani’ sayilan Sovyet Devletini koruyup-yasatmanin hizmetine sunuldu. Iste Türkiye sol hareketinin zaaflarinin gerisinde bu sapma bulunuyordu…
Elbette bunlari söylemek, inandiklari dava ugruna samimiyetle mücadele eden, siniflarin, sinirlarin, sömürünün olmadigi, esitligin, demokrasinin, kardesligin ve özgürlügün egemen oldugu, dogayla uyumlu bir gelecek için gerektiginde hayatlarini bile ortaya koymaktan çekinmeyen, yigit, kahraman, özveri sahibi binlerce, onbinlerce devrimcinin, emekçinin saygideger anisina haksizlik etmek degildir. Tam tersine onlarin bu onurlu, saygi deger mücadelesi, en degerli mirasimizdir. Sosyalizm/ komünizmin yolunda ilerleyenlerin onlara sonsuz minnet borcu vardir… Velhasil bu alanda ögünebilecegimiz sanli bir miras var. Lâkin, yigitlik, kahramanlik, davaya baglilik gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadari basari için yeterli degildir. Dolayisiyla asil basarilmasi gereken politik etkinligi gerçeklestirmektir.
Insanligin komünist toplum perspektifi disinda bir gelecegi yoktur. Bu iki nedenden dolayi öyledir: Birincisi, insanlik sinifsiz toplum idealini ve ütopyasini çoktan gündemine almis bulunuyor. XX. yüzilin sosyalist deneyleri basarisiz oldu diye bu ideale ve ütopyaya elveda demesi mümkün degildir; Ikincisi, bu günkü egilimlerin ve süreçlerin [kör gidisin] her ileri asamasinin artik tam bir yikim demeye geldigi ortadadir. Insanligin gelecegini kurtarmanin yolu vakitlice bu netâmeli sürecin disina çikmayi gerektiriyor ve o yol da kelimenin jenerik anlaminda bölüsmeyi, paylasmayi, esitligi, kardesligi, özgürlügü, demokrasiyi, dogayla uyumu esas alan komünizmden baskasi degildir… Öyleyse yeni bir perspektif olusturma geregi var ki, o da solun ikircikli olmayan elestirisinden hareketle mümkün olabilir…
——————————————————————————–
[1] Mihri Belli, Yazilar, Türkiye’de Karsi Devrim 1965-1970, s. 104-105 [2] Yazarin bize gönderdigi 24 Kasim 2011 tarihli nottan.Fikret Baskaya