Kendi ordusunun işgali altında…
Kemal Burkay
Çetin Altan sık sık Türkiye politikasının
kışla parfümlü siyaset ile cami parfümlü siyaset
arasında gidip geldiğini söyler. Bence, oldukça
yerinde, özlü bir değerlendirme. En azından yüz
yıldır böyle. Bunu süngü ile sarık arasındaki
bir çekişme de sayabiliriz.
Ama aynı zamanda yüzyıldır, ipler kışla
parfümlü siyasetin elinde, ötekiler zaman zaman etkili olsalar
da, bir türlü iktidar olamıyorlar.
Kökleri ve gelenekleri İttihat ve Terakki’ye dayanan
Kemalistler, kendilerini ısrarla batı yanlısı,
çağdaş ve laik sunsalar da, oluşturdukları
sistemin batıyı batı yapan değerlerle
bir ilgisi yok. Türkiye onların yönetiminde ne demokrat
olabildi ne de gerçek anlamda laik. Ne ceket pantolonla, ne
kravatla, ne de mini etekle batılı olunmuyor. Bir
diktatör de, bir faşist de bunları giyebilir. Hatta
günümüz Türkiyesi’nde sarığı atan şeriatçılar
da –en azından erkekleri- pekala kılık kıyafette
tam bir “batılı” olabiliyorlar..
Cami parfümlü siyaset, bu ülkede zaman zaman tehlikeli sayılır
ve yasaklanır, zaman zaman da sisteme destek güç ya da
stepne yapılır. Palazlanıp da doğrudan
iktidara heveslendiğinde ise Kemalistler tarafından
yolu kesilir ve budanır. Erbakan’ın yaşadıkları
hep buydu. Şimdi benzer bir durumu Erdoğan ve arkadaşları
yaşamakta. Hükümet oldular ama, birtürlü iktidar olamıyorlar.
Son olaylar da gösterdi ki iktidar Genelkurmay’da…
Bu ülkede gerçek anlamda değişimci, demokratik
güçlerin yolu zaten her zaman kesik oldu. Sosyalist hareket
ile özgürlüğe yönelik Kürt ulusal hareketi hep ezildi.
Cami parfümlü olmayan Aleviler de.. Böylece halk kitleleri
için, kışla siyasetinin, ya da süngünün karşısında,
seçenek diye bir tek cami parfümlü siyaset bırakıldı.
O da hep denetim ve gözetim altında…
Onun içindir ki AKP’nin, ya da Erdoğan ve arkadaşlarının,
AB ve ABD tarafından ne denli sırtı sıvazlanıp
bukalemun türü renkli Türk medyasınca pohpohlanırsa
pohpohlansın, Türkiye’yi değiştirme, demokrat
yapma şansı yoktur. Ne Erdoğan o “delikanlı”dır,
ne yanındakiler. Demokratik, değişimci, çağdaş
bir dünya görüşleri, niyetleri, birikimleri yoktur. Ellerinden
gelse, sarık takıp cüppe giymeseler bile, Türkiye’nin,
batılı kostümler içindeki Humeynicileri olurlar.
Ne yazık ki böyle!
Peki şu “irtica tehlikesi büyüyor”, laiklik elden gidiyor”
diye ikide bir kükreyenlerin niyeti ne? O da açık: Yıllardır
bu türküyü okuyan asker ve sivillerin ne çağdaşlık,
hatta, ne de laiklik diye bir dertleri var. Onların laikliği
de çağdaşlığı da tam Türk işi..
Tüm kaygı ve çabaları, faşist darbelerin ve
dönemlerin dışında da faşizmden pek bir
farkı olmayan bu militirast, ırkçı, baskıcı
sistemi sürdürmek.
Sanırım 20. Yüzyılın ilk yarısında
söylenmiş ünlü bir söz vardı: “Birçok ülke kendi
ordusunun işgali altındadır!”
Günümüzde bir bölüm demokratik ülke, hatta bazı demokratik
olmayan ülkeler için de geçerli olmasa bile, ne kadar hoş
ve birçok ülke bakımından ne kadar yerinde bir söz!.
Elbet günümüzün İsveç’ini, İsviçre’sini; İngiltere,
Fransa, Kanada ve benzeri birçok ülkeyi ordularının
işgali altında sayamayız. Buralarda Genelkurmay
Başkanı’nın kim olduğundan bile çoğu
kişinin haberi olmaz. Bu ülkelerin televizyonlarını
bir yıl boyunca izleseniz generallere zor rastlarsınız…
Onlar ikide bir çıkıp sivillere “sağa dön,
sola dön, geriye dön, marş!” filan demezler. Buralarda
“Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” türünden gizli anayasalar
yoktur. MGK benzeri şeyler olsa bile, bunlar, hükümet
ve parlamento üstü değil, kamuoyunun pek de farkında
olmadığı, sivillere danışman kurullardır.
Öte yandan İran, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri
gibi ülkeleri de, demokrasiyle uzak yakın bir ilişkileri
olmasa bile, ordularının işgali altında
sayamayız. İran’da sarıklılar (mollalar),
Suudi Arabistan’da ve Körfez Emirliklerinde ise egalli ve
uzun etekli şeyhler, emirler iktidardır; ya da ülke
onların işgali altındadır…
Türkiye’ye gelince… Burası, hatta daha “Türkiye” olmadan,
yani Osmanlıların son döneminden, 1908’den bu yana
ordusunun işgali altındadır.
Bu ülkede “egemenliğin halkta olduğu” lafı
kocaman bir yalandır. Egemenlik ordudadır. Çok partili
yaşama geçildikten sonra bir ara iktidar seçim yoluyla
gelen hükümetlere geçer gibi oldu; ama bunun yolu önce 1960
darbesi, ardından öteki darbelerle kesildi; halk oyuna
dayanarak iktidar olmaya heveslenen siviller idam edildi,
ya da höt denince şapkalarını alıp gittiler...
(Şu bulunmaz hint kumaşı Demirel’in kulakları
çınlasın!) 12 Eylül Darbesi’nden bu yana ise, 25
yıldır ki kesintisiz bir faşizm sürüp gelmekte.
Bu sistemde seçimler sadece bir göz boyama. Son seçimleri
bir parça hizaya getirilmiş İslamcı bir parti,
yani AKP, hem de ezici bir çoğunlukla kazandı. Seçimi
kazandı, hükümet oldu ama, iktidar olamadı.
AKP kendisini militarizmin şerrinden korumak, “şeytanın
ayağını kırmak” için ABD yanaştı,
bir dönem açıktan, şimdi ise herhalde gizliden gizliye
“bir Hıristiyan kulübü” saydığı AB’ye
sokuldu, üye olmak için çabalar göründü. Ama bunlar yetmedi.
Bir yandan, hem AKP bu işte ikircikli olduğu, umduğunu
bulamadığı (örneğin türban konusunda),
hem de iyi saatte olsunlar fırsat kolladıkları
için, son günlerde görüldüğü üzere, bir anda işler
karıştı.
Önce AKP’nin kalbi “Felluce Direnişçileri”den, Şam’dan
ve Tahran’dan yana çarptığı için, dilini tutamadı
ve ABD ile ilişkiler oldukça bozuldu. Ardından AP’ye
yönelik olarak da “bizi bölmek istiyorlar!” diyecek kadar
suçlama ve restlere yöneldi. Demokrasi ve değişim
karşıtlarının; generallerin, polisin,
ırkçıların, “kızıl elmacı” sahte
solcu makulesinin ve Türk işi “sosyal demokrat faşizmi”nin
istediği de tam buydu. Kendilerine yaklaşmış
AKP’yi övüp destek vereceklerine, zayıf bulup üzerine
çullandılar.
Besbelli, Erdoğan’ın dediği gibi “düğmeye
biryerlerden basıldı”. Önce Sezer konuştu,
“Türkiye bir ılımlı İslam devleti değil”
dedi. (Bence de öyle olmamalı; ama bugünkü gibi yalancıktan
değil, gerçekten demokratik, laik bir ülke olmalı).
Ardından Yargıtay Başsavcısı Nuri
Ok konuştu ve hızlanan irticai kadrolaşmadan,
laikliğin tehlikeye girmesinden söz etti. Bunu Genelkurmay
Başkanı Özkök’ün uzun ve sert konuşması
izledi. Özkök hükümet adına konuşurmuş gibi,
hatta “devlet benim!” der gibi, Türkiye’ye politikalar çizdi…
Bunu, brifing almış gibi, Anayasa Mahkemesi Başkanı
Mustafa Bumin’in, aynı doğrultudaki, hatta parlamentoyu
hiçe sayan, Anayasa değişse bile türbanın serbest
bırakılamıyacağını ileri süren
konuşması izledi…
Demokratik bir ülkede askerler sivil hükümetlerin emrinde,
denetiminde olur. Türkiye’de de sözde Genelkurmay Başkanı
üst dereceli bir askeri bürokrattır ve başbakana
bağlıdır. Ama lafta bu böyle. Son olaylar kimin
kime bağlı olduğunu bir kez daha gösterdi!
Özkök’ün açıkça hükümeti eleştiren, suçlayan ve
politikaya yön vermeye yönelik konuşmasına önce
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir
Fırat övgüler yağdırdı, “iftihar ediyorum!”
dedi, ardından Başbakan, “bazı görüş farkları
olsa da” katıldığını söyledi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa
Başbakanı Clemenceua’nun (okunuşu Klemenso)
söylediği söz ünlüdür: “Savaş yalnızca askerlere
bırakılamıyacak kadar ciddi bir iştir.”
Ne var ki, bu ülkede yalnızca savaş değil,
politika da, eğitim de, kültür de, hatta nerdeyse ekonomi
de generallere bırakılmıştır. (Bütçeden
ne kadar pay alacaklarına generallerin kendisi karar
veriyor..)
Anlaşılan Türk paşaları bu sözü: “Politika
sivillere bırakılamıyacak kadar ciddi bir iştir”
diye anlamışlar!..
Kısacası bu ülke, ordusunun işgali altındadır.
(Kürdistan’ı kast etmiyorum, o zaten işgal altında.
Ama Türkiye’nin, Türk halkının da kendi ordusunun
işgali altında olduğu ap açık…)
Marks, “başka bir ulusu baskı altında tutan
ulusun kendisi de özgür olamaz” demişti. Ne kadar doğru!
Türkiye’nin bugünkü perişan halinde, izlediği Kürt
politikasının en büyük etken olduğunu söylemek
abartma olmaz. Bu ülke Kürtleri baskı altında tutacağım,
yok veya asimile edeceğim diye habire militarize oldu,
savaştı. Militarizm böyle palazlandı, demokrasi
ise böyle güdükleşti, karikatüre döndü.
Militarizmin seçeneği olarak ise kala kala cami parfümlü
siyaset kaldı. Ya faşizm ya bir ortaçağ rejimi…
Kırk katır ya da kırk satır gibi bir
şey…
Bu Türkiye bakımından acınacak bir durumdur.
Kısa zamanda değişir mi, umut var mı,
bir şey söylemek zor…
Biz de, Çetin Altan gibi, sonunda iyimser laflar etsek, “enseyi
karartmayın” desek bile, bu hamurun daha çok su götüreceği
ortada..
Irak benzeri “mecburi” bir piyango vurursa ona bir şey
diyemem..
----------------------------------------------------------
Yazarın önceki yazılarından:
Türkiye’nin
Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı
kim çözsün?.
Dün
cami, bugün bayrak…
İstanbul
sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı
ve Orhan Pamuk Olayı
Bir kez daha
laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş I M
A R I K…
Kürt Devleti
ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon
û Prowokasyon
|