PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Kendi ordusunun işgali altında…

Kemal Burkay

Çetin Altan sık sık Türkiye politikasının kışla parfümlü siyaset ile cami parfümlü siyaset arasında gidip geldiğini söyler. Bence, oldukça yerinde, özlü bir değerlendirme. En azından yüz yıldır böyle. Bunu süngü ile sarık arasındaki bir çekişme de sayabiliriz.

Ama aynı zamanda yüzyıldır, ipler kışla parfümlü siyasetin elinde, ötekiler zaman zaman etkili olsalar da, bir türlü iktidar olamıyorlar.

Kökleri ve gelenekleri İttihat ve Terakki’ye dayanan Kemalistler, kendilerini ısrarla batı yanlısı, çağdaş ve laik sunsalar da, oluşturdukları sistemin batıyı batı yapan değerlerle bir ilgisi yok. Türkiye onların yönetiminde ne demokrat olabildi ne de gerçek anlamda laik. Ne ceket pantolonla, ne kravatla, ne de mini etekle batılı olunmuyor. Bir diktatör de, bir faşist de bunları giyebilir.  Hatta günümüz Türkiyesi’nde sarığı atan şeriatçılar da –en azından erkekleri- pekala kılık kıyafette tam bir “batılı” olabiliyorlar..

Cami parfümlü siyaset, bu ülkede zaman zaman tehlikeli sayılır ve yasaklanır, zaman zaman da sisteme destek güç ya da stepne yapılır. Palazlanıp da doğrudan iktidara heveslendiğinde ise Kemalistler tarafından yolu kesilir ve budanır. Erbakan’ın yaşadıkları hep buydu. Şimdi benzer bir durumu Erdoğan ve arkadaşları yaşamakta. Hükümet oldular ama, birtürlü iktidar olamıyorlar. Son olaylar da gösterdi ki iktidar Genelkurmay’da…

Bu ülkede gerçek anlamda değişimci, demokratik güçlerin yolu zaten her zaman kesik oldu. Sosyalist hareket ile özgürlüğe yönelik Kürt ulusal hareketi hep ezildi. Cami parfümlü olmayan Aleviler de.. Böylece halk kitleleri için, kışla siyasetinin, ya da süngünün karşısında, seçenek diye bir tek cami parfümlü siyaset bırakıldı. O da hep denetim ve gözetim altında…

Onun içindir ki AKP’nin, ya da Erdoğan ve arkadaşlarının, AB ve ABD tarafından ne denli sırtı sıvazlanıp bukalemun türü renkli Türk medyasınca pohpohlanırsa pohpohlansın, Türkiye’yi değiştirme, demokrat yapma şansı yoktur. Ne Erdoğan o “delikanlı”dır, ne yanındakiler. Demokratik, değişimci, çağdaş bir dünya görüşleri, niyetleri, birikimleri yoktur. Ellerinden gelse, sarık takıp cüppe giymeseler bile, Türkiye’nin, batılı kostümler içindeki Humeynicileri olurlar. Ne yazık ki böyle!

Peki şu “irtica tehlikesi büyüyor”, laiklik elden gidiyor” diye ikide bir kükreyenlerin niyeti ne? O da açık: Yıllardır bu türküyü okuyan asker ve sivillerin ne çağdaşlık, hatta, ne de laiklik diye bir dertleri var. Onların laikliği de çağdaşlığı da tam Türk işi.. Tüm kaygı ve çabaları, faşist darbelerin ve dönemlerin dışında da faşizmden pek bir farkı olmayan bu militirast, ırkçı, baskıcı sistemi sürdürmek.

Sanırım 20. Yüzyılın ilk yarısında söylenmiş ünlü bir söz vardı: “Birçok ülke kendi ordusunun işgali altındadır!”

Günümüzde bir bölüm demokratik ülke, hatta bazı demokratik olmayan ülkeler için de geçerli olmasa bile, ne kadar hoş ve birçok ülke bakımından ne kadar yerinde bir söz!.

Elbet günümüzün İsveç’ini, İsviçre’sini; İngiltere, Fransa, Kanada ve benzeri birçok ülkeyi ordularının işgali altında sayamayız. Buralarda Genelkurmay Başkanı’nın kim olduğundan bile çoğu kişinin haberi olmaz. Bu ülkelerin televizyonlarını bir yıl boyunca izleseniz generallere zor rastlarsınız… Onlar ikide bir çıkıp sivillere “sağa dön, sola dön, geriye dön, marş!” filan demezler. Buralarda “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” türünden gizli anayasalar yoktur. MGK benzeri şeyler olsa bile, bunlar, hükümet ve parlamento üstü değil, kamuoyunun pek de farkında olmadığı, sivillere danışman kurullardır.

Öte yandan İran, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri gibi ülkeleri de, demokrasiyle uzak yakın bir ilişkileri olmasa bile, ordularının işgali altında sayamayız. İran’da sarıklılar (mollalar), Suudi Arabistan’da ve Körfez Emirliklerinde ise egalli ve uzun etekli şeyhler, emirler iktidardır; ya da ülke onların işgali altındadır…

Türkiye’ye gelince… Burası, hatta daha “Türkiye” olmadan, yani Osmanlıların son döneminden, 1908’den bu yana ordusunun işgali altındadır.

Bu ülkede “egemenliğin halkta olduğu” lafı kocaman bir yalandır. Egemenlik ordudadır. Çok partili yaşama geçildikten sonra bir ara iktidar seçim yoluyla gelen hükümetlere geçer gibi oldu; ama bunun yolu önce 1960 darbesi, ardından öteki darbelerle kesildi; halk oyuna dayanarak iktidar olmaya heveslenen siviller idam edildi, ya da höt denince şapkalarını alıp gittiler...  (Şu bulunmaz hint kumaşı Demirel’in kulakları çınlasın!) 12 Eylül Darbesi’nden bu yana ise, 25 yıldır ki kesintisiz bir faşizm sürüp gelmekte.

Bu sistemde seçimler sadece bir göz boyama. Son seçimleri bir parça hizaya getirilmiş İslamcı bir parti, yani AKP, hem de ezici bir çoğunlukla kazandı. Seçimi kazandı, hükümet oldu ama, iktidar olamadı.

AKP kendisini militarizmin şerrinden korumak, “şeytanın ayağını kırmak” için ABD yanaştı, bir dönem açıktan, şimdi ise herhalde gizliden gizliye “bir Hıristiyan kulübü” saydığı AB’ye sokuldu, üye  olmak için çabalar göründü. Ama bunlar yetmedi. Bir yandan, hem AKP bu işte ikircikli olduğu, umduğunu bulamadığı (örneğin türban konusunda), hem de iyi saatte olsunlar fırsat kolladıkları için, son günlerde görüldüğü üzere, bir anda işler karıştı.

Önce AKP’nin kalbi “Felluce Direnişçileri”den, Şam’dan ve Tahran’dan yana çarptığı için, dilini tutamadı ve ABD ile ilişkiler oldukça bozuldu. Ardından AP’ye yönelik olarak da “bizi bölmek istiyorlar!” diyecek kadar suçlama ve restlere yöneldi. Demokrasi ve değişim karşıtlarının; generallerin, polisin, ırkçıların, “kızıl elmacı” sahte solcu makulesinin ve Türk işi “sosyal demokrat faşizmi”nin istediği de tam buydu. Kendilerine yaklaşmış AKP’yi övüp destek vereceklerine, zayıf bulup üzerine çullandılar.

Besbelli, Erdoğan’ın dediği gibi “düğmeye biryerlerden basıldı”. Önce Sezer konuştu, “Türkiye bir ılımlı İslam devleti değil” dedi. (Bence de öyle olmamalı; ama bugünkü gibi yalancıktan değil, gerçekten demokratik, laik bir ülke olmalı). Ardından Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok konuştu ve hızlanan irticai kadrolaşmadan, laikliğin tehlikeye girmesinden söz etti. Bunu Genelkurmay Başkanı Özkök’ün uzun ve sert konuşması izledi. Özkök hükümet adına konuşurmuş gibi, hatta “devlet benim!” der gibi, Türkiye’ye politikalar çizdi… Bunu, brifing almış gibi, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in, aynı doğrultudaki, hatta parlamentoyu hiçe sayan, Anayasa değişse bile türbanın serbest bırakılamıyacağını ileri süren konuşması izledi…

Demokratik bir ülkede askerler sivil hükümetlerin emrinde, denetiminde olur. Türkiye’de de sözde Genelkurmay Başkanı üst dereceli bir askeri bürokrattır ve başbakana bağlıdır. Ama lafta bu böyle. Son olaylar kimin kime bağlı olduğunu bir kez daha gösterdi! Özkök’ün açıkça hükümeti eleştiren, suçlayan ve politikaya yön vermeye yönelik konuşmasına önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Fırat övgüler yağdırdı, “iftihar ediyorum!” dedi, ardından Başbakan, “bazı görüş farkları olsa da” katıldığını söyledi. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa Başbakanı Clemenceua’nun (okunuşu Klemenso) söylediği söz ünlüdür: “Savaş yalnızca askerlere bırakılamıyacak kadar ciddi bir iştir.” Ne var ki, bu ülkede yalnızca savaş değil, politika da, eğitim de, kültür de, hatta nerdeyse ekonomi de generallere bırakılmıştır. (Bütçeden ne kadar pay alacaklarına generallerin kendisi karar veriyor..)

Anlaşılan Türk paşaları bu sözü: “Politika sivillere bırakılamıyacak kadar ciddi bir iştir” diye anlamışlar!..

Kısacası bu ülke, ordusunun işgali altındadır. (Kürdistan’ı kast etmiyorum, o zaten işgal altında. Ama Türkiye’nin, Türk halkının da kendi ordusunun işgali altında olduğu ap açık…)

Marks, “başka bir ulusu baskı altında tutan ulusun kendisi de özgür olamaz” demişti. Ne kadar doğru! Türkiye’nin bugünkü perişan halinde, izlediği Kürt politikasının en büyük etken olduğunu söylemek abartma olmaz. Bu ülke Kürtleri baskı altında tutacağım, yok veya asimile edeceğim diye habire militarize oldu, savaştı. Militarizm böyle palazlandı, demokrasi ise böyle güdükleşti, karikatüre döndü.

Militarizmin seçeneği olarak ise kala kala cami parfümlü siyaset kaldı. Ya faşizm ya bir ortaçağ rejimi…

Kırk katır ya da kırk satır gibi bir şey…

Bu Türkiye bakımından acınacak bir durumdur. Kısa zamanda değişir mi, umut var mı, bir şey söylemek zor…

Biz de, Çetin Altan gibi, sonunda iyimser laflar etsek, “enseyi karartmayın” desek bile, bu hamurun daha çok su götüreceği ortada..

Irak benzeri “mecburi” bir piyango vurursa ona bir şey diyemem..
----------------------------------------------------------
Yazarın önceki yazılarından:

Türkiye’nin Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı kim çözsün?.
Dün cami, bugün bayrak…
İstanbul sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş I M A R I K…
Kürt Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon

 

 
 
PSK Bulten © 2005