Paris olayları ve küreselleşme
üzerine
Kemal Burkay
Paris’te patlak veren, günlerdir sürüp gelen ve aynı
yoğunlukta olmasa da Belçika ve Almanya’ya sıçrayan
olaylar, doğal olarak uluslararası ölçekte gündemin
başında yer alıyor. Yorumlar ise, yine hangi
cenahtan geldiğine bağlı olarak oldukça değişik.
Örneğin Fransız İçişleri Bakanı
ve bu olaylarda en çok tepki çeken Sarkozy’ye bakılırsa
bunu yapanlar “serseriler, bir işe yaramıyan unsurlar,
pislikler” vs… Sarkozy öteden beri yabancı karşıtlığıyla
tanınan, merkez sağın da biraz daha sağında
bir politikacı. Önümüzdeki dönem için Cumhurbaşkanlığı’nın
güçlü adaylarından. Onun böyle demesi şaşırtıcı
değil; ama sorunu açıklamaya yetmiyor. Neden Paris’in
semtlerinde bunca çok “serseri” oluşmuş?.. Ve onlar
neden şu dönemde bir kıvılcımla harekete
geçtiler?.. Böyle bir yaklaşımla olayların
yatıştırılması, bir sorun ya da sorunlar
varsa, onların çözülmesi mümkün mü?
Ama Sarkozy de zaten ekonomik, sosyal, kültürel ayrım;
işsizlik, dışlanma vb. türden sorunlar olduğunu
kabul etmiyor. Öyle olunca “atın bunları içeri!”
ve de “dışarı!” diyecek kadar öfkeli ve kestirmeden
gidiyor.
Öte yandan bazı kesimler “eşitlikçi” ve “üniter”
Fransa’nın, kendine özgü jakoben anlayışıyla
değişik kültür ve kimlikleri (farklı dil, din
vb.) görmezden geldiği, yok saydığı için
bu sorunların yaşandığını söylüyorlar.
İngiltere, özellikle de Amerika medyasından gelen
eleştiriler içinde buna sıkça rastlanıyor.
Söz konusu isyana katılanların, eğer tamamı
değilse ezici çoğunluğunun, Kuzey Afrikalılar
olması bu yorumların gerekçesini oluşturuyor.
Bunların hem renkleri (esmer veya siyah), hem dilleri
(Arapça ve Berberi), hem de dinleri (Müslüman) öz be öz Fransızlardan
farklı.
Türkiye Başbakanı Erdoğan ise başlangıçta
bunu tek sebebe, Fransa’da Türban’ın yasaklanmasına
indirgedi ve Müslümanların tepkisi diye yorumladı.
Bu beyana tepki yağınca da “tek sebep demedim, sebeplerden
biri” diyerek tevil etti..
Avrupa ve Türkiye’deki bazı sol çevreler ise, sorunu
asıl olarak sınıf sorununa, kapitalist sömürünün
ve bu aşamada küreselleşmenin yol açtığı
sonuçlara bağladılar. Gelinen durumu “Küreselleşmenin
iflası” diye niteleyenler de var.
Erdoğan’ın dediklerini geçelim; çünkü kendisinden
başka bu tezi ileri süren olmadı. Her konuda bilgi
sahibi ve konuşması şartmış gibi
davrandığı için böylesi zor durumlara düşmesi
doğal. Oysa başbakan olmak kimseye böyle bir hak
ve yetenek vermiyor. Ama Erdoğan, yaptığı
yanlışları bazan fark edip dersler çıkaran
biri, belki bundan da çıkarır..
Birçok yorumcunun da dile getirdiği gibi, sorun gerçekten
karmaşık ve bu olaylara yol açan değişik
etkenler söz konusu. Bunlar içinde kültürel olanlar da, sınıfsal
olanlar da var; dışlanma da işsizlik de var.
Fransa´nın türban konusundaki katı tutumunun da
bu ülkedeki muhafazakar Müslümanları etkilemiş,
kırgınlıklarına yol açmış olabileceğini
hesaba katalım. Hatta Sarkozy’nin deyişiyle “serserilerin”,
lumpenlerin, sokak çetelerinin de olayların patlak vermesinde
ve seyrinde elbet bir payları vardır. Aynı
şey olmasa bile, 1917 Ekim Devrimi sırasında
Petersburg sokaklarında yürüyenler arasında sınıf
dışı unsurların, serserilerin ve fahişelerin
de olduğunu hatırlayalım.. Sel geldiği
zaman abur cuburu da birlikte alır sürükler.
Öte yandan, bütün bu etkenleri saymakla yetinmek, hele hele
hepsine aynı önemi atfetmek sorunu anlamaya yine yetmez.
Nedenler arasında temel olanları belirlemek, onların
kaynaklarına inmek gereklidir.
Bugün Fransa’da karşımıza çıkan bu göçmen
ayaklanması ile, 20. Yüzyılın 2. yarısında
Amerika’da yaşanan siyah derililerin eylemleri, bir başka
deyişle, onların isyanı arasında bir benzerlik
kurmak mümkündür. Onlar, başlangıçta pamuk plantasyonlarında
ve diğer tarım işlerinde çalıştırılmak
üzere Afrika’dan Amerika’ya taşınan siyahlardı;
Afrika’da tutsak edilip Amerika’da köleleştirildiler.
Özgürlük mücadeleleri daha eskiye gider. Sanayileşmeyle
birlikte özgür emeğe doğan ihtiyaç nedeniyle, sanayici
Kuzey’in girişimiyle ve 1860’lı yıllardaki
zorlu bir iç savaştan sonra kölelik kaldırıldı.
Ama bununla siyahların özgürleşmesi, beyazlarla
eşit konuma gelmesi her bakımdan sağlanmış
olmadı. Bu mücadele Amerikan iç savaşından
sonra da onyıllarca sürdü, hala da sürüyor.. Köleliğin
yasal olarak kaldırılışının
üzerinden yüz yıl geçtikten sonra, 1960’lı yıllarda
bile siyahlar, birçok yerde beyazlarla aynı okula gidemiyor,
aynı lokantada yiyemiyor, otobüste, trende yan yana oturamıyorlardı.
Bunları aşmak da ancak uzun direnişlerle mümkün
oldu. Ku Kluks Klan gibi ırkçı terör örgütleri onlara
yönelik yargısız infazlar düzenlerken, onlar da
zaman zaman sokaklara inip, kırıp döktüler. Onların
New York’ta ve yoğun olarak yaşadıkları
daha birçok kentte hala Harlem gibi getoları var. İşsizlerin
ve yoksulların oranı onlar arasında daha yüksek;
suç ve şiddet oranı da…
Elbet Amerika’da siyahların durumu günümüzde 40-50 yıl
öncesi gibi değil. Bir bakıma uyum yolunda bir eşik
daha aşıldı. Amerika’daki siyah-beyaz çelişkisi,
aynı zamanda köle-efendi çelişkisiydi. Bu çelişki
Amerikan toplumunun modernleşme sürecinde önce 1860’lı
yıllardaki iç savaşla, daha sonra da 1960’lı
yıllardaki direnişlerle önemli ölçüde çözüldü. Tümüyle
ortadan silinmesi ise Amerikan toplumundaki daha adil, daha
çağdaş toplumsal gelişmelere bağlı.
Paris’i çevreleyen çoğu Kuzey Afrikalı ve Müslüman
göçmen kuşağına gelince, bunlar Afrika’dan
zorla getirilen köleler değiller; ama bugün yüz yüze
kalınan durum sömürgeciliğin bir sonucu, ürünüdür.
Önce Avrupalılar, yani beyazlar, Amerika’yı, Afrika’yı,
Ortadoğu’yu, Asya´nın büyük bölümünü ve Okyanus
adalarını sömürgeleştirdiler, oralarda koloniler
kurdular. Günü geldi sömürge sistemi çöktü ve beyazlar için,
eğer Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda´da olduğu
gibi, orayı tamamen ya da büyük ölçüde yerli halklardan
temizlememişlerse, oralardan geri dönüş süreci başladı.
Hindistan’dan, Pakistan’dan, Çin ve Filipinler´den, Ortadoğu
ve Afrika’dan... Beyazlar kendileri dönmekle kalmadılar,
yerlilerin de bir bölümünü, önce hizmetçi, daha sonra işçi
ve zaman zaman politik mülteci olarak birlikte taşıdılar.
Onların bir bölümüne ihtiyaçları vardı, bir
bölümüne de -sosyalist sistemle rekabet içinde- göz yumdular.
Böylece sömürgelerden ve geri kalmış ülkelerden
Avrupa’ya tersine bir göç yaşandı. Yeni gelenler
renkleriyle, dilleriyle, dinleriyle, kültürleri ve yaşam
tarzlarıyla Avrupalılardan elbet farklıydılar.
Zamanla dili öğrenseler de din ve yaşam tarzı
kolay değişmiyor; hele renkler hiç değişmiyor,
ya da kuzey ikliminde biraz açılması için bile yüzyıllar
gerekli.. Öyle olunca da ister istemez uyumsuzluk sorunları
yaşandı; “öteki” oldular, dışlandılar,
getolar oluştu. Onlara karşı bazan açık,
bazan gizli bir ırkçılık görüldü. Bu iş
hayatına yansıdı. Yoksulluk ve uyum güçlükleri
göçmenlerin eğitim düzeyinin görece düşüklüğüne
yol açtı, bu ise aradaki mesafeyi daha da büyüttü.
Fransa’da çalışma hayatına ilişkin istatistikler
bu bakımdan çarpıcıdır: İşsizlik
oranı genel olarak yüzde 10 iken, gençler arasında
bu oran yüzde 21’e ulaşıyor. Müslüman gençler arasında
ise yüzde 40-50’ye!
Fransa’da 2004 yılında yapılan bir araştırmaya
göre bildik Hıristiyan Fransız adlarıyla başvuranların
yüzde 75’i iş görüşmelerine çağrılırken,
Cezayirli veya Arap adlarıyla başvuranların
ancak yüzde 14’ü çağrılmış.
Bu durum salt Paris’e ve Fransa’ya özgü değil; benzer
bir durum, aynı yoğunluk ve şiddette olmasa
bile, birçok Avrupa ülkesinde ve birçok büyük kentte yaşanıyor
ve örneğin Kürtler, Türkler, Pakistanlılar da bununla
yüzyüze. Ayrımcılık salt iş hayatına
özgü değil, konut bulmada da benzer bir sorun yaşanıyor.
Birçok büyük kentin banliyölerinde, Paris gibi Londra, Berlin,
Amsterdam ve Stokholm’de, yerliler “yabancıların”
yoğunlaştığı semtleri terk ederken,
yerlilerin oturduğu daha bakımlı semtlerde
yabancıların kiralık ev bulmaları da,
hem gelir düzeyi farkı, hem de ev sahiplerinin ve ilgili
kurumların çıkardıkları zorluklar nedeniyle
oldukça zor. Böylece bir ayrışma yaşanıyor
ve bu getolaşmaya yol açıyor.
Bu durumun göçmenler, özellikle de göçmen gençler arasında
tepkilere yol açması kaçınılmaz. Onların
ikinci, ya da üçüncü kuşak göçmen çocukları ve yurttaş
olmaları durumu hafifletmiyor. Aksine, toplumun dilini
iyi bilen, yaşam tarzına bir ölçüde uyum sağlamış
veya beyazların yaşam düzeyine özlem duyan genç
esmer ya da kara derili yurttaş için bu dışlanma,
işsizlik, yoksulluk, daha da gerginliğe ve sert
tepkilere yol açıyor. Avrupa toplumları entegrasyonu
sağlayacak yeterli ekonomik, sosyal adımları
atmadıkları sürece de bu gerilim şu veya bu
vesileyle yüze vuracaktır. Sorun bugün Paris’te patlak
verdi, yarın başka yerde verebilir.
Ama sistemin ayrımcılığı salt göçmenlere,
esmer ve kara derililere yönelik değil. Beyazlar arasında
da genç işsizlerin oranı giderek yükseliyor. Bu,
kapitalist sistemin bugünkü gelişme özellikleriyle doğrudan
ilintili. Bilimsel ve teknolojik devrim, hızlanan otomasyon,
giderek artan robot kullanımı; internetin, cep telefonunun
ve benzer modern araçların toplumsal yaşama yoğun
biçimde girmesi birçok alanda kitlesel işten çıkarmalara
yol açıyor. Bu araçlardan her biri çoğu kez birçok
işçinin işini görüyorlar. Bankomattan para çekerken
veya internet yoluyla para havalesi yaparken bir bankacıya
ihtiyacınız yoktur. Bunun gibi, günümüzün modern
telefon, faks ve internet yoluyla haberleşme sisteminde
çok sayıda posta memur ve memurelerine ihtiyaç kalmıyor.
Serbest piyasa ekonomisinde uluslar ve şirketler arası
rekabet, ucuz mal ve hizmet üretimini, az emekle çok iş
çıkarmayı gerektiriyor. Bu ise giderek daha çok
insanı iş hayatının dışına
iten, işsiz haline getiren bir mekanizma. Bu rekabet
aynı zamanda sosyal haklardan kısmayı habire
zorluyor. Sistem emekçiler ve yoksullar için, sonuçta insan
için oldukça acımasız. O insan ister yabancı
ister yerli, ister kara ister beyaz derili olsun…
Üstelik, mevcut çelişkiden kaynaklanan tepkiler tek
yönlü değil. Söz konusu ülkelerde “beyaz” ya da “yerli”
kesimdeki işsizler de durumlarının kötüleşmesine
neden olarak, kapitalist sistemdeki değişimden çok,
artan yabancı işçi ve göçmen sayısını
görüyorlar. Buna başka türden uyumsuzluk sorunları
da eklenince bu kesimde de yabancı ya da göçmen düşmanlığı,
yeni tür bir ırkçılık boy veriyor.
Bu ikisi birbirini etkiliyor ve çelişkiyi derinleştiriyor.
Özetle söylersek, bugün Paris’te yüze vuran, alev alan bu
gerginlik, aynı zamanda kapitalizmin bugünkü aşamasının,
onun çağdaş yapısının ve çelişkilerinin
ürünüdür. Yukarda sözünü ettiğimiz Kuzey Amerika’daki
köleci sistem de, son yüzyılların sömürgeciliği
de, bugün Avrupa başkentlerini tehdit eden, yer yer yangına
boğan bu yerli-yabancı, ya da yerli-göçmen çelişkisi
de..
Sorunun çözümü nasıl olacak?
Kimilerine göre kapitalizm bir kez daha tıkandı,
küreselleşme iflas etti. Oysa, Paris olaylarıyla
patlak veren durum küreselleşmenin bir ürünü olsa bile
–ki bence de öyle- ne küreselleşmenin iflası ne
de kapitalizmin sonu. Küreselleşme süreci devam ediyor
ve bu süreçte farklı olanlar karşılacaşacak,
çelişecek, çatışacak ve bundan bir sentez çıkacak.
Belki sularının rengi de farklı, kimi duru,
kimi bulanık iki ırmağın buluşması
gibi… Dalgalar, girdaplar oluşacak ve duru sular da bulanırken,
sonra ırkmak sakinleşecek ve yeniden durulacak…
Nasıl 1848 ayaklanmaları kapitalizmin sonu olmadıysa,
nasıl Ekim Devrimi ve onu izleyen, dünyayı sarsan
büyük değişiklikler kapitalizmin ve emperyalizmin
sonu olmadıysa, Paris olayları ve benzerleri de
olmayacak.
Bu türden çekişmeler küreselleşme tamamlanıncaya
kadar sürecek, ki bu yol oldukça uzun. Daha sürecin başında
sayılırız. Gelenleri toptan ya da büyük ölçüde
geri göndermek olanaksız. Yoksul ve aşırı
istikrarsız, kavgalı ülkelerden gelişkinlere
doğru göç, gelişkinlerin tüm kaygı ve tedbirlerine
rağmen, bundan böyle de durmayacak. Bunu ancak bugünkü
geri ve kavgalı ülkelerin ekonomik ve sosyal bakımdan
gelişmesi, değişmesi, barışa ve demokrasiye
ulaşması önleyebilir. O zamana kadarsa, unun suyla
karışması misali, birinden diğerine geçme,
altüst olma hali devam edecek. Bu tam da küreselleşme
sürecidir ve uzun zaman alacağı belli.
Bu süreçte diller ve dinler de karışacak ve bazıları
ötekilere ağır basacak, renkler melezleşecek
ve insanlar nice hırgürden sonra birarada yaşamayı,
hoşgörüyü öğrenecekler. Aslında hem çekişme,
hem uyum ya da entegrasyon şu anda da bir arada yaşanıyor.
Dünyanın şu andaki durumu, bir bakıma 300-400
yıl öncesi Avrupası’nın farklı boyutlarda
bir görünümüdür. O dönemde avrupa feodal parçalanmışlık
içinde idi. Avrupa’nun şu veya bu ülkesinde, İngiltere’de,
Fransa’da, İspanya’da; onları biraz geriden izleyerek
İtalya ve Almanya’da, yeni sınıf burjuvazinin
desteğiyle ve kralların, ya da güçlü bir soylunun
öncülüğünde ulusal devletler oluşurken feodaller
de zorunlu olarak tepelendiler, onların küçük devletçikleri
yok edildi, onların koyduğu gümrük duvarları
kaldırıldı. Tüm ülke ya da ulus için geçerli
olacak yasalar, sınırlar ve gümrük duvarları
kondu. Şimdi Avrupa Birliği süreci, en başta
Avrupa bakımından yeni ve geniş çapta bir değişimdir.
Mevcut ulusal devletlerin sınırları kalkıyor,
ortak gümrük duvarları, ortak yasalar oluşuyor.
Bu iş elbet sorunsuz sancısız olmuyor; oldukça
çekişmeli, zaman zaman bunalımlı ve bu son
derece doğal. Ama AB´de şu anda yaşanan sorunlar
da AB’nin sonu değil. AB zaman zaman ciddi krizler yaşasa
da bunları atlatacak. Bu değişim süreci tarihin
değişim doğrultusuna uygun ve bir bakıma
kaçınılmaz.
Küreselleşme olgusu ise Avrupa bakımından
olanın tüm dünyada olması demek. Bu da sancısız
olmuyor elbet. Dün Doğu Avrupa ve Balkanlar’da, bugün
Ortadoğu’da yaşananlar da dünya çapındaki bu
değişim sürecinin yansımaları. Çetin Altan´ın
deyişiyle, dünyamızın coğrafyası
şu anda iki yüz dolayında devletçe parsellenmiş.
Ortaçağın kralları, kontları, dükleri,
markileri gibi… Gelecekte bu sınırlar kalacak mı?
Ortadoğu’nun diktatörlükleri, emirlikleri, çağı
dolmuş bu rejimler uzun süre ayakta kalabilirler mi?
Elbette hayır. Günümüzde çanlar onlar için çalıyor
ve birçokları –ki aralarında solcular da var- bunu
hala anlamadılar; bu süreci durdurmak için çırpınıyorlar.
Söz konusu köhne rejimlerin sahipleri için bu kaygı ve
telaş doğal olsa da sol için hiç de değil.
Bu süreçte diktatörlükler, çağı dolmuş rejimler
yıkılır, sınırlar değişir,
ya da zamanla önemini kaybederken, o sınırlar içinde
baskı altında tutulan halklar da özgürleşecektir.
İnsan hakları yaygınlaşacak. Baskı
altındaki etnik gruplar, uluslar da özgürleşecek.
Bu, bazan birkaç bin kişilik bir etnik grup olabilir,
bazan, Kürt halkı gibi, ülkesi bölünmüş ve despotça
ezilen 40 milyonluk bir ulus olabilir.
Lenin’in deyişiyle, ilişkileri ve de “birlikleri”
zora dayalı halklar, gönüllü olarak birleşmek için
ayrılacaklar. Birleştikleri zaman ise bu, örneğin
eşitlik temelinde bir federasyon, konfederasyon ya da
AB türü bir birlik olacak…
Besbelli, küreselleşme sürecinin ve bu kapsamda yukarda
sözü edilen değişimin kaçınılmazlığı,
kapitalizmin veya şu serbest piyasa ekonomisi denen şeyin
ebediliğini göstermiyor. Hayır, doğada ve toplum
yaşamında hiçbir şey ebedi olmadığı
gibi o da olmayacak. İnsanlığın ileriye,
eşit, adil, sömürüsüz bir geleceğe yürüyüşü
durmaz. Bu süreçte solun, sosyalist hareketin, kapitalist
sistemin yarattığı sorunlarla cebelleşecek,
insanlığı ileriye taşıyacak gerçekçi
alternatif politikalarla ortaya çıkması, yeniden
yükselmesi beklenmelidir. Günümüzde, sosyalist sistemin çöküşü
ile kutsanan, göklere çıkarılan şu neoliberal
politikaların, serbest piyasa ekonomisi denen şeyin,
insanlık için yarattığı sıkıntılar
ve ciddi problemlerle, kendi sol seçeneğini yaratması
da bence kaçınılmaz.
Elbet, geleceğin dünyasının anahatlarının
nasıl olacağını tahmin etsek bile, tek
başına bu, bugünkü sorunların üstesinden gelmeye
yetmez. Eğer yeniden günümüze, yaşadığımız
olaylara dönersek, bugün Fransa’nın yaşadığı,
yarın başka ülkelerin de yaşayabileceği
söz konusu ciddi sorunlar, çelişkiler nasıl çözüm
bulacak?
Besbelli elimde hazır reçeteler yok ve ben de pek çok
insan gibi neler yapılabileceği konusunda düşünüyorum.
Şunları diyebilirim: Bu iş öncelikle Sarkozy
yöntemleriyle çözülmez! Sarkozy bir gerçekçi olmaktan çok
önyargıları ve duygularıyla davranan biri.
Bu duygular ise geçmişe ait. Oysa sorunlarını
çözmek isteyen çağımızın insanına,
hele hele ülkeleri yöneten sorumlulara hoşgörü ve sağduyu
gerekli. Daha geniş bir ufuk gerekli. Bu işlerin
böyle yürümeyeceğini anlamalılar.
Onlar bugüne kadar insanları, hep daha çok verimli kılınması
gereken bir üretim ve tüketim aracı olarak gördüler.
İşçi daha çok mal ve hizmet üretsin diye posasını
çıkardılar, üretim çarkının bir dişlisine
çevirdiler. İşçiden daha verimli makinaları,
robotları keşfettikleri zaman ise işçiyi atıp
onu yerine koymakta bir an tereddüt etmediler. İnsanı,
aynı zamanda ürettikleri malı alsın diye reklam
bombardımanının hedefi bir budalaya çevirdiler.
O yüzden günümüz insanı, reklam furyasının,
modanın bir tutsağı olmuştur. İhtiyacı
olsun olmasın, elindeki parayı pazara serpiyor,
vitrinlerin çekiciliğine dayanamıyor, evini gereksiz
eşyalarla, midesini gereksiz yiyecekle tıka basa
dolduruyor. Gelişkin toplumun insanı evine yığdığı
giyeceklerin, mutfak araçlarının pek azını
kullanıyor, gardrobunda, mutfağında yığıyor,
ya da çöpe atıyor. Günümüzün olağanüstü teknolojik
araçları, televizyon, el telefonu ve internet daha şimdiden
yığınla bağımlı ve tutsak yarattı.
Bu insanlar zamanlarının büyük bölümünü ekran karşısında
ya da yolda yürürken, trende otururken bile telefon ederek
geçiriyorlar. Çevrede gezinti yapmıyor, dost ve yakınlarını
ziyarete gitmiyor, sohbet etmiyor, düşünmüyor, kitap
okumuyorlar.
Gelişkin toplumlarda şişmanlık günümüzün
ciddi bir hastalığı. Bu ölçüsüz, düzensiz beslenmeden,
oburluk salgınından kaynaklanıyor. Yapılan
araştırmalara göre ABD halkının çöpe attığı
fazla yiyeceklerle kendi nüfusu kadar (250 milyon) insan daha
beslenebilir. Öte yandan Afrika, Güney Asya, Latin Amerika,
Ortadoğu ve dünyamızın başka köşelerinde
milyarlarca yoksul, yüzmilyonlarca aç insan var. Açlıktan,
bir deri bir kemik, kırılan milyonlarca çocuk var…
Bu sistemin en iri kıyımlarının kar hırsıyla
dünyayı silaha boğmalarına, doğayı
kirletip dünyanın dengesini bozmalarına ise yazımı
daha da uzatmamak için değinmiyorum.
Böyle bir düzen iyi sayılabilir mi? Bu düzene iyi diyenler
mantıklı ve vicdanlı sayılabilir mi?
Çözümler de kanımca, ancak sistemin bu kötülüklerinin
bilinmesi, iyi anlaşılmasıyla devreye girebilir.
Sol buna göre kendi programını yaparken bu sistemin
sahip ve sorumlularının da, işlerin böyle yürümeyeceğini
fark edip kendi sistem içi reformlarını yapmaları
gerekir. Elbet onların bir bütün olarak insafa gelip,
hidayete erip sistemlerinden vazgeçmelerini beklemiyorum,
böylesine saf ya da romantik değilim.
Yine Paris olaylarına, göçmenler sorununa, bir bütün
olarak –göçmen ya da yerli- işsizlerin, yoksulların
sorunlarına dönersek: Kanımca çözümlerden biri,
çoktandır, AB süreci ile dev boyutlu bir barış,
demokrasi ve değişim projesini hayata geçirmekte
olan Avrupalıların, buna uygun olarak yabancılara,
farklı renkten, inançtan ve kültürden olanlara (aslında
birçoğu artık kendi vatandaşları) karşı
daha toleranslı olmayı öğrenmeleri, bunu içlerine
sindirmeleri gerekiyor. Kendi ülkelerinde güvenlikli, barışçı
bir yaşam kurmak buna bağlı. Çok kültürlülüğe
saygı, tek tek her Avrupa ülkesi için laftan çıkıp
gerçeğe dönüşmeli. (Avrupalı olmaya çalışırken
Kürt dilini ve kültürünü yok etmeye çalışan Türk
yöneticilerin kulakları çınlasın!).
Başarılması gereken bir başka önemli
reform, göçmenlere, yoksullara daha iyi eğitim olanakları
sağlamak ve iş hayatında yer vermek. Ben işsizlere
sadece geçimlerine yetecek bir ödentinin (işsizlik yardımı)
sorun çözücü olduğunu sanmıyorum. İnsan, doğası
gereği üretici bir güçtür, çalışma onun ruhsal
ve bedensel sağlığı, kendine güveni için
gereklidir. Yaratıcı yetenekleri böyle gelişecektir.
Bu nedenle, kendisini robotlar dünyasının tutkusuna
kaptırmış sistem, bu yönüyle gayri insanidir
ve bu tutum sürdükçe işsizlerin sorunu çözülemiyeceği
gibi, bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı, donanımlı
nesiller yetiştirilemez.
Dünyamızda gelir düzeyi bakımından iki tür
ve büyük çapta bir eşitsizlik yaşanıyor. Birisi
zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında, diğeri
de, ister zengin, ister yoksul olsun tüm ülkelerin her birinde,
alt ve üst gelir grupları arasında. Bu farklar bazan
akılalmaz derecelere varıyor. Birincisini azaltmak,
uluslararası ölçekte zengin ülkelerden yoksul ülkelere
yönelik ciddi boyutlarda kalkınma ve gelişmeye yönelik
destek projelerini hayata geçirmekle mümkün. İkincisi
için de büyük ölçekte iç reformlara. Bu yapılmadıkça,
işsizlik, barınma, beslenme gibi alanlarda yoksullara
sağlanan yardım, hem yoksulluğu, hem de her
bir ülkenin gelir dağılımı bakımından
bugünkü acınası manzarayı ortadan kaldıramaz.
Bugün en gelişkin ülkelerde bile yoksullarla ihtişam
içinde yüzen zenginler arasındaki yaşam farkının,
ortaçağın soyluları ile sefilleri arasındaki
uçurumdan pek farkı yoktur. İnsanlık iyi bir
düzene ulaşacaksa bunu aşmak zorunda.
Bir yandan işsizliğe, diğer yandan habire
sosyal hakların kısıtlanmasına yol açan
acımasız serbest piyasa kuralları, rekabet
olayı böyle sürdükçe işsizlik, yoksulluk dahil,
pek çok sorunun çözümü mümkün değil. Bu alanda uluslararası
ölçekte yeni bir anlayış gerekiyor. Palyatif değil,
yeni köklü, ciddi politikaların devreye konması
gerekiyor.
Bunun başarılması, yalnızca kapitalist
sistemin sorumlularının daha çağdaş, ileri
görüşlü bir anlayışa varmalarıyla sağlanamaz.
Ondan da önemlisi dünya ölçüsünde solun silkinmesidir. Sol
hareketin yeni ve köklü politikalara ihtiyacı var. Bu
ise 19. ve 20. yüzyıllardan kalan dogmalarla, ezberlerle,
şablonlarla başarılamaz. AB projesine, küreselleşmeye
karşı çıkmakla, yüzyıl öncesine özgü formüllerle
ve her şeye antiemperyalizm gözlüğünden bakmakla
olmaz. Küreselleşmeye karşı çıkmanın
bir yararı yok, bununla kimse, hiçbir güç bu süreci durduramaz.
Sorun küreselleşen bir dünyada solun neler yapabileceğidir,
sorunların ne olduğu ve solun bunlara nasıl
çözüm getireceğidir. Sol bu işi yapabildiği
oranda kitlelerin desteğini alacak, hem mevcut sistem
içindeki reformları etkileyip hızlandıracak,
hem de geleceğin dünyasının kurulmasında
yeni ve etkin bir rol üstlenecektir.
Yazarın önceki yazılarından:
Olaylar
böyle mi aydınlanacak?
Şemdinli
bir fırsattır
Bu
nasıl bir ilerleme?
Değişimi
anlamak ve Kürt sorununda akılcı çözüm
Bilimsiz
üniversite, hukuksuz adliye..
Türkiye’nin
AB üyeliği ne Sevr’dir, ne de Lozan…
AB
ile müzakereler başlarken umutlar - kaygılar...
3
Ekim bir dönüm noktası olacak
Sevgisiz
bir ülke..
“Demokrat,
özgür ve çağdaş Kürtlerin sesi…”
Provokasyon
dumanları…
Asıl
ölüm susmaktır
PKK’yı muhatap yapan kim?
Erdoğan’ın son tavrı
Doğu Kürdistan’daki son
gelişmeler üzerine
Kürtçe
şu anda zincirlerle bağlı
Öcalan
İmralı´dan alınmalı
Derin Devlet ve PKK el ele..
Bir kez daha terör ve uluslararası sorunlar
üzerine
Bir toplum nasıl kandırılır?
Bazı dostların ardından
AKP Alevileri yok sayıyor
ÇIKAR YOL - III Buyrun,
örgüt de var, iş de!
Erdoğan’ın ABD gezisi: Türk tarafı
için düş kırıklığıürk
tarafı için düş kırıklığı
ÇIKAR YOL – II
Teslimiyete karşı ulusal seçenek
Fransız Referandumu üzerine düşünceler
ÇIKAR
YOL - I En başta umut gerekli
İşe
yaramaz bir karar…
NE
DEĞİŞMİŞ?.
Soykırım ve Yüzyıllık Nazizm
Kendi
ordusunun işgali altında…
Türkiye’nin
Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı
kim çözsün?.
Dün
cami, bugün bayrak…
İstanbul
sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir
kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş
I M A R I K…
Kürt
Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon
Derin
Devlet Tiyatrosunda Kürtler
ve Türkler...
|