Din-Siyaset ilişkileri
Kemal Burkay
Din üzerine bir sohbet
Din nerdeyse insanlığa yaşıt.
Maymundan insana evrimlenen, iki ayağının
üstüne kalkan, avlanmak ve kendini korumak için sopa ve taş
kullanan, giderek taşı birbirine sürtüp yontan,
cilalayan, çakmaktaşından balta ve bıçak yapan,
sırtlarına hayvan postlarını geçirerek
soğuktan korunan ilk atalarımız, gecenin karanlığını
bitiren şafağa, orada akkordan bir alev yumağı
gibi görünen güneşe baktıkları zaman neler
duymuşlardı acaba? Besbelli bir huşu, bir hoşnutluk...
Işığı ve sıcağı, bir başka
deyişle hayatı getiren her günkü bu değişimi
hep şükranla karşılamışlardır
sanırım.
Güneş onlar için olağanüstü bir şeydi, kutsaldı
ve bir tanrıydı.
Geceleri karanlık bastıktan sonra gökyüzünde görünen
ay da...
Bu nedenle onlar ufukta bir “nur topu” gibi belirdiği
zaman ellerini yüzlerine götürüp güzel sözler söylediler onlara,
teşekkür ettiler, minnettarlıklarını dile
getirdiler. Bu sözler ilk dualara dönüştü.
Atalarımız hem sevdiler onları, hem korktular
onlardan. Çünkü güneş ve ay gidince ürkütücü karanlık
basardı. Bazen soğuk onları dondururdu. Bu
yüzden baharları, yaz mevsimini hep coşkuyla karşıladılar...
Baharları kutlanan nice fest gibi, Newroz geleneği
de kayanağını o dönemlerden alır.
Fırtınadan, selden, yangından da korktu atalarımız.
Doğa içindeki esrarengiz ya da doğaüstü bir gücün
onları harekete geçirdiği kanısındaydılar...
Bu nedenle ateşi ve fırtınayı da birer
kutsal özne gibi açıkladılar, ya da onların
her birinin ardında bir tanrının elini aradılar.
Böylece atalarımızın tanrıları çoğaldı:
Güneş, ay, fırtına, deniz tanrıları
vb...
Erkek tanrılar, kadın tanrıçalar... Savaşı,
güzelliği, adaleti, bereketi temsil eden tanrılar...
Çoğu zaman da aralarında bir ana tanrıça ya
da baba tanrı, baş tanrı... Bir başka
deyişle insanlar tanrıları yere indirdiler;
hırsları, tutkuları, aşkları, kavgaları,
güçleri, erdemleri ve zaaflarıyla kendilerine benzettiler...
Bu işin ustaları, bir dönem sözün ve sanatın
da ustası eski Yunanlılar oldular; onların
herkesten çok tanrıları vardı.
Sonra sonra Medlerin bilgesi, peygamberi Zerdüşt, nasıl
ettiyse bu eski tanrıların çoğunu, güneşi,
ayı, fırtınayı ve ötekileri tanrılık
elbiselerinden soydu, sadece iki soyut, göze görünmeyen tanrı
bıraktı: İyilik, sıcaklık, bereket
tanrısı Ahuramazda (Hürmüz) ile kötülük, soğuk,
kıtlık ve savaş tanrısı Ahriman...
Bu ikisi birbirleriyle çekişip durdular.
Bu da yüzlerce yıl sürdü...
Derken Musa insanlara tanrının tek olduğunu
vaaz eden ilk peygamber olarak sahneye çıktı. Musa’nın
tek tanrısı, tüm iyi vasıflarıyla Zerdüşt’ün
Hürmüzü’ne denk düşüyor. İşi kötülük yapmak,
savaş çıkarmak, insanların canını
yakmak olan Ahriman ise tanrı mertebesinden böylece indirilmiş,
giderek “Şeytan” olarak sıfatlandırılmış
oldu... Böylece dinde düalizmden tekçiliğe ilk büyük
adım atılmış oldu.
Ama bizim kökleri ta Zerdüştiliğe uzanan Yezidi
(Êzdi) kardeşlerimiz bu işe itiraz ettiler. Onların,
tek tanrılı dinler mensuplarının şeytana
karşı küçümseyici ve öfkeli tavrından rahatsız
olmalarının kökeninde, Zerdüştiliğe göre
Hürmüzle eşdeğer bir tanrı olan Ahriman’a yapılan
bu haksızlık yatar. Onlar, her inanç sahibi gibi
bu konuda çok hassastırlar ve belki benim bu yazdıklarım
bile canlarını sıkabilir... Oysa Êzdi kardeşlerimiz
aynı zamanda benim kendilerine dost olduğumu, onların
inancını –aslında hiçbir inancı- hor görmediğimi,
dini inançlar arasında hiçbir ayırım yapmadığımı
bilirler.
Niyetim hiç kimsenin inancını küçümsemek değil,
dinlerin tarihsel gelişimi yönünde birkaç söz etmek.
Êzdiliğe gelince, Kürtlere özgü bir inanç, ya da, bilindiği
kadarıyla ilk kez Kürdistan’da ortaya çıkmış
ve Kürtlerin dışına yayılmamış,
orada kalmış. Bir dönem Êzdi inancı Kürtler
arasında oldukça yaygındı. Sonra Hıristiyanlığın,
ardından Müslümanlığın sıkıştırması
ve bölgedeki egemen güçlerin türlü baskılarıyla
mensupları giderek azaldı, bir çok Kürt aşireti
bu inancı terk ederek Müslümanlığı seçtiler.
Yine de Êzdilik tümden silinip gitmedi. Onun kutsal merkezi
olan Güney Kürdistan’daki Laleş ve çevresi başta
olmak üzere, hâlâ Kürdistan’ın tüm parçalarında,
Ermenistan ve Gürcistan’da ve şimdi bir bölümü Avrupa’da
yaşayan epeyce Êzdi Kürt var.
Tekrar konumuza, dinlerin gelişim sürecine dönersek,
Musa Peygamber’le gelen ilk tek tanrılı dinin, Museviliğin
ardından başka peygamberler ve başka dinler
de geldi. Bunların en önemlileri İsa ve Muhammed
peygamberlerin eliyle vaaz edilmiş olan Hıristiyanlık
ve Müslümanlıktır.
Elbet hepsi bundan ibaret değil; dünyanın başka
yerlerinde, Budizm, Brahmanizm gibi yaygın ya da daha
küçük boyutta, adlarını bile bilmediğimiz bir
dizi farklı dini inanç var. Şu son yüzyıllarda
Afrika, Latin Amerika, Okyanus adaları bir bölümüyle
Müslüman, bir bölümüyle Hıristiyan olmadan önce kim bilir
oralarda nice kabile dini vardı, o dinleri temsil eden
nice ruhani lider, nice büyücü...
Böyle olması doğal. İnsanoğlunun ve de
kızının hayat sürecinde her şey gibi din
olgusu da büyük bir çeşitlilik, renklilik gösteriyor.
Yani her şey şu bizim Kemalist ve de Müslüman “tekçiler”in,
gösterdiği gibi değil. Doğada ve toplumda tek
renk, tek biçim yok. İyi ki yok; öyle olsa bu dünyada
yaşanmazdı. (Türkiye’de yaşamanın zorluğu
ortada; zaten bu yüzden, bir yandan generaller, bir yandan
sevgili Recep bize habire, “Ya bizim gibi olun ya da çekip
gidin!” diyorlar...)
Tabi dinin bir özelliği, adı üzerinde “inanç” olması.
Yani öyle inandığın için öyledir. İnandığın
şey üzerinde tartışmazsın da... Her inancın
mensubu tapındığı şeyin, izlediği
inancın en doğru, en “hak” olduğu kanısındadır.
Bu yüzdendir ki onu değiştirmek, başka bir
inanca yönelmek kolay bir iş değil. Bu bazen kılıç
zoruyla olur, ya da olmuş gibi görünür; gerçekte olmaz.
Çünkü inanç yürekte, asıl olarak da beyindedir; değişmiş
gibi görünse de içten içe yaşar. İnancın değişmesi
için o yüreğin ve beynin değişmesi gerek. Bu
da zordan çok ikna ile olabilecek bir şey.
Bunun içindir ki, Musa’nın, Apis öküzüne tapınmaktan
kurtardığını sandığı ve
Nil’i ortasından yararak Firavun’un kılıcından
da kurtarıp Kenaneli’ne götürdüğü Yahudiler, orda
da ilk fırsatta altından bir dana putu yapıp
önünde yeniden secdeye durmuşlardı. Neyse ki Musa’ya
Turi Sina’dan gelen “On Emir” imdada yetişti... Kısacası
bu iş öyle kolay olmadı!
Sevgili okurlar, ben Musa ile Apis öküzüne tapanlar arasındaki
çekişmeyi anlarım da, tek tanrıya inanan Museviler,
Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki bu kan davalarını,
bu acımasız savaşları anlayamam.
Kendi inançlarına göre hem Musa, hem İsa, hem Muhammed,
Tanrı’nın peygamberi değiller mi? Üçüne de
birer kutsal kitap inmemiş mi? Bu kutsal kitapları
gönderen aynı Tanrı değil mi? Öyleyse neyi
paylaşamazlar; niçin yüzyıllar, hatta binyıllardır
böylesine birbirlerini yok etmeye çalışırlar,
birbirleriyle savaşırlar, birbirlerinin canını
acıtırlar, anlayamam.
Acaba öbür dünyada cennete gidince orayı nasıl
paylaşıyorlar? Yoksa her birinin cenneti, cehennemi
ayrı mı?..
Yoksa aslında başka şeylerin kavgasını
ederler de din bir bahane mi? Yani onu bir araç olarak mı
kullanırlar?
Ben bugün aslında tümüyle din-siyaset ilişkilerini
konu alan bir yazı yazmak için bilgisayarımın
başına oturmuştum. Ama şansınıza
din üzerine böylesi bir sohbet çıktı.
***
Bir önceki “Din Üzerine Bir Sohbet” başlıklı
yazım, dinler tarihi üzerine bir tür kısa özetti.
Bu kez tarihte din-siyaset ilişkilerini konu almak istiyorum.
Önceki yazımda “din nerdeyse insanlığa
yaşıt,” demiştim. Ya siyaset? O da öyle olmalı.
Daha “sürü” biçiminde yaşadıkları,
av peşinde bir yerden diğer yere göç ettikleri dönemlerde
insanların sosyal organizasyonunun kabile biçiminde olduğunu
biliyoruz. Bu kabilelerin daha o dönemde kendilerine liderlik
eden reisleri ve bu reislerin ortak yaşamla ilgili olarak
kabileyi yönetme ve hayati konularda son sözü söyleme gibi
bir işlevi de olmalı. Bu iş ise insanları
ikna etmeyi gerektirir ve siyasetsiz olmaz.
Liderlik için başlarda, avcılıkta ve savaşta
çok işe yarayan cesaret ve pazu gücü önemliydi. Örneğin
kızılderililer liderlerini en iyi dövüşçüler
arasından seçerlerdi. Ama zamanla herhalde, kurnazlığı
ve yönetme becerisini içeren siyaset öne geçmiş olmalı.
Özel mülkiyet, sınıflar ve devlet
ortaya çıktıktan sonra ise zaten gücün ve siyasetin
tekeli devletin başındaki monarkın (kral, şah,
sultan vb.) eline geçti. Fransa Kralı 14. Lui’nin deyişiyle
devlet oydu. Hatta ondan öncekiler, örneğin bir zamanların
Mısır Firavunları aynı zamanda dini de
kendi tekellerine almışlardı, onlar da “Kutsal
Roma-Cermen imparatorları” gibi “tanrının yeryüzündeki
vekilleri” idiler ve mutlak egemenliklerini buna dayandırıyorlardı.
Bir başka deyişle daha o dönemde
din siyasetin hizmetine girmişti.
Bu türden tek kişinin ya da bir zümrenin,
bir sınıfın egemenliğindeki, yönetilenlerin
sömürülmesi temelinde var olan rejimlerin ayakta durabilmesi
için tek başına kılıç, yani zor yetmez;
onun yanına insan düşüncesini etkileyen ikna yöntemleri
de gerekir. Bu bazen vatan-millet edebiyatıdır.
Geçmişte insanları savaşa mobilize etmek için
“Ey Romalılar! Ey Atinalılar!” filan denir, onların
onur, şeref gibi duygularına seslenilirdi. Günümüzde,
çağdaş toplumlarda da bu yöntem oldukça geçerli.
Elbet bu yetmezdi. Roma ve Atina tanrılarını,
tapınakları korumaya yönelik bir ajitasyon da çoğu
zaman buna eşlik ederdi... Zaman zaman da kısa yoldan,
zafer halinde savaşçıların ulaşacağı
altın ve gümüşün çekiciliğinden yararlanılır,
talan ve yağma vaat edilirdi. Ksenofon’un İran üzerine
götürdüğü askerlere çektiği nutuklarda dile getirdiği
gibi. Ksenofon zaten hem savaş sanatıyla, hem de
hitabet ve siyaset ustalığıyla savaşçılarına
yön vermeyi beceren iyi bir komutandı.
Ortaçağlarda din uğruna yapılan,
ya da öyle görünen savaşlar zaman zaman öne çıktı.
Bu bazen aynı dinin saflarında mezhep kavgaları
biçiminde oldu; örneğin Avrupa’da Yüzyıl Savaşları...
Zaman zaman da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında
oldu; ünlü Haçlı Seferleri gibi... Bu son savaşlar,
elbet aynı zamanda Çin’den Avrupa’ya ipek yolunu güvenceye
almak, bunun yanı sıra haraç ve talan içindi.
İspanyollar Amerika kıtasının
orta ve Güney bölümlerini işgal ederken (o zaman bu bölgeler
henüz Latin Amerika adını almamıştı,
İspanyollar ve Portekizliler oraları zaptettikten
sonra aldı) çoğu zaman papazlarını da
birlikte götürdüler. Yerlileri öldürürken ve yağmalarken
fetva almak için... Öldürmeye gerek görmediklerini ise bu
papazlar eliyle Hıristiyanlaştırmak için...
Çünkü hepsini öldürmeleri rantabıl da olmazdı, o
zaman elde iş yaptıracak köle kalmazdı. Onları
ta Afrika’dan zincire vurup, gemilere yükleyip getirmek de
oldukça masraflı bir işti...
İngiliz, Fransız, İtalyan ve
Hollandalı misyonerler de bu işi kendi sömürgelerinde
yaptılar.
Arap İslam halifeleri de yine “din ve
Tanrı adına” kılıç sallayıp sefere
çıktılar, İndüs Irmağından Pirenelere
kadar zaptettiler, yağma ettiler, kestiler biçtiler.
Mesela şu adaletiyle ünlü Halife Ömer döneminde Kürdistan
fethedilirken olanlar... 637’deki Kadisiye Savaşı’ndan
sonra binlerce Kürt erkeği Musul’la Bağdat arasında
hurma ağaçlarına asıldılar.
Osmanlı Padişahı Yavuz Kürdistan’ı
fethederken 40 bin Kızılbaşı din adına
kılıçtan geçirmişti. Daha sonraları Melek
Ahmet Paşa (ne melek ama!), Şengal Yezidileri üzerine
gidip onları kılıçtan geçirir ve yağmalarken
bu işi yine din ve İstanbul’daki İslam Halifesi
adına ve “allahsız kâfirleri” temizlemek için yapmış,
“helal mal”larına el koymuş oluyordu...
İstanbul’daki o hem “Rum Sultanları” hem de “İslam
Halifesi” diye adlandırılanlar da, nice savaşlarla
kan dökerek zapt ettikleri toprakları talan edip, altın
ve gümüşlerini, haraçlarını, bu arada nice
güzel kadın, kız ve “oğlan”larını
saraylarına taşır ve orada hem bir hazine,
hem de bir cariye kolleksiyonu oluştururken bunu herhalde
din ve diyanete uygun şekilde yapmakta idiler... Tabi,
bu kutsal devlet için onlar -daha Makyavel ve “Hükümdar”ı
bile ortada yokken- kendi öz babalarını, kardeşlerini,
çocuklarını ve torunlarını bile öldürme,
kıyımdan geçirme, beşikteki bebeleri bile boğma
hakkına sahiptiler ve bu doğal bir şeydi...
Osmanlı Padişahları ve İran
Şahları arasında yüzyıllar süren savaşlar
da Sünni-Şii savaşı biçiminde dini bir renge
büründürüldü. Osmanlı için “Kızılbaşlarla”,
İran için “Yezitlerle” savaş... Ama bu savaşlar
yüzünden yüzyıllar boyu ülkemiz Kürdistan iki tarafın
işgalini, talanını, kırımını
yaşadı. Kimi zaman, Yavuz örneğinde olduğu
gibi Osmanlı sultanları, şah yanlısı
deyip Alevileri kılıçtan geçirirken, kimi zaman
da şahın orduları, Diyarbekir, Mardin gibi
Kürt kentlerini ele geçirip, “Yezit” diye kılıçtan
geçirdiler.
Bu yüzden, Ehmedê Xani’nin deyişiyle,
yüzyıllar boyu “Rom’un ve Ecem’în oklarına hedef
olduk.” Bugün hâlâ eski öykü sürüyor...
Evet, sevgili okurlar, bu konuda sözü uzatmaya
gerek var mı? Aklımda kalan ünlü bir söz var, kimindi
şimdi hatırlamıyorum: “Din adına ne cinayetler
işlendi!”
Ama iki yanda da, ister papaz olsunlar ister
molla, din adamlarını dinlediğimiz zaman ne
de tatlı dilliler; “Din şiddete karşıdır,”
derler.
Dinlerin ortaya çıkışının
bir öyküsü, zemini var elbet; onlara hayat veren tarihi ve
sosyal koşullar. Ama bir de sonrası...
Musa Mısır’ın acımasızca
ezilen, sömürülen kölelerinin sözcüsü olarak ortaya çıktı.
Ama Musa’nın dinine bağlı olanların bir
bölümü sonradan acımasız köle sahiplerine dönüştüler.
İsa, bu türden krallar ve köle sahiplerince
ezilen yoksulların sözcüsü idi ve bu yüzden çarmıha
gerildi. Öğretisi dört bir yanda köleler, yoksullar ve
haksızlığa uğrayanlar arasında yayıldı,
barışçı direnişin sembolüne dönüştü
ve döneminin süpergücü Roma’yı bile sarstı. Ama
sonra ne oldu?
Muhammed’in yaydığı din de başlarda
benzer biçimde yoksullardan, kölelerden, kadınlar, çocuklar
gibi toplumun ezilen kesimlerinden yana bir dizi değişikliği
içeriyordu. Bu yüzden insanlar çevresinde toplandılar.
Peki ya sonra?..
Sonra, ötekilerde olduğu gibi, egemenler,
güçlüler, zorbalar dinin dizginlerini ele geçirdiler ve onu
kendi hizmetlerine koştular.
İsa, “bir yüzüne tokat vururlarsa öteki
yüzünü çevir,” demişti. Peki, siz bunu yapan bir Hıristiyan
gördünüz mü?.. 20. Yüzyılın ortalarında 6 milyon
Yahudiyi fırınlarda yok eden sistemin bir ayağı
da Hıristiyan inancına dayanmıyor muydu?..
Belki bir farkları, “haç”ı “gamalı haç” haline
getirmiş olmalarıydı...
Müslümanlar da, şimdi akıl almaz
bir vahşete dönüşen ve adlarının terörle
birlikte anılmasına yol açan acımasız
eylemleri eleştirirken “dinimize göre adam öldürmek cinayettir,
İslam dini bunu kabul etmez,” derler. Peki kılıç
zoruyla yapılan tüm o fetihler, “dine davet seferleri”,
o Musuldan Bağdat’a kadar hurma ağaçlarına
asılanlar?.. Bizzat İslam halifeleri arasındaki
o acımasız boğuşmalar, Kerbela olayları?..
Uzak geçmiş bir yana, ya şu son yüzyılda
olanlar? Bir milyonu aşkın Ermeni’yi kaşla
göz arasında yok etmeler?.. Ya daha sonraki 70-80 yılda
Müslüman Kürt “kardeşler”e yapılanlar?.. Maraş,
Çorum, Sivas kıyımları?..
Ne papazlar, ne hahamlar, ne mollalar, kimse
bunlardan söz etmiyor. Ne siyasiler, ne devlet adamları,
kimse tarihin bu yönünü karıştırmıyor.
Herkes din adına tatlı hikâyeler anlatıyor
bize.
Çünkü din bugün de egemenler ve sömürenler
için, siyasetin emrinde bir geçer akçe.
Osmanlı’nın son zamanı ve
Cumhuriyet dönemi
Son dönemde, Kürtler özgürlük için seslerini
yükseltince, sistemin Kürtleri susturmak için devreye koyduğu
enstrümanlardan biri top ve tüfekse, ötekisi de dindir. Top
ve tüfekle sindirmeyi, dinle ise yatıştırmayı
deniyorlar.
Bu yöntem bize yabancı değil, yüzyıldan
fazladır biliriz.
Osmanlı devleti dağılıp
çökmenin eşiğine gelince, bunu önlemek için aranan
çareler arasında iki tanesi öne çıkıyordu:
Osmanlıcılık ve İslamcılık.
Osmanlıcılık, Osmanlı padişahının
şahsında, yani saltanata bağlılık
temelinde, Osmanlı mülkünün birliğini sağlamaya
yönelikti. Bu görüşü savunanlara Yeni Osmanlılar
deniyordu. Namık Kemal bunlardan biriydi. Onun “Vatan
Yahut Silistre” adlı piyesi, işte bu anlayışın
ürünüydü, yani Bulgaristan’ın şu kuzey ucundaki
Silistre’yi de vatandan sayıyordu... Şimdi Hakkari’yi
vatan saydıkları gibi... Ne var ki, özgürlükleri
için ayağa kalkan Hıristiyan Balkan halkları
ne sultana aldırdılar, ne böyle tiradlara; yüzyıllardır
boyunduruğu, zulmü altında yaşadıkları
Osmanlıyı söküp ülkelerinden attılar.
Hıristiyan halklardan umut kesilince,
bu kez hiç değilse Arabistan’ı ve Kürdistan’ı
elde tutmak için Halifelik postunun İslamlar bakımından
“birleştirici” fonksiyonunu devreye soktular. Sultan
Abdülhamit bu motifi kullanarak hem eldeki İslam ülkelerini
tutmak, hem de İran’a doğru yayılmayı
denedi. Ama bu da tutmadı. Kuzey Afrika ve Arabistan’ın
Müslaman-Arap halkları da, Birinci Dünya Savaşı’nda,
yani ilk uygun fırsatta, emperyalist ve “kâfir” demeden,
Fransız, İngiliz ve İtalyanlarla birleşip
İstanbul’daki zoraki halifeyi ve ordularını
kovdular. Türk egemen çevrelerinde öteden beri söylendiği
biçimiyle, “bıçaklarını kaçan Osmanlı’nın
sırtından vurdular!”
Sonuç olarak, artık dikişleri tutmayan,
çürümüş yaşlı ağaca dönen Osmanlıyı
ne “Osmanlıcılık” kurtardı, ne “İslamcılık”;
esen güçlü bir rüzgârla, çöktü, dağıldı gitti.
Osmanlı’nın son döneminde çare olarak
öne sürülen tezlerden biri de “Türk milliyetçiliği” idi.
Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde sözünü ettiklerinden
biri de buydu. Ne var ki Türk milliyetçiliği, birleştirmekten
çok dağıtırdı. Nitekim, bu düşle
ve Turan hayalleriyle Orta Asya seferine çıkan ittihatçılar,
az daha evdeki bulgurdan, yani Anadolu’dan da oluyorlardı.
Neyse ki bir yandan Rusya’da Ekim Devrimi, yani komünistler,
diğer yandan Kürtler imdada yetiştiler... Lenin
liderliğindeki komünist yönetim, Erzincan’a ve Van’a
kadar bölgeyi ele geçirmiş Rus ordusunu geri çekti. Bununla
da yetinmeyip savaşı finanse edebilmesi için Ankara
hükümetine bol miktarda altın verdi.
İttihatçıların saflarından gelen ve Birinci
Büyük Savaş’ın sonunda işgale karşı
Anadolu’daki direnişi örgütleyen Mustafa Kemal daha gerçekçi,
oldukça pragmatikti. Osmanlının külleri üstünde
yeni bir devlet yaratırken, nesnel koşulları,
güçler dengesini çok iyi hesapladı. Bir yandan Mustafa
Suphi ve arkadaşlarını, yani Türk komünistlerinin
liderlerini Trabzon açıklarında boğdurup denize
attırırken, diğer yandan Moskova’daki Komünist
yönetimle sıcak işbirliği kurup altın
ve silah almaktan geri durmadı. İstanbul’dan Anadolu’ya
geçerken de, daha sonra “hain” olarak suçlayacağı
Sultan Vahdettin’in onayını almış, daha
doğrusu onun tarafından görevlendirilmeyi başarmıştı.
Samsun’a çıkar çıkmaz dört bir yana, özellikle de
Kürt şeyh, ağa ve reislerine gönderdiği telgraf
ve mesajlarda, “Halife ve Sultan itilaf güçlerinin elinde
esirdir. Sultanı ve Halifeyi ve kutsal İslam dinini
kurtarmak ve bir Rumluk ve Ermeniliğin kuruluşunu
önlemek için el ele vermek gerekir,” dedi. Kurtarılacak
toprakları “Türklerin ve Kürtlerin çoğunluğunu
oluşturdukları topraklar” olarak gösterdi ve “Misak-ı
Milli” diye niteledi.
Bu sözler bizim Kürt ağa ve şeyhlerimizin
çok hoşuna gitti. Onlar da, özellikle Van’da, Muş’ta,
Bitlis’te, Erzurum’da bir “Ermenistan” istemezlerdi... Bir
bölümü Ermenilerin kovulmasına ve kıyımına
katılmış, en azından topraklarına
el koymuşlardı; elbet onların geriye dönmesinden
endişe ederlerdi...
Bu nedenle Mustafa Kemal’in ardına takıldılar.
İlk “Müdafai Hukuk” cemiyetleri Kürdistan’da oluştu.
Yabancı işgaline karşı ilk direnişler
de, Süleymaniye’den Urfa’ya, Antep’e, Maraş’a kadar bu
bölgede başladı. Erzurum ve Sivas Kongreleri bu
bölgede ve Kürt reislerin büyük desteği sayesinde toplanabildi..
Bu kongreler gibi Ankara’daki Millet Meclisi de hocalarla
birlikte açıldı. Mustafa Kemal onlarla birlikte
ellerini havaya kaldırıp dualar okudu ve sakallı
Kürt şeyh ve pirlerinin yanı sıra, hoca efendilere
de büyük iltifatlar yaptı...
O günlerde Türk milliyetçiliğinin esamesi
okunmuyordu. Mustafa Kemal, daha önceki Amasya Tamimi’nde
Kürtler için özerklikten söz ederken, Meclisteki bir nutkunda
da, “Meclis-i aliniz yalnız Türk değildir, yalnız
Kürt, yalnız Çerkez, yalnız Laz değildir; ama
hepsinden mürekkep anasar-ı İslamiyedir” diyordu.
Kısacası, “İstiklal savaşı”
denen şey, Türk milliyetçiliği motifiyle değil,
asıl olarak İslam birliği üzerinden mobilize
idildi. Böylece, köprüyü geçinceye kadar, kitlelerin dini
duyguları yoğun biçimde kullanıldı; diğer
bir deyişle din siyasetin emrine koşuldu...
Eğer Sovyetlerin, yani Rusya’da yeni oluşan
komünist rejimin ve Kürtlerin katkı ve desteği olmasaydı
sonuç herhalde cok farklı olacaktı. Bir TC ortaya
çıksa bile, bu herhalde Ankara ve yakın çevresiyle
sınırlı, Karadeniz’den başka deniz görmeyen
küçük bir ülke olacaktı. Sevr’in başarısız
kılınıp Lozan’a ulaşılması ve
bugünkü sınırlarıyla TC’nin kuruluşu böyle
mümkün oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları bir yandan
Sovyet desteğiyle, diğer yandan dini kullanıp
Kürtlerin desteğini sağlayarak dar köprüden geçtiler...
Köprü geçildikten sonra ise malum, Sultan’ın
da Halifenin de “papucu dama” atılmayıp eline verildi...
Onlarla birlikte Kürt ağa ve şeyhleri de bir yana
itildi. Elbet, bu ağa ve şeyhlerin bir bölümü, sisteme
uyum sağladıkları ölçüde korundular, TBMM’nin
müdavimleri oldular. Ama kurulan devlet tam da İttihatçıların
istediği türden oldu, tek etnik gruba “Türk” e dayandı.
Tek ulus, tek dil, tek bayrak ve bunu güvenceye alan bir kapitalist
(yani tek sınıfa dayanan) bir devlet. Hatta denetime
alınmış Sünni-Hanefilik biçiminde “tek din
ve tek mezhep...”
O günden beri de Türkiye’yi yöneten ve adına
“Kemalizm” denen bu anlayış, tek renkli bir toplum
inşa etmek için, yasaklayarak, döverek, söverek, sürerek,
öldürerek tüm farklı renkleri silmeye çalışmakta.
Bu, “Cumhuriyet” filan değil, 85 yıldır
süregelen, Abdülhamit devrini bile aratan, dünyada eşi
az görülür bir ırkçı-faşist diktatörlüktür.
Kemalist batıcılar, sözde laiklik
ve batılılaşma ve çağdaşlaşma
adına, halkın yaşam tarzına, giyimine
kuşamına bile kabaca müdahale ettiler.
Aslında dini siyasetin emrine sokmayı,
yani dini sömürüyü terk etmediler; yalnızca tekellerine
aldılar. Nitekim gerek duydukça okullara, tek dini ve
tek mezhebi öğretmeye yönelik zorunlu din derslerini
onlar soktu. “Komünizm” tehlikesi”ne karşı (siz
emekçi halkın sömürüye, baskıya karşı
mücadelesi anlayın) dini bir panzehir olarak düşündüler
ve ABD’nin bu amaçla dünyayı yeşil kuşakla
örmesi gibi, onlar da Türkiye’yi, bazen öğretmen okullarını
bile kapatıp, imamhatip okulları, ilahiyat fakülteleri
ve İslam enstitüleriyle, “İlim Yayma Cemiyetleri”
ile donattılar. Sola ve demokratlara karşı
Cuma namazı sonrası kanlı pogrom saldırıları
devlet eliyle düzenlendi. Maraş, Malatya, Çorum, Gazi
ve Sivas katliamları vb. nice dini renkli saldırı
ve kıyım hep bu Kemalist devletin denetimi, gözetimi
altında yapıldı.
Din Kürt direnişine karşı da
“etkili bir silah” olarak hep kullanıldı. Bir yandan
Kürdistan’da helikopterlerle Kürtleri devlete itaat etmeye
çağıran dini bildiriler atılırken, bölgeyi
dolaşan cunta liderleri ayet ve hadisler okudular...
Elbet bu iş yalnız süngüyle olmuyor.
Siyaset de yardımcı olmalı, din de... Siyaset
salt kuru bir vatan-millet edebiyatıyla, Mustafa Kemal
heykelleri ve 10. Yıl Marşlarıyla olmuyor;
o zaman Tanrıyı da yardıma çağırmak
gerek...
AKP ve İslam kardeşliği
masalları
Sorunları çözmesini bilmeyenler, başlarına
yeni sorunlar sararlar. Çözüm için yanlış yöntemlere
başvuranlar, yanlış araçlara el atanlar, bir
süre sonra bu yanlış yöntem ve araçların çok
daha ağır bedelleriyle karşılaşırlar.
Dini siyasetin emrine koşmak da böylesine yanlış
bir yöntemdir işte. En azından çağımızda.
Bir önceki yazımda da değinmiştim.
Geçmişte hem tek tek ülkeler, hem de dünyanın en
güçlüsü ABD, şu veya bu türden rakipleriyle, sistem karşıtlarıyla
mücadele için dini bir araç olarak kullandılar. Sosyalizme
karşı Atlantik’ten Hindistan’a kadar Müslüman ülkelerde
oluşturulmak istenen “Yeşil Kuşak” böylesi
bir politikanın ürünüydü. Sonuç ne oldu? Belki Sovyetler’in
ve öteki sosyalist rejimlerin çökmesinde bunun da payı
oldu; ama bu, dünyamıza ve bu yönteme başvuran ülkelere
umulanı getirdi mi?
Kanımca dünyamız şimdi Sovyet sisteminin çökmesi
nedeniyle daha iyi bir yerde değil. Eğer barış
içinde bir arada yaşama politikası izlense, silahlanma
yarışı ve yıkıcı soğuk
savaş sürdürülmese büyük ihtimalle sosyalist sistem ekonomik
ve sosyal olarak daha da gelişmiş, demokratikleşmiş
ve yaşıyor olacaktı. Bu ise dünya için bir
kayıp olmazdı. Ama şimdi, radikal İslamı
besleyip kışkırtmanın sonucu olarak ABD
ve yandaşlarının karşısına Taliban
ve İran rejimi, El kaide, Hizbullah, Hamas gibi güçler
çıktı; Suudi Arabistan ve benzerleri varlıklarını
sürdürmekteler. Bu radikal İslamcı kesimlerden kaynaklanan
terör hem dünyayı tehdit etmekte, hem de bizzat bu Müslüman
ülkeleri yaşanmaz hale getirmekte. Dünyamız 20-30
yıl önce böylesi bir bela ile yüz yüze değildi.
Bu, din konusunda uluslararası ölçekte
izlenen yanlış politikanın ürünüdür. Tek tek
ülkelere gelirsek durum farklı değil.
Örneğin İran’da Şahlık
rejimi, solu ve tüm demokrasi güçlerini ezerek, tüm muhalefet
kanallarını tıkayarak bir tek camiye yolu açık
bıraktı. İnsanlar varsın dine sığınsınlar,
dinle oyalansınlar, oradan zarar gelmez diye düşündü.
Ne var ki sisteme karşı muhalefet tam da burada
kendisine kanal buldu ve din adamlarının öncülüğünde
oradan patlak verdi, Şahı ve rejimini silip süpürdü.
Ama bununla İran’a daha iyi bir sistem
geldi mi? Gelmedi elbet. Gelen gideni zamanla aratır
oldu. Aynen Talibanların, ve El Kaide’nin Afganistan’da,
krallık dönemi dahil, daha önceki herkesi aratması
gibi. Hamas’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın El
Fetih’i aratması gibi...
Türkiye’de de hem sağ partiler hem askeri
cuntalar solla, demokratik güçlerle ve Kürt ulusal hareketiyle
başa çıkmak için hep dinden, İslami hareketten
yararlanmaya çalıştılar ve bir yandan ırkçılığı,
diğer yandan dinci hareketi kendi elleriyle örgütleyip,
besleyip kışkırttılar. Ama ırkçılığın
bu ülkede yol açtığı tahribat bir yana, radikal
İslamcı hareketlerin etkileri de ortada. Günü gelince
“İrtica en büyük tehlike!” diyenler yine, islamcı
akımı kullanmış, kışkırtmış
olan bu çevrelerin kendileri oldu.
Hem ülkenin emekçilerine, aydınlara, hem
Kürt halkına, Alevilere, azınlıklara hak ve
özgürlük tanımaya bir türlü yanaşmayan, böylece
çağdaş, AB standartlarında demokratik bir toplumun
oluşmasını engelleyen rejim, sonunda vara vara
önce bir RP sonra da AKP iktidarına vardı.
Rejim şimdi de Kürt sorununun çözümünde
yine eski beylik, yani yanlış yöntemleri deniyor.
Bir yandan top ve tüfek, diğer yandan zorla asimilasyon...
Ve yine bir geçer akçe sanılan din...
Böyle düşünenler arasında bizzat
AKP’nin kendisi ve yandaşları var. Son dönemde İslami
medyada Kürtlere yönelik “din kardeşliği” vaazları
oldukça yaygın. Kürtlere biraz daha yumuşak yanaşıyor
görünen AKP sözcüleri, ülkenin birliği, milletin beraberliği
için din sakızının çok daha etkili olduğunu
dile getiriyorlar. İslami dünya görüşü ve iane politikasıyla
AKP’nin buna en uygun örgüt olduğunu söylüyorlar. Bu
nedenle AKP Kürtlerin de partisi oluyormuş... İslam
kardeşliği masalı Kemalizm ajitasyonundan daha
etkiliymiş... Kürt milliyetçiliğinin hakkından
bu gelirmiş... Zaten Kürtler fazla şey istememektelermiş;
ne ayrı devlet, ne federasyon, ne otonomi... Birazcık
kültürel haklar verilirse, isimleri ve türküleri serbest bırakılırsa,
çok çok Kürtçe bir seçmeli ders olur, bir TV kanalı Kürtçe
yayın yapar, bir Kürt enstitüsü açılırsa sorun
bitermiş!..
Bu kişiler Kürtleri herhalde ya mendiline
üç-beş kuruş atılınca “Allah razı
olsun!” diye kendilerine dua edecek cami kapısındaki
dilenci, ya da düpedüz aptal ve onursuz sanıyorlar.
Ne var ki tam tersine, Kürt sorununu bu biçimde
çözebileceklerini sananların kendileri, eğer hinoğluhin
değillerse düpedüz aptallar.
Kürt ulusal mücadelesine karşı dini
bir araç olarak kullanmak isteyenler yalnızca bu tatlı
dilli İslamcılar değil elbette. Yıllardır
bir yandan şu kirli savaşı yürüten, bir yandan
da “irtica ile savaş” edebiyatı yapan laiklik şampiyonu
generaller de, bu işe kafa yoruyorlar. Genelkurmay Başkanı
Başbuğ’un son dönemde medyaya yansıyan kimi
sözleri bu bakımdan pek ilginçti. Başbuğ, terörle
mücadelede imamların büyük katkısı olabileceğini
söylemişti.
Bu tür imamlardan beklenen elbet, Kürtlerin
bu devlete itaati, baş eğmesi yönündeki vaazları
bir Müslümanlık sosuna batırarak sunmak... Türkiye’yi
yönetenlerin askeri-siviliyle çözümden anladığı
bu: Ya Kürtleri top tüfekle sindirmek, ya hile ve oyunla aldatmak;
olmadı, din afyonuyla uyuşturmak...
Kürtler “İslam kardeşliği” masallarının
ne denli boş ve işe yaramaz olduğunu yaşadıkları
bunca deneyimle çok iyi biliyorlar. Kürtler kendilerine bütün
bu ayrımcılığı, zulmü reva görenlerin
Merih’ten veya Okyanus’un öte yakasından gelmediğini,
bizzat kendi “müslüman komşuları” olduğunu
biliyorlar. Kürtler, bu tür kardeşlik masallarının
köprüyü geçinceye kadar anlatıldığının,
daha sonra ise bu vaazları verenlerin başlarına
bomba yağdırdığının da farkındalar.
Humeyni de aynen böyle yapmıştı. Önce “Müslüman
kardeş” Kürtlere hak ve özgürlük vaat etmiş, Şah’ın
yerine geçtikten sonra ise İran’ın askeri birliklerini
onların üzerine sürmekte en ufak tereddüt göstermemişti.
Ya şu anda Irak’ta, daha yerlerini sağlamlaştırmadan,
Yeni Irak anayasasını bile bir yana atıp Saddam
Hüseyin’in politikalarına dönmeye heveslenen dinciler,
Maliki ve benzerleri?..
Bu örnekler de gösteriyor ki ülkemizi aralarında
bölüşenler Kemalisti, Baasçısı, Şahçısı
ve İslamcısıyla, Kürt sorununda aynı yolun
yolcuları, aralarında bir fark yok. Bize kırk
katırla kırk satırdan birini tercih etmeyi
bırakıyorlar.
Bilinçli, aklı başında her Kürdün,
solcu, liberal ya da dindar olsun, bu tür vaazlara karnı
toktur. Bize İslami veya başka tür bir kardeşlikten
söz edenler, bunu bıraksınlar da haklarımızı
teslim etsinler.
Biz de her halk gibi. kendi ülkemizde özgür
yaşamak istiyoruz. Zulüm görmeden, horlanmadan, ikinci
sınıf vatandaş ya da dilenci muamelesine uğramadan...
Biz de her halk gibi, ülkemizin kaynaklarının
ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişmesi için kullanılmasını
istiyoruz.
Biz de her halk gibi kendi dilimizi, kültürümüzü
sınırsız, engelsiz yaşamak, geliştirmek
istiyoruz.
Biz de her halk gibi kendi ülkemizi kendi elimizle
yönetmek istiyoruz.
Kısacası çağdaş, özgür,
demokratik bir yaşam istiyoruz.
Bunun Müslüman olup olmamakla bir ilgisi yoktur.
Biz insanız, bir halkız ve her insan ve her halk
gibi bu haklar hakkımızdır.
Komşularımız, ister Müslüman
olsunlar ister olmasınlar, ister Türk, Arap, Fars olsunlar
ister olmasınlar, onlarla eşitlik temelinde, yan
yana, barış içinde, iyi komşular olarak yaşamak
isteriz.
Onları seveceksek ancak böylece severiz.
Sonuç olarak diyeceğim şu ki, din
Kürt sorununun çözümünde bir geçer akçe değil. Geçer
akçe olan hukuktur, eşitliktir.
Yazarın önceki yazılarından:
Ergenekon
ve 33 asker
Din
üzerine bir sohbet
Takke
düştü, kel göründü
Türkiye
sorunlarını neden çözemiyor?
Bezele
de Dağlıca gibi bir provokasyon
Ergenekon
ve Sol
Pirçandî û Pirsa Kurd
İçe kapanma olayı ya da kaplumbağa politikası
Kürtçe ve Türkçe yazma üzerine
Cambaza
mı bakalım, hırsıza mı?
Komplolar,
cinayetler, provokasyonlar… ”Devlet sırları!”
Sistemde açılan bu gedik önemlidir
Abant Platformu ve sömürgeci tezlerin yeni versiyonları
Ergenekon
ve Dağlıca
”Bilgi
Destek Planı” yıllardır yürürlükte..
Baskın
Hoca’nın genellemeleri…
Bu
nasıl bir ülkedir?
Umut ne AKP’de, ne Kemalizmde
AKP’nin “çözüm” paketi ve GAP
Kürt
sorununda ekonomi ve siyasetin bağı
Sabancı
Cinayeti’nin belgeleri de ortaya dökülürken...
AKP
değişimin partisi değil
Eski
film yeniden gösterimde mi?
Kedinin
boynuna çanı kim takacak?
Ülkeyi
batağa sokanlardan çözüm beklenemez
Yeni bir halk hareketine
gerek var
Canım
tepki göstermek istemiyor
Sadun
Hoca ve Hasretyan
Geçmiş olsun Sırp yoldaşlar!
Aslan
Asker Şwayk ”Panodaki Şiir”e Karşı!
Türban
ve laiklik üzerine
Ergenekon
ve Türk medyasının çözülen dili
Düzenli köşe yazılarıma
son verirken…
Hrant
Dink’i anarken
AKP
sistemle kaynaşırken..
Sekiz
asker, bomba olayı ve Erdoğan…
Tarih,
akıl ve ahmaklık üzerine
Kandil
Operasyonu; hedefler, sonuçlar
Kürtlerin
temsil sorunu
Sabah’taki
söyleşi, DTP ve temsil sorunu üzerine
Oyunun yeni perdesi ve değişen
taktikler
DTP’ye
yönelik kapatma davası
Bush-Erdoğan
görüşmesi ne sonuç verdi?
Militarizm
Türkiye’yi teslim almak istiyor
Katil
kim?.
PKK’nın
silah bırakmasına veya yeni bir ateşkese karşıyım!
Bu çılgınlıkla
nereye?..
Nasıl
bir anayasa? – 3
Militarizm barışa, demokrasiye, gelişmeye engel
Türkiye
Malezya olur mu? Keşke olabilse!
Nasıl
bir anayasa? – 2 Kemalizm ayak bağı oldu
Nasıl bir anayasa?
Bir
genel af ”PKK sorununu” bitirir mi?
DTP’nin
temel yanlışı ne?
Yedi
kızın acı öyküsü Yaşamadan Öldüler
Yakın
tarihe kısa bir gezinti
Kürdistan gerçeği, Kürt ulusal sorunu ve onurlu tavır
Türk
dış politikasının rüşvetleri…
Yezidi
Kürtlere yapılan saldırı
Türk
Parlamentosu ve Kürtler
Seçimlerde
Türkiye solu, Kürt Ulusal hareketi
22
Temmuz Seçimleri üzerine
Orman
yangınları kimin işi?
Dink
Davası ve Sivas
Bir
mum yakmaya devam…
Kuzeyde
bir hafta
Norveç sınırı, Laponlar, beyaz geceler…
Darbe
ayağa düştü
Darbe
planı işlemekte
Barzani
“PKK terörü”nü destekliyor mu?
Hükümet
gerçekleri halka anlatmalı
Sayın
Sezer, nereden nereye!
Son
terör eylemlerinin ardında kimlerin eli var?
Sistem
ne laik ne demokrat
“Dil
Devrimi” ve “Güneş Dil Teorisi” komedisi
“Türk
Tarih Tezi” komedisi
Paşalar
Cumhuriyeti, berdevam mı?.
Kürt
Dili nasıl kurtulur?
Türk
medyası ya da Yalancı Çoban
General,
istifa et!
Heyy,
orada bir Müslüman yok mu?!.
Irkçı
görüşlerin temeli yalan ve safsata-2
Türk-İslam
sentezi ve Kürtler, Aleviler...
Irkçı
görüşlerin temeli yalan ve safsata-1
Kim
olursa olsun!
“Bu
ırkçılık nerden çıktı?!”
Aman,
301’i değiştirmeyin!
Yanlışta
direnenler, Sopayı çözüm sananlar...
“Halkın
oyları” ve çıkar yol
Türkiye
batağa nasıl saplandı..
Kerkük
Kürdistan’a katılırsa...
Gerçek
katil kim?
Ankara
Konferansı üzerine
AB’ye
sırtını dönen Türkiye’de Savaş hazırlığı
mı, blöf mü?
Saddam
cezasını buldu
Çıkara
dayalı yanlış hesaplar
AB’nin
son kararı üzerine
Baker
Raporu ölü mü doğdu?
PKK
neden taktik değiştirdi?
İlkesizlik
ve Irak’ta çözüm
Bir
kez daha Ermeni sorunu üzerine
Değişime
direnen Türkiye
Sel,
yangın vb. “doğal felaketler” üzerine..
Kürdistan,
zenginlik içinde yoksul ülke..
Bir
şarkı, bir şiir
Fransız
Parlamentosu’nun kararı Ve Cezayir..
En
büyük devletsiz ulus..
Oyunu
gerçek sanmak-2
Oyunu
gerçek sanmak.. (1)
Ana-babalar
kirli savaşı sorgulamalı
Linç
salgını yayılırken…
Lübnan’dan
uzak dur, Kürdistan’a hücum!..
Uygarlıklar
Savaşı mı?
Türkiye’nin
Kerkük Sorunu!
Halkı
yalanla besleyen rejimler…
Irak’ı
bekleyen: Ya üçlü konfederasyon, ya üç ayrı devlet
Bölgemizde
ve Dünyada barış ve istikrar için..
Statükonun
yıkımına kim ağlar?
Terör
ve PKK bahane, Hedefler çok başka…
Hürriyet’in tehlike çanları!
Kırk katır mı, kırk satır mı?..
Demirel, Çiller, Ağar, Güreş… Bunlar tanık
mı, sanık mı?.
Şemdin’in
yakalanması, destanlar, balonlar…
Başı
türbanlı bir kadın neden cumhurbaşkanı
olmasın?..
Çetelerle
mücadelede hükümete destek vermeli
Ülkeyi
esir alan ahtapot...
Sular
ısınırken...
”Sanki
herkes kör, herkes zincirlerle bağlı…”
Bu
bir darbe değil mi?
Terör
ne, terörizm ne?
TBMM
Başkanı Arınç’ın kunuşması ve
demokrasi üzerine..
Şemdinli’deki
askeri yığınak neyin nesi?..
Rejimin
Kürt halkına topyekün saldırısı
Baş
terörist kim, PKK mı, Türk devleti mi?
Önyargı,
tutku ve akıl...
Derin
devlet oyununda Rejisör, figüran ve seyirci…
Suç
ve Ceza
Yine
bir şeyler dönüyor…
Sistem
çürümüş, dökülüyor
Irak’ta
iç savaş kaygısı ve kendi kendine gelin güvey
olanlar..
ŞOVENİZMİN
ESİR ALDIĞI BEYİNLER (*)
At
izi it izine karışırken..
HAMAS
ve PKK…
Sağduyu
ve hoşgörü gerekli
Şemdinli’nin
üstü örtülüyor
Adalet
mi rezalet mi?.
Genelkurmay
Gladyosuna sahip çıktı!
Türk
Gladyosu tasfiye edilmedikçe…
Yalancının
mumu yatsıya kadar yanar
“Demokratik
Cumhuriyet”in patenti Bay Öcalan’ın mı?
Türk
rejimi neden Apo´ya sarıldı?
Kürt
sorununa çözüm çeşitlemeleri üzerine…
Türkiye
Kürtler konusunda İran’ın bile çok gerisinde…
Erdoğan’ın
Şemdinli ziyareti ve alt kimlik-üst kimlik üzerine
Paris
olayları ve küreselleşme üzerine
Olaylar
böyle mi aydınlanacak?
Şemdinli
bir fırsattır
Bu
nasıl bir ilerleme?
Değişimi
anlamak ve Kürt sorununda akılcı çözüm
Bilimsiz
üniversite, hukuksuz adliye..
Türkiye’nin
AB üyeliği ne Sevr’dir, ne de Lozan…
AB ile müzakereler başlarken umutlar - kaygılar...
3
Ekim bir dönüm noktası olacak
Sevgisiz
bir ülke..
“Demokrat,
özgür ve çağdaş Kürtlerin sesi…”
Provokasyon
dumanları…
Asıl
ölüm susmaktır
PKK’yı muhatap yapan kim?
Erdoğan’ın son tavrı
Doğu Kürdistan’daki son
gelişmeler üzerine
Kürtçe
şu anda zincirlerle bağlı
Öcalan
İmralı´dan alınmalı
Derin Devlet ve PKK el ele..
Bir kez daha terör ve uluslararası sorunlar
üzerine
Bir toplum nasıl kandırılır?
Bazı dostların ardından
AKP Alevileri yok sayıyor
ÇIKAR YOL - III Buyrun,
örgüt de var, iş de!
Erdoğan’ın ABD gezisi: Türk tarafı
için düş kırıklığıürk
tarafı için düş kırıklığı
ÇIKAR YOL – II
Teslimiyete karşı ulusal seçenek
Fransız Referandumu üzerine düşünceler
ÇIKAR
YOL - I En başta umut gerekli
İşe
yaramaz bir karar…
NE
DEĞİŞMİŞ?.
Soykırım ve Yüzyıllık Nazizm
Kendi
ordusunun işgali altında…
Türkiye’nin
Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı
kim çözsün?.
Dün
cami, bugün bayrak…
İstanbul
sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir
kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş
I M A R I K…
Kürt
Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon
Derin
Devlet Tiyatrosunda Kürtler
ve Türkler...
|